Şeyh Sait Neden Ayaklandı, Sonuçları Ne Oldu?

Kendi adıyla anılan ayaklanmanın lideri olan Şeyh Mehmet Sait Efendi, 1865’te Palu’da doğdu. Dedesi Ali Septi de, babası Mahmut da kendisi gibi şeyhti. Dedesi Şeyh Ali Septi çok uzun yıllar önce Palu’ya yerleşmiş, burada büyük bir nüfuz kurmayı başarmıştı. Şeyh Sait de babası ve dedesi gibi medresede bedi, fıkıh, istiare, sarf ve nahiv okuduktan sonra, şeyhliğin yanısıra bölgenin geleneklerine uyarak ticaretle de ilgilenmeye başladı. Hayvancılıkla uğraştı ve sürülerinin satımından bir hayli gelir elde etti. Yalnızca sürülerini otlatmakla görevli 100’ü aşkın çobanı vardı.

Doğuda, o yıllardaki şeyhlik kurumunu yalnızca dini bir kurum olarak görmemek lazımdır. Şeyhler tekkelerinde oturan, müritlerinin kendilerine getirdiği armağanlarla geçinen yaşlılar değildir. Ata binen, kılıç kullanmakta usta, gözüpek derebeyleriydi aynı zamanda. Müritlerinin üzerinde ayrıca sağlam otorite kurarlardı.  Şeyh Sait’in böylesine zenginleşmesi, sürülerine her yıl yenisini eklemesi elbette cahil yöre halkının cennetteki yerlerini sağlamlaştırmak için kendi hayvanlarını seve seve ona armağan etmelerinin sonucudur. Şeyh aynı zamanda orada devlettir. Bu nedenle bu armağanlar da bir bakıma vergi sayılabilirdi. Kuzeydeki meralarda yetiştirdiği bu sürüleri satmak için güneye götürürken bölge ahalisinin neredeyse tamamını  tanımış, birçok Nakşibendi şeyhinden çok daha büyük bir nüfuz kurmuştu. Beşi kız, beşi erkek toplam on çocuğuyla Şeyh Sait, adeta bir haneda­nlığın başında gibiydi.

Şeyh bu arada bölücülük çalışmalarının da içerisinde bulundu. 1924 Eylülünde patlak veren ve ordu birliklerimizce bastırılan Nasturi İsyanı’nda rol oynadıysa da, kanıt yetersizliğinden hakkında bir işlem yapılamadı. Uzun süredir süren bağımsız Kürdistan kurma çalışmalarında liderlik görevlerini yüklenenlerden biriydi. Oğullarıyla birlikte, çevredeki otoritesinin de gücüyle, hazırlıkları tamamlamaya çalışıyor ve İstanbul’daki grubun dış destek sağlama çalışmalarından bir sonuç elde edilmesini bekliyordu.

Şeyh Sait İsyanı’nın Nedenleri

Türkiye’nin laik bir kimlik alması, saltanattan sonra hilâfet kurumunun kaldırılması ve halifeyle birlikte hanedan üyelerinin de yurt dışına çıkarılması üzerine, çeşitli kaynaklardan destek gören gerici hareketler, yurt içinde ve dışında gizlice çalışmalara başlamışlardı. Devrimlerin uygulamaya konulmasından sonra, yurt içindeki gerici çevrelerde duyulan hoşnutsuzluk ve bu çevrelerin dışardaki kuruluşlarla işbirliğinde bulunarak oluşturulan yeni düzene karşı gizli hareketler örgütlemeleri, 1920’li yılların ikinci yarısında, Türkiye’nin bazı bölgelerinde çıkacağı hissedilen karışıklıkların ön habercileri niteliğini taşıyordu.

Özellikle Doğu Anadolu’da uzun yıllardan beri süregelen gizli bölücülük hareketlerinin, bu gerici çevrelerle işbirliği yapıp dışarıdan sağlanan desteklerle eyleme dönüşmesi ve bölgede ayrı bir devletin kuruluşuna ilişkin planların uygulanmaya geçilmesi için gerekli ortam hazırlanıyor ve yurt içindeki örgütlenme tamamlanarak, dış ilişkiler kurulması dönemi başlıyordu.

