Osmanlı’da Cellat, İdam ve İşkence

Her ülkenin tarihinde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemde de on binlerce suçlu ya da suçsuz insan cellatların pençesi altında ruhunu teslim etmiştir. Bazısı işlediği bir cinayetten dolayı, bazısı uğradığı bir iftiranın ya da bir kinin sonucu, bazısı devlete ihanet etmenin bedeli olarak, bazısı ise kurunun yanında yaş da yanar misali… Osmanlı’da padişahın yetkilerini kısıtlayan bir düzenleme olmadığı için kimisi de ağızdan çıkan bir “katledilsin” buyruğu ile. Şanslı olanlar boyunlarına geçirilen yağlı bir urgan ya da kafalarını uçuran bir satır ile canlarını verirken, şanssız olanlar ise uzun süren işkenceler altında inleyerek canlarını vermiştir.

Osmanlı Devleti’nde hangi suçlara ölüm cezasının uygulanacağının iki kaynağı vardı. Bunların birincisi şeriat hukuku idi ve kaynağı Kuran’dı. Diğeri ise sultanın kendi yetkisine dayanarak koyduğu yasalardan kaynaklanan örfi hukuk idi. Şeriat hukukunda ölüm cezası verilecek suçlar sınırlı idi. Yalnızca Allah’a karşı işlenen sınıfına dahil olan suçlara ölüm cezası uygulanıyordu. Örfi hukukun kapsamı ise daha genişti. Kanunnamelerle kimi zaman hangi suçlara ölüm cezası verileceği somutlaştırılsa da, yine de kadıların takdir yetkisi gayet geniş tutulmuştu. Ama asıl tehlike, padişahların hiçbir sınırlamaya bağlı kalmaksızın ölüm cezası verme haklarının olmasıydı.

Cellat sözcüğü Arapça kökenli olup, “kırbaçlayan, eziyet veren” anlamlarını taşımaktadır. Osmanlı’da cellatların piri olarak,  Hz. Muhammed döneminde bir katilin  başını gövdesinden ayıran Eyüb Basri kabul edilirdi.Osmanlı Devleti’nde cellatlık kurumu, başında bir cellatbaşının bulunduğu ve sayıları devrine göre değişen cellatlardan oluşurdu. Hepsi aslen Çingene olan bu cellatlar ve cellatbaşı, Bostancıbaşı’nın emrinde görev yaparlardı.  İdam edilecek kişi hakkındaki hüküm bizzat Bostancıbaşı’na tebliğ edilir, hakkında hüküm verilen kişi önemli bir kişiyse Bostancıbaşı idama mutlaka eşlik ederdi. İdamları cellatbaşı yeteneğine en çok güvendiği bir ya da iki cellatla infaz ederdi ki, bu cellatlara “cellat yamağı” adı verilirdi. Cellatlar hem dilsiz hem sağır olanlar arasından seçilirdi. Osmanlı cellatlarının dilsiz ve sağır olmasının nedeni, hükmü yerine getirirken kurbanın çığlıklarını ya da yalvarmalarını işiterek merhamete gelmemesi ve yaptığı infazı dillendirip işin gizliliğini açığa çıkarmaması içindi.

Bostancıbaşı Osmanlı sarayının en yüksek dereceli memurlarından biri olup, başlıca görevi emrindeki bostancılarla birlikte hem padişahın hem sarayın güvenliği sağlamaktı. Aynı zamanda İstanbul’daki tüm sahillerin ve limanların güvenliği ve düzeni yine Bostancıbaşı’nın sorumluluğu altındaydı.

Hüküm verilen kişi siyasi bir mahkum ise ceza yağlı kementle boğmak şeklinde infaz edilirdi. Kimi zaman hükmün infazından sonra suçlunun başı “şifre” adı verilen son derece keskin bir ustura ile gövdesinden ayrılırdı. Kesik başlar ise halka korku salmak için kişinin derecesine göre sergilenirdi. Vezir-i azamların, vezirlerin ve yüksek dereceli memurların kelleleri Topkapı Sarayı’ndaki ortakapının yanındaki mermer sütunun yanında gümüş bir tepsi içerisinde teşhir edilirdi. Diğer memurların kelleleri ise derecelerine göre ya tahtadan bir tepside ya da doğrudan yere bırakılarak sergilenirdi.

