II. Abdülhamid Döneminde Sansür

İkinci Abdülhamid, Osmanlı tahtına çıkmadan önce ülkeyi meşrutiyetle yöneteceği yolunda “senet” vermişti. Gerçekten de saltanatının ilk dönemlerinde verdiği sözleri tutar gibiydi: Tahta geçtikten dört ay sonra, 23 Aralık 1876’da, Türkiye’nin ilk anayasası diyebileceğimiz Kanun-i Esasi‘yi ilan etti… 19 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ın toplanmasını sağladı…

Ne var ki kısa bir süre sonra başka bir kişiliği ortaya çıkmaya başladı: Mithat Paşa’yı sürgüne göndermekle başlattığı baskı rejimini, Osmanlı-Rus Savaşı’nı bahane edip Kanun-i Esasi’nin verdiği yetkiye dayanarak Meclisi kapatmasından sonra ezici bir diktatörlüğe dönüştürdü. Evleri basmak, kişileri sürmek, gazeteleri kapatmak, toplantıları ve belirli sözcükleri yasaklamak vb. gibi eylemlerle yıllarca sürecek ve gittikçe şiddetlenecek olan bu baskı rejimi, Abdülhamid’in tahta çıkışından aşağı yukarı bir yıl sonra başlayacak ve toplumun özellikle aydın kesimini derinden sarsacaktır.

II. Abdülhamid doğuştan zorba bir karaktere sahip değildi; fakat kuruntulu yaradılışı baskıya yönelmesinin en önemli nedenlerinden biriydi. Kuruntusu, cinnet geçirdiği için tahttan indirilen V. Murat’ı yeniden tahta oturtmak amacıyla başvurulan suikast girişimlerinden sonra iyice artmış, onu adeta gölgesinden korkan bir insan durumuna getirmişti.  Kan dökmemeyi kesin bir ilke olarak benimsemesi, en büyük düşmanlarının rızıklarıyla oynamayıp onları büyük maaşlarla sürgüne göndermesi, çok uzun saltanatı boyunca yalnızca 5 idam cezasını onaylaması da  bir zorbanın ya da diktatörün tipik davranışlarından oldukça farklıdır. II. Abdülhamid’in son derece tezatlarla dolu olan yaşamı bu nedenle Sultan Aziz’in ölümü, ağabeylerinden birinin çıldırması, Ali Suavi vakası ve 93 Harbi trajedisi gibi diğer sorunlar göz önünde bulundurulmadan açıklanamaz.

Abdülhamid de kendinden önceki Osmanlı padişahları gibi devleti dağılmaktan kurtarmayı hedefliyordu, ne var ki ülkeyi koyu bir “istibdat” rejimi altında yönetmekle tahtını ya da devleti koruyabileceğini düşünmesi büyük bir hataydı. Bu rejimin bir ayağını hukukun “kanunsuz suç olmaz” temel kuralını hiçe sayan özel mahkemeler ve “zaptiye” örgütü oluşturuyordu; birbirini izleyen tutuklama ve sürgünler hemen herkesi sindirmeyi amaçlıyordu.

Bir başka sindirme aracı, alabildiğine yaygınlaştırdığı “jurnal” mekanizmasıydı. Hafiye ağı, başta İstanbul olmak üzere, ülkenin başlıca merkezlerini sımsıkı sarmıştı. Başlangıçta sağlıklı haber alma, kandırılmama ve bürokrasiyi kontrol amacına dayanan jurnalcilik uygulaması, sonradan Murat ve Mithat fobilerinin de etkisiyle hem bilinçsizce genişlemiş, hem de bilinçsizce kişisel ihbar mekanizması haline gelmiştir. Bunun bürokrasi ve aydınlar üzerindeki zararlı etkisi Abdülhamid’ten sonraki dönemde de devam etmiş ve tartışmaları İkinci Meşrutiyet’in en uzun süreni olmuştur.

Rejimin diğer önemli dayanağı ise sansürdü. Osmanlı Devleti’nde ilk “sansür kararnamesi” Abdülaziz döneminde (1861-1876) yayımlanmıştı ama II. Abdülhamid döneminde kapsamı akıl sınırlarını aşan boyutlara ulaştı. Kapsamına yalnız gazete ve dergileri, kitapları almakla yetinmeyen, tramvay biletlerine, ilanlara, konyak şişesi etiketlerine kadar akla gelen ve gelmeyen her şeye yönelen bir sansür!