Şeyh Sait İsyanı’nın diğer bir nedeni de, saltanat ve hilafetin kaldırılmasına ve diğer Cumhuriyet devrimlerine karşı olanların Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda kümelenmesiydi.  Partinin adında gerçi “ilerici” ve “cumhuriyet” sözcükleri geçiyordu ama adını oluşturan bu sözcüklerin partinin ideolojisiyle hiçbir ilgisi yoktu.  TCF muhafazakardı, cumhuriyetçi değil. Saltanat özlemi çekenler, hilafet yanlıları gibi tüm rejim düşmanları partiye sızmış, “dinimizi kurtaralım” sözlerini dillerinden düşürmez olmuştular. TCF’nin halk üzerinde büyük bir etkisi vardı. TCF paravanı arkasından çalışmayı daha akıllıca bulan bu karşıdevrim yandaşları, yurt çapında yoğun bir propagandayla ehli dini devrimlere karşı konumlanmaya çağırıyor, halkı dini duyguları kullanarak tahrik ediyor,  bu ise Şeyh Sait gibi gericilere ayaklanmak için cesaret veriyordu. Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy,Refet Bele gibi partinin önde gelenlerinin Cumhuriyet’le bir sorunu olmasa da, alt tabakalar nedeniyle TCF farkında olmadan hem isyanın nedenlerinden, hem en büyük destekçilerinden biri olarak kendini bulacaktı.

İsyanın nedenlerinden birinin de bölgede bağımsız bir Kürdistan kurmak isteği olduğu, ayaklanmanın bastırılmasından sonra yakalanan asilerin ifadelerinden anlaşılmaktadır. Eğer önceden tutuklanmamış olsaydı, ayaklanmanın silahlı ko­mutanlığı görevini Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti (Kürt Bağımsızlık Derneği) Başkanı Albay Cibranlı Halit’in yürütecekti ki, derneğin tek amacı bağımsız bir Kürdistan kurmaktı. Damadının tutuklanması ile Şeyh Sait zorunlu olarak isyanın başına geçmişti. Şeyh Sait de amansız bir Türk düşmanıydı ve “Bir Türk öldürmek, yetmişgavur öldürmekten daha er­demli bir harekettir (efdaldır)” sözüyle bunu göstermişti. Ayaklanmanın elebaşlarından Bitlisli Kemal Feyzi de ifade­sinde “Ben bağımsız bir Kürdistan kurulması için çok çalıştım” demiş ve bu amaçla yıllarca aşiretler içinde, illerde uğraştığını eklemişti. Kemal Feyzi bu amaçla 1921’de iki Ingiliz subayıyla birlikte Kürdistan dedikleri bölgeyi dolaşmış,halkı isyana davet eden bildiriler dağıtmıştı. Keza aynı şekilde Şırnak Aşiret Başka­nı Abdurrahman Ağa’nın Bağdat’taki İngiliz Başkomiserliğine silah desteği sağlamak için gönderdiği mektuptaki “Bağımsızlığımızın sağlanması konusunda gizli yardımda bulunulacağı umudunu taşımaktaydık” ifadeleri bölgede bağımsız bir Kürdistan kurulmasının amaçlandığını göstermektedir.

İşte, Cumhuriyet tarihimizin en önemli iç ayaklanmalarından biri olan Şeyh Sait Ayaklanması, böyle bir ortamda başlayarak gelişti ve başlangıcında olduğu gibi bitiminde de çok yönlü sonuçlar doğurdu.

seyh_sait_isyani

İsyanın Gelişimi

Sonradan tarihlerimize “Şeyh Sait Ayaklanması” olarak geçen isyan, 13 Şubat 1925’te patladı. Palu’daki dedesinin mezarını ziyaret için Hınıs’tan yola çıkan Şeyh, o zaman Elazığ’a bağlı olan Eğil bucağının Piran Köyü’nde bir süre dinlenmek için bir eve yerleşti. Yanındaki adamlarından 10’u hakkında cinayetten tutuklama emri bulunduğundan, bu kişileri yakalamak için köye gelen Üsteğmen Hüsnü Efendi komutasındaki bir jandarma müfrezesinin üzerine ateş açılması, isyanı başlatan kıvılcım oldu.