Osmanlı’da Kurumsal Olarak Cellatlık

Daha önceden sabıkası bulunan hırsızlar, özelikle gece soygun yapanlar çoğu zaman suçu işledikleri semtte, hatta girip soydukları evlerin ya da dükkanların önünde asılırdı. Katiller için ise ceza çok daha ağır olup, çoğu zaman işkenceden geçirilerek öldürülürdü. Keza askerler de askerlikle ilgili alametleri söküldükten sonra başları kesilerek öldürülür ve cesetleri ayaklarına taş bağlandıktan sonra denize bırakılırdı. Askerlerin cesedinin denize atılmasının nedeni, diğer askerlerin cesedi görmesini engelleyerek devlete karşı olası bir isyanı önlemekti. Eğer mahkumun gizlediği bazı mallar olduğu düşünülüyorsa yerlerini söyletmek için idamdan önce cellatlar yine işkence ile mahkumu konuşturmaya çalışırlardı.

Hakkında idam hükmü verilenler, ferman çıkıp da infaz edilene kadar Bostancıbaşı’nın gözetimine verilirdi ki, buna “Bostancıbaşı hapsine verilmek” denilirdi.  Bu bekleme süresinin sonunda idam hükmünden kurtulanlar çok enderdi. Örneğin İkinci Mahmut, “O genç ve güzel başa kallavi pek güzel yakışıyor, kıyamam” diyerek Sadrazam Rauf Paşa’nın idam fermanını vermemişti. Keza sarayın bahçesinde bulunan hapishaneye “fırın” adı verilirdi ve “fırına götürün” demek “hükümlüye işkence uygulayın” anlamını taşırdı.

Her şeyden önce, tarihteki bir olayı ya da olguyu değerlendirirken bugünün koşullarına göre değil, dönemin koşullarına göre değerlendirmek gerekir. İşkence, o dönemlerde yalnız Osmanlı İmparatorluğu’nda değil tüm dünyada uygulanan sıradan bir yöntem olarak görülüyordu. Osmanlı’nın diğer Avrupa devletlerinden belki de tek farkı, işkenceyi belli yasalara bağlamış olmasıydı. Özellikle 1826 Tanzimat Fermanı’na kadar geçerliliğini koruyan İkinci Bayezid’in ‘‘Umumi Kanunname’’sinde işkencenin hangi durumlarda ve kimlere yapılacağı bütün ayrıntılarıyla belirtiliyordu. Uygulamada kadın-erkek ayrımı yapılmamış, işkence hem bir soruşturma hem de infaz yöntemi olarak kullanılmıştır. İkinci Bayezid’in ‘‘Umumi Kanunname’’sinin 32. maddesi günümüz Türkçesiyle şöyledir:

Bir kimsenin üstünde ya da evinde çalıntı bir eşya bulunursa, eşya o kişi tarafından satın alınmışsa satanı bulduralar. Satan bulunamazsa ve önceden de hırsızlıkla suçlandıysa kadıya götürüle ya da bir başka yerde bulduğunu kanıtlayana değin işkence yapıla. Ama suçu kesinleşmeden önce ölmemesi için işkencede dikkatli davranıla ve işkencede ölenin dosyası kapatıla…

Bunun gibi birçok maddede işkencenin nasıl yapılacağı ya da hangi suçlara ne ceza verileceği belli kurallara bağlanmıştı. Örneğin bir ara kamuoyu tarafından oldukça tartışılan “tecavüzcüyü hadım etme” önerisine aynı kanunnamenin 26. maddesinde rastlıyoruz: “Kız ya da oğlan (!) kaçırıp tecavüz edenin cinsel organı kesile…” 

Osmanlı’da İşkence Yöntemleri

Osmanlıda işkence yöntemleri arasında kuşkusuz falaka en hafifiydi. Diş ve tırnak sökmekten, suçlunun bedenini demir keselerle keselemek gibi, suçu itiraf ettirebilmek için birçok yöntem kullanılmıştı. Cezanın hemen infazının yanısıra işkence ile idam etme yöntemi vardı ki, bunlar genelde üç türlüydü:

  • Kazığa oturtmak
  • Çengel
  • Çarmıh

Kazığa oturtarak öldürmek mutlaka korkunç acılar veren bir idam yöntemiydi. Mahkum önce anadan doğma soyulur, sonra elleri ve ayakları sıkıca bağlanırdı. Gayet sert ve yaklaşık bir insan bileği kalınlığındaki kazığa oturtulan mahkumun omuzlarına bir çift yağ mumu dikilir, bu halde gezdirilerek halka teşhir edilirdi. Bu ceza genelde devlete isyan edenler ile korsanlara uygulanırdı.