Abdülhamid tahta çıktığında 1864 tarihli “Matbuat Nizamnamesi” yürürlüktedir. Meclis-i Mebusan, Mithat Paşa’nın sadrazamlığı sırasında hazırlanan “Matbuat Kanunu” tasarısı üzerinde uzun uzun tartışır. Tasarı, mizah gazetelerini yasaklayan ve gazete çıkarmak için garanti parası yatırılmasını öngören maddeleri çıkarıldıktan sonra kabul edebilir. Abdülhamid, Ayan Meclisi’nden de geçerek onayına sunulan bu tasarıyı hasıraltı eder. Zaten kısa süre sonra da Meclisi dağıtacaktır.

1876 Kanun-i Esasi’sinin 12. maddesi basında “kanun dairesinde” özgürlük tanıyordu: “Matbuat kanun dairesinde serbesttir.” Bu önceki döneme göre ileri bir adım olmakla birlikte, daha ileri adımlar atılmasını bekleyen. I. Meşrutiyet’in ilk günlerindeki özgürlük ortamından yararlanmak isteyen yazarlar 12. maddeyi eleştiriyorlardı.

Abdülhamid Sansürünün İlk Kurbanı: Mizah…

Ceza yasalarında basın özgürlüğünü kısıtlayan pek çok madde dururken, 12. maddenin bir anlamı olmayacağını düşünenlerden biri de Hayal adlı mizah dergisidir. Dergide yayımlanan bir karikatürde, elleri ayakları zincirle bağlı Karagöz’e Hacivat “Nedir bu bal Karagöz?” diye sormakta ve “Kanun dairesinde serbesti Hacivat!” yanıtını almaktadır. Abdülhamid’in bu karikatürün Kanun-u Esasi’yi aşağıladığı gerekçesiyle açtırdığı dava sonucu Hayal’i yayımlayan Teodor Kasap, 1884 tarihli Matbuat Nizamnamesi’ne göre üç yıl hapse mahkûm ediliyordu.

Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasından sonra yayımlanan bir kararname ile sansür konusunda bir adım daha ileri gidiliyor ve hükümete “zihinleri karıştıracak yayın yapan gazeteleri hemen kapatma” yetkisi veriliyordu. Zihinleri karıştıracak yayınlarının neler olduğu ise tamamen yoruma dayalı olduğu için ucu ve kapsamı son derece açıktı!

Çok geçmeden, Abdülhamid sansür kurulunu oluşturuverdi. Kurula “Matbuat Müdürlüğü” adı verilmişti. Bu müdürlük, Dahiliye Nezareti’ne (İçişleri Bakanlığı) bağlı “Matbuat-ı Dahiliye- Müdürlüğü” ile Hariciye Nezareti’ne (Dışişleri Bakanlığı) bağlı birimlerine ayrılıyordu.

Sansür kurulunun hangi ilkelere göre çalışacağını belirleyen dokuz maddelik gizli bir yönetmelik, Yıldız Sarayı başkâtibi Tahsin imzasıyla Matbuat Müdürlüğü’ne gönderilmişti. Kuralda 1880 yılına kadar birkaç, memur görevliyken görevli sayısı 1902’de 15’e, 1905’te 20’ye, 1908‘de 25’e yükseldi. Görevli sayısı zamanla arttıkça, hem basılan kitap sayısı hem yapılacak iş azalmış, üyeler işi sigara kâğıdı ve kibrit kutusu kapaklarındaki resimleri incelemeye ve sansür etmeye kadar vardırmıştır.  Sansür işleriyle birinci derecede Sarayla doğrudan ilişkide bulunan ve oradan talimat alan Matbuat Müdürü ilgilenmekteydi. Çağın Matbuat Müdürleri Mehmet Efendi ile Ahmet. Arifi, Behçet, Hıfzı ve Ebülmukbıl Kemal beylerdir. Bunlardan Hıfzı ve “Kızılkuyruk” sanıyla anılan Ebülmukbil Kemal, en acımasız, dolayısıyla en ünlü sansürcü başkanlardır.

Abdülhamid’in 1888 yılında yayımlattığı, 1873 tarihli “Basmahane Nizamnamesi”ni yürürlükten kaldıran “Matbaalar Nizamnamesi”, basılacak her şeyin sıkı bir denetim altına alınması amacıyla hazırlanmıştır.

Bu nizamnameye göre basımevi açmak isteyenler, padişahın kutsal haklarına, “devletin çıkarlarına” dokunan yayınları basmayacakları yolunda senet verdikten sonra, Dahiliye Nezareti’nden ruhsatname alabilmektedirler. Maarif, Matbuat Müdürlüğü memurlarıyla zaptiye görevlileri, gezginci kitapçılarla kitapçı dükkânlarım denetleyip arayabilirler.

Basımevinde çalışanlar için de ruhsatname alınacaktır. Her basımevi, bastığı kitap sayısını bildirmek ve Matbuat Müdürlüğü’nden istenildiğinde kullandığı basım araçlarının türünü, cinsini ve örneğini vermek zorundadır.