Aslında isyan erken başlamıştı. Hazırlıklar tam bitirilmemiş olduğu halde, olayların birden bu şekilde gelişmesi, Şeyh Sait ve adamlarını geriye dönülmesi olanaksız bir yola çıkartmıştı ve hareketin sürdürülmesi gerekiyordu.

Gerçek niyetlerini “Din elden gidiyor”, “Türkiye saltanatsız ve hilafetsiz olamaz” gibi sloganların ardına gizleyen asiler, ellerinde yeşil bayraklar ve Kur’an’lar olduğu halde isyanı genişletme harekâtına girişerek Genç vilayetinin bir kazası olan Darahini’yi ele geçirdiler. Valiyi ve resmi görevlileri tutsak alan Şeyh Sait, yayınladığı bildiri ile tüm vergilerin artık Genç’te toplanacağını, tüm dinsel ve dünyevi yetkilerin kendinde olduğunu duyurdu. Mistan aşireti lideri Faki Hasan’ı da kaymakamlığa atadı.

20 Şubat’ta Palu düştü. Ertesi gün, hareketi bastırmakla görevlendirilen iki süvari alayının asilerce esir edilmesinden sonra, Elazığ yolu açılmış oluyordu. Birkaç gün sonra Elazığ da isyancıların eline geçti ve şehirde büyük bir yağma başladı.

Ayaklanma haberi Ankara’da duyulduğunda yöredeki birliklerce bu­nun bastırılacağı düşünülmüştü. Bu nedenle 2. Tümen Komutanı ve Bitlis Vali Vekili Kâzım Dirik bu işle görevlendirilmişti. Ancak ayaklanmacılar karşılarına çıkan askeri birlik­leri yenerek ilerlemeye devam edince, daha geniş önlemlerin alınması ve daha büyük güçlerin harekete geçirilmesi zorunlu olmuştu. Mustafa Kemal’in İnönü ve Ge­nelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’la yaptığı toplantıda, ayaklanmanın süratle bastırılması için girişilecek askeri hareketin ayrıntıları saptan­dı, Şeyh Sait İsyanı’nı bastırma
görevi Ordu Müfettişi Kâzım Orbay komutasındaki birliklere verildi.

Diyarbakır Kuşatması Yolun Sonu Oluyor

İsyancıların başarıları, Diyarbakır’ı kuşatmalarına kadar sürdü. Şeyh Sait Diyarbakır kuşatmasını bizzat yönetiyordu. Fakat Fakat Ordu Komutanı Kâzım Orbay ile Kolordu Komutanı Mürsel Bakû komutasındaki Türk ordusu tüm saldırıları püskürtmeyi başardı. Her ne kadar bir grup isyancı kente sızmayı başarsa da, varlıkları fark edildi ve 7-8 Mart tarihleri arasındaki ağır çatışmalarda neredeyse hepsi öldürüldü. Şeyh Sait için Diyarbakır dönüm noktasıydı ve kuşatmanın başarısız olacağını anlayınca geri çekilmek zorunda kaldı. Bu arada Elazığ’da yaptığı yağma nedeniyle diğer Kürt aşiretleri de artık Şeyh Sait’e sırt çevirmişlerdi. Örneğin, Taban, Varesizi, Miran, Devriye, Pişri, Alevkân, Reşan,Serbatan kabile ve aşiret başkanlarının imzalanyla Cizre’den çekilen
telgrafta, “Şeyh Sait adlı hain”in hükümete karşı ayaklanması yerilerek şöyle deniliyordu: “Her türlü lekeden arınmış olarak Cumhuriyet hükümetimizin emir­lerine bağlı ve vatan hizmeti yapmaya hazır olduğumuzu arzederiz.”

Hükümet kuvvetleri 26 Martta üç koldan Varto, Elazığ ve Diyarba­kır’a doğru harekete başlamışlardı. Böylece  Piran, Hani, Palu, Çapakçur (Bingöl) ve  Darahani arka arkaya ele geçirilmişti. Bozguna uğra­yan ayaklanmacı liderlerinden bir kısmı Irak’a sığınmış, içlerinden Üsteğmen Mihri