Çengel cezası İstanbul Eminönü’nde uygulanırdı. Bir insan boyundan daha yüksek kalın kalaslardan oluşan bu yapıda insan boyunu aşan kısımlarının çeşitli yerlerinde sivri, keskin, tarak biçiminde bir sıra halinde başları yukarıya dönük çengeller bulunurdu. Kazık cezasında olduğu gibi mahkum yine çırılçıplak soyulup elleri ve ayakları sıkıca bağlandıktan sonra palangalarla çengelin yukarısına çekilir ve birden çengelin üzerine bırakılırdı. İçlerinden şanslı olanlar canını o anda verirken, çoğunlukla mahkum hemen ölmez, müthiş acılar ve feryatlarla günlerce ölümün gelmesini beklerdi. Ve nihayetinde acıkmış ve susamış halde acıdan kıvranarak can verirdi. Bu ceza genelde korsanlara uygulanırdı. Akdeniz seferlerinden dönen kaptan paşaların yanında neredeyse her zaman yakalanan korsanlar olurdu. Bunların bir kısmı kadırga direklerine asılırken geri kalanlar çengel için bekletilirdi.

Çarmıh cezası ise çoğunlukla casuslara uygulanırdı. Diğer cezalarda olduğu gibi mahkum yine anadan üryan soyulur, kolları ve bacakları açık halde yüzüstü biçimde bir çarmığa gerilirdi. Kaba etlerinin bulunduğu bölgeler ile omuz başları bir bıçak ile oyulduktan sonra buralara yağ mumları dikilerek bir devenin üzerinde gezdirilerek yine halka teşhir edilirdi. 17. yüzyılın ortalarında İstanbul’da yakalanan casusların Abaza Mehmet Paşa tarafından idamı çarmıh cezası uygulanışına bir örnektir.

Osmanlı cellatıİşkence ile idamın bu üç genel uygulanışın yanısıra ender de olsa sıradışı yaratıcı idam biçimlerine rastlamak da olasıdır. Örneğin 16. yüzyılın sonlarında Bostancıbaşı Ferhat Ağa’nın genç bir yeniçeri için uyguladığı top cezası gibi. Genç bir yeniçeri bir imamın karısını kandırarak kaçırmış, kadının saçlarını kestirdikten sonra erkek kıyafetine sokarak bir süre yanında gezdirmişti. Üsküdar’da yakalandıktan sonra Tophane’ye getirilen bu yeniçeri için Ferhat Ağa kazık, çengel ya da çarmıh cezasını yetersiz görerek sıradışı bir yöntem uygulamıştı. Yine anadan doğma soyulan yeniçerinin bilek, diz, ayak, dirsek mafsalları demir çekiçlerle kırıldıktan sonra yeniçeri yağlı paçavralara sarılarak bir havan topunun namlusuna tıkılmış, havan topunun ateşlenmesi ile parçalanan bedeni havaya savrulmuştu.

Osmanlı işkenceleri içinde elbette Mankurt gibi geleneksel Türk işkenceleri de unutulmamıştı. Avarlar’dan Osmanlı’ya kadar ulaşan Mankurt işkencesini ünlü  Kırgız yazar Cengiz Aytmatov da kitabında anlatır:

Önce tutsağın kafasındaki saçlar tamamen kazınır. Ardından bir devenin boyun bölgesinden alınan yaş deri parçası tutsağın kafasına sıkıca geçirilir. Kafasına deri geçirilen kurbanın başını yere sürtmesini engellemek için de boyuna tahta kalıp takılır ve sonra ıssız bir yere götürülür. Kolları, bacakları bağlı kurban orada güneşin altında, aç susuz birkaç gün kalır. Kafaya geçirilen deve derisi bu süre içinde iyice kurur ve büzüşerek kafayı daha da sarar. Kurbanın kazınan saçları yeniden çıkmaya başlayınca, bu sert deve derisini aşamayıp kafatasının içine doğru ilerlemeye başlar ve kurban büyük acılar içinde çığlık atmaya başlar. Mankurt işkencesine maruz kalanların çoğu bu acıya katlanamayıp ölür. Hayatta kalmayı başaranlar ise belleklerini yitirerek geçmişlerini anımsamayan birer mankurt yani bilinçsiz köle olurlardı. Kurbanların ölüm nedeni açlık, susuzluk değildir. Zavallılar başlarına geçirilen taze deve derisinin güneş altında kuruyarak büzülmesi sonucu acıya katlanamadıkları için ölürlerdi.