Basımevinin, çalışma sırasında kapısı yalnızca bir zemberekle kapalı olacak ve iki yanında yapılar varsa buralara pencere, kapı gibi geçitler bulunmayacak. Başka ülkelerde basılmış kitap ve dergilerle resim, madalya, arma gibi şeyler İstanbul’da Maarif Nezareti’nden, illerde valiliklerden ruhsat verilmedikçe Osmanlı ülkesine sokulamaz. Sokaklara asılacak ilanlar için belediyeden ruhsat alınır. Bu ilanları asan kişilerin de ruhsat tezkeresi almaları gerekir. Tiyatrolara asılacak ilanlar başka bir dilde yazılmışsa ilana Türkçe çevirisi de eklenmelidir…

Ancak bunlar bile yeterli görülmediğinden 1895’te yeni bir Matbaalar Nizamnamesi hazırlanır.

Kitap sansürüyle 1881’de “Meclis-i Maarif” yerine Encümen-i Teftiş ve Muayene adlı bir kurul görevlendirildi. Maarif Nezaretine bağlı olan bu kurulun görevi “Türkiye’de basılacak bütün dini kitaplar, risaleler, bilimsel ve edebi her çeşit basılı şeyler, siyasetle ilgili olmayan süreli risaleler, resim, levha, madalya ve armalarla Türkiye’ye girecek yabancı basının içeriğinin sakıncalı olup olmadığının gümrük ve postanelerdeki özel memurlar tarafından kestirilemeyen kitap vesairenin incelenmesi”ydi.

Ne var ki bir süre sonra kitap sansürü kurulu da II. Abdülhamid için yeterli gelmemeye başladı.  “Tetkik-i Müellefat Komisyonu” (1897) ve “Kütüb-ü Diniyye ve Şeriyye Tetkik Heyeti” (1903) oluşturuldu. Bu kurullar kitapları birer kez daha incelemekle görevlidirler.  Yani denetim ve sansür oldukça basamaklı, hiçbir şeyin gözden kaçırılmasına tahammülün olmadığı çok sıkı bir yapıya kavuşmuştur artık. Denetlenen her eser, zararlı olmadığına iyice emin olabilmek için birkaç kez denetlenmektedir. Kuruntu had safhaya ulaşmıştır.

Yasaklanan Sözcükler

II. Abdülhamid ve sansürAbdülhamid sansürünün ilginç özelliklerinden biri de belirli sözcüklere getirilen yasaklamalardır. Abdülhamid’in yasaklattığı sözcükler diye düzenlenen listelerin çoğu kez uydurma olduğu bilinmektedir. Zira hiçbir zaman böyle bir resmi liste olmamıştır. Ama her sansür memurunun hem korkudan hem de kraldan daha çok kralcı olması nedeniyle kuruntulu padişahın takıldığı ya da takılabileceğini düşünülen bütün sözcükler her türlü yayından çıkarılmıştır. Sansür kuruluna gönderilen 9 maddelik gizli yönetmelikte bu konuda herhangi bir açıklık olmamasına karşılık, sansürcüler yasak kelimeler listesini günden güne genişletmişlerdir. Ünlü romancımız Halit Ziya Uşaklıgil, “Kırk Yıl” adıyla yayımlanan anılarında o dönemi ve sansürü şöyle anlatmaktadır.

Günden güne değinilemeyecek konuların ve kalemin ucuna geldikçe atılacak sözcüklerin, hele ne türden olursa olsun saraya, yönetime, olup bitenlere işaret denebilecek sözlerin sayısı arta arta öyle bir toplama çıkmıştır ki, basın alanı artık içinde dolaşılamayacak kadar daralmış, kullanılabilecek sözcüklerin dili, ilkel bir kavramın dili kadar küçülmüştü. “Hürriyet, vatan, millet, zulüm, adalet” gibi elli, yüz sözcük ile başlayan yasak sözcüklerin gün geçtikçe toplamı kabaran yeni kovulmuş eşlerini öğrenmeli ve bunları her zaman hatırda tutarak, kalemin ucuna geldikçe pis bir böcek gibi fırlatıp atmalıydınız.

Ne var ki tüm bu dikkatine karşın Halit Ziya Uşaklıgil de sansür memurlarının hışmından kurtulmayı başaramadı. Kırık Kalpler adlı romanının sansür memurları tarafından büyük bir bölümünün sansüre uğrayarak delik deşik edildiğini görünce, II. Meşrutiyet ilan edilene kadar bir daha kalemi eline almadı.

İşte kullanılması yasak olan sözcüklerden birkaçı: Suikast, anarşi, dinamit, dinamo, infilak, kargaşalık, Kanun-u Esasi, müsavat, istibdat, beynelmilel, veliaht, cumhuriyet, mebus, yıldız ve padişahın büyük burnunu akla getireceği için burun!