Başta dediğimiz gibi bazen de mahkumları konuşturmak için işkence yapılırdı. Cellatlar tarafından uygulanan bu işkencelerin başlıcaları ise şunlardı: Mahkumun derisini diri diri ustura ile yüzmek, sinirlerini cımbızla çekmek, başlarını traş ederek ateşte iyice kızıllaştırmış bir demir tası başlarına geçirmek, kemiklerini demir çekiçler ile kırmak, bedenini delip uzuvlarına sonda yapar gibi burgular sokmak, kaynayan sudan buz gibi suyun içine sokmak… Bu işkencelerinden uygulandığı kişilere örnek olarak 17. yüzyıl defterdarlarından Yahnikapan Abdülkerim Paşa ile Sadrazam Melek Ali Paşa’nın kethüdası Gadde örnek olarak gösterilebilir.

Bir devlet büyüğü idama mahkum edilince idam fermanını tebliğ eden Bostancıbaşı onun eteğini öperek hürmetini gösterir, teselli etmeye çalışır ve aptes alarak iki rekat namaz kılmasına izin verirdi. Viyana kuşatmasındaki başarısızlıktan sonra idam hükmü kendisine tebliğ edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa namazını kıldıktan sonra “bedenim toprağa düşsün” diyerek odasındaki kilimleri kaldırtmış, uzun sakallarını sıvazlayarak celladın kemendi boynuna geçirmesine yardım etmiştir.

Fakat idam kararı tebliğ edildikten sonra soğukkanlı biçimde hükmün infaz edilmesini beklemeyenler de olmuyor değildi. Örneğin 17. yüzyıl Osmanlı vezirlerinden Hezarpâre Ahmet Paşa celladı karşısında bulunca “vay kâfir kahpe oğlu!” diye bağırarak karşı koymuştu. Sürüklene sürüklene ahıra götürülen Ahmet Paşa’nın başındaki kavuğu cellat alıp kendi başına, kendi başındaki kirli kavuğu paşaya takmış, paşayı yere çökerttikten sonra yağlı urganı boynuna geçirmişti.

Yine aynı şekilde Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa da idam hükmüne karşı direnenlerin arasındadır. Hürrem Sultan ve damadı Rüstem Paşa’nın sözlerine inanarak Şehzade Mustafa’nın kendisini tahttan indirmeye çalıştığını düşünen Kanuni, 1553 yılında İran seferi sırasında Şehzade Mustafa’yı otağına çağırır. Şehzade Mustafa, Kanuni’nin otağına geldiğinde karşısında Sultan Süleyman yerine saraydaki infazları gerçekleştiren dilsiz cellatları bulur. Cellatlar birçok kişi için umut olan, Osmanlı hanedanının en cesur sultanını öldürmeyi başarırlar.

Yüksek dereceli memurların idamı, kan dökmeme kuralına uygun olarak genellikle boğarak yerine getirilse de, bazen bu yasağa uyulmayarak hükümlüyü aşağılamak amacıyla başının kesilmesi ya da hançerlenmesi gibi yöntemlere başvurulduğu da olurdu.

İstanbul dışındaki siyasi mahkumların idamı için ise bizzat cellat gönderilirdi. İstanbul’daki idamlardan farklı olarak hangi idam biçimi uygulanırsa uygulansın, mahkumun başı idamın ardından mutlaka kesilirdi. Bunun nedeni, verilen idam hükmünün yerine getirildiğinin kanıtlanmasıydı. İdamın ardından mahkumun başı bozulmaması için bal doldurulmuş kıldan bir torbaya konulurdu. Celladın İstanbul’a getirdiği bu baş yıkandıktan sonra teşhir edilir ardından toprağa gömülürdü.