Hüseyin Cahit Yalçın da Edebiyat Anıları’nda şunları yazıyor:

Bana merak olan nokta şudur: Acaba burun sözünün basında yasaklandığı Abdülhamid’e söylense çevredekiler bu dalkavukluğu, bu yasağı hangi yolla açıklayacaklardı? Yeryüzü halifesine, “Şevketli efendimiz, sizin pek biçimsiz bir burnunuz var da onun için bu sözü yasak ettik” mi diyeceklerdi. Herhalde onların ne diyeceklerini bilmem. Ama ben İzlanda Balıkçısı’nı çevirirken coğrafyayla ilgili burun sözü geldikçe “karaların denizlere doğru ilerlemiş bölümleri” diye yazıyordum.

Bir örnek daha: Tahttan indirilen V. Murat’ı akla getirecek Murat ve Muradiye sözcükleri kullanılamayacağı için, 1904 yılında Bursa’daki Muradiye Camii’nin onarımının bittiği ve açılış töreni yapıldığı haberi şöyle anlatılmaktadır: “Ebülfeth Sultan Mehmet Han Hazretlerinin pederi cennet makarlarının Bursa’daki cami-i şerifi mükemmelen tamir edilmiş…” Haberin konusu Muradiye Camii ama sansür yüzünden caminin adı hiçbir yerde geçmiyor!

En Tehlikeli Saltanat Düşmanı: Tahtakurusu

Dizgi yanlışları ve Arap harflerinin yazılışından “ileri gelebilecek” yanlış okumalar da sansürün denetiminden kaçmamaktadır. Denetimden kaçan yanlışlar da gazeteye, gazeteciye pahalıya mal olmaktadır. Örneğin “tahtakurusu” sözü, “tahtı kurusun” biçiminde okunabileceği için sansürce yasaklanmıştır. Devletin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi, “Hollanda kraliçesine bir nişan itası”nı (verilmesini) konu alan haberdeki “nişan itası” sözü “nişan hatası” olarak çıktığı için kapatılmıştır. Saraya verilen jurnale göre, böylelikle 12 yaşındaki bir çocuğa nişan verilmekle hata edildiği belirtilmek isteniyordu.

Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi gazetesi, İkinci Meşrutiyet’in ilanına (1908) kadar çıkmayacaktır…

Sansür kurulunun öküz altında buzağı aramak denilecek bu uygulamalarına verilebilecek başka bir örnek de Dr. Besir Ömer Paşa’nın Servet-i Fünun dergisinde yayınlatmak istediği yazının sansür kuruluna takılmasıdır. Konusu su olan yazı için seçilen resimde, bir adam çeşme başında dua etmektedir. Yazının denetiminden geçememesinin nedeni, duanın Müslümanlar açısından kutsal olması ve pek çok kişinin bu resimden “işimiz duaya kaldı” anlamını çıkartabileceğidir!

Sansür politikasının en büyük sonuçlarından biri de imparatorluğun eski dönemlerinde kültür merkezi olmak durumunda olan İstanbul’un bu özelliğini yitirmesi olmuştur. Kitap basımının zorlaşması ve önemsizleşmesi, Mısır’ın Bulak basımevinin ürünlerinin (hem Türkçe, hem de Arapça) değer kazanmasına sebep olduğu gibi, Al Cavaib gibi ünlü bir Arapça gazeteyi kapatıp yerine İstanbul’da kendi yayın organını yayınlayamamış olması sonucunda Kahire, İstanbul’un yerini alarak İslam dünyasının kültür merkezi olmaya başlamıştır.  Keza aynı şekilde 1880’lere kadar bir basımcılık merkezi olan Beyrut’un niteliğinin kaybettirilmesinde sansür uygulaması önemli bir rol oynamıştır. Çünkü kitapların ilk provaları sansür için doğrudan doğruya İstanbul’a gönderilirdi ve dizilmiş metinler çok uzun süre kullanılmadan beklemek zorunda kalırlardı. Böylece Beyrutlu yayıncılar yavaş yavaş Mısır’a yerleştiler ve İngiliz desteğiyle Mısır İslam dünyasının yeni kültür merkezi haline getirildi.

II. Meşrutiyeti’nin ilanından 31 Mart Olayı’na kadar basın yıllardır beklediği yazma özgürlüğüne kavuştu. Mizah dergileri Abdülhamid dönemini yeren karikatürlerle doldu taştı. Ne var ki 31 Mart Olayı’ndan sonra yeniden başlayan sansür uygulaması II. Abdülhamid dönemini aratmayacaktı.

8 Yorum

oflu için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.