Cellatlar ve Cellat Mezarları

Cellat MezarıOsmanlı tarihinde adı en bilinen cellatlar ise 17. yüzyılda Kara Ali, onun yamağı Hammal Ali ve Kara Ali’nin ardından baş cellat olan Süleyman’dır. Evliya Çelebi anılarında Kara Ali’nin portresini çizerken “yüzünde nur kalmamış adam” betimlemesini kullanmaktadır. Osmanlı’da cellatlık mesleğinin tepe noktası kabul edilen Kara Ali’yi üne kavuşturan ise Sultan İbrahim’in katliydi. Kara Ali, Sadrazam Sofu Mehmet Paşa’dan aldığı buyrukla  eski velinimeti Sultan İbrahim’i infaz etmek için bulunduğu hücreye girmiş, ancak haykırışlarına dayanamayınca  hücreden kaçmıştı.  Fakat Sadrazam Sofu Mehmet Paşa tarafından dövüle dövüle tekrar odaya girmek zorunda kalan Kara Ali, gözyaşları içinde eski velinimetini boğarak infaz etmek zorunda kalmıştır.

Tüm bağlılıklarına ve yüzlerinde nur kalmamasına karşın Osmanlı tarihinde cellatların verilen emri uygulamaktan kaçındıkları, daha doğrusu utandıkları da olmuştur. Adını binlerce insanı katlettirip kuyuya doldurmasından alan devşirme Kuyucu Murat Paşa, saray tarafından Anadolu’da yoksul köylülerin çıkardığı Celali isyanlarını bastırmak için görevlendirilir. Yakalananlar arasında bulunan ufak bir çocuğun katledilmesini emreder. Ama cellatlar saklanarak emri yerine getirmez. Emrinin yerine getirilmediğini öğrenen Kuyucu Murat Paşa bu sefer yeniçerilere çocuğu öldürmelerini emreder. Fakat yeniçeriler de “Cellatlar bile kıyamadı, biz nasıl kıyalım?” diyerek onlar da emri yerine getirmez. Çocuğu öldürecek kimsenin kalmadığını gören Kuyucu Murat Paşa sırtındaki kürkü çıkarır ve kendi elleriyle çocuğu boğarak kuyuya atar. Naima tarihinde yazdığına göre Kuyucu Murat bu sırada 90 yaşını aşmıştır.

Uğursuz bir gelenek olarak, infaz edilen kişinin üzerindeki tüm eşyalar celladın malı olarak kabul edilir ve bu mallar yılda bir ya da iki kez düzenlenen ve “cellat mezadı” adı verilen mezat ile satılırdı. Bu eşyaların uğursuz olduğuna inanıldığından halk rağbet etmez, bu eşyalar gerçek fiyatının çok altından alıcı bulurdu. Eğer bir gün yolunuz Eyüp’e düşer de Pier Loti’ye uğrayacak olursanız, birkaç yüz metre daha ilerleyip Karyağdı Baba Türbesi’ni de ziyaret edin. Buradan yaklaşık yüz metre ileride Osmanlı tarihinin en sessiz ve sapa mezarlıklarından birine, cellat mezarlarına rastlarsınız. Anadolu insanı para için başkasının canına kıyan bu insanların mezarlarının bile kendilerine yakın olmasını istememiş, cellatlar öldükten sonra eski İstanbul’un en ücra yerlerinden biri kabul edilen Karyağdı tepesindeki bu mezarlığa gömülmüşlerdir.

Cellatların mezar taşları son derece kaba, yontulmamış ve dayanıklı taşlardan ibarettir ve günümüze ancak 4-5 tanesi ulaşabilmiştir. Cellatların mezar taşlarında hiçbir şey yazmaz. Bu, maktulün geride kalan yakınlarının mezarları tahrip etmesi ya da  mezar taşındaki bilgilerden yararlanarak celladın geride kalan akrabalarına ulaşıp zarar vermesini önlemek içindir. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte normal faniler de bu mezarlığa gömülmeye başladığından, artık cellatlar ile sıradan halk iç içe ebedi uykusunda birlikte yatmaktadır. Sultan Abdülmecit döneminde sarayda cellat bulundurulması geleneğine son verilmiş ve Cellatlar Ocağı da zamanla tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolup gitmiştir.

Kaynakça:

  • Prof. Dr. Ahmet Mumcu, “Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl”
  • Reşat Ekrem Koçu, “Tarihimizde Garip Vakalar”
  • Ali Yıldırım, “Bir Celladın Anıları”
  • Naima, “Naima Tarihi”
  • Erhan Afyoncu, “Kanuni ve Şehzade Mustafa”
  • Önder Kaya, “Eyüpsultan Sempozyumu VIII”
8 Yorum

Deniz için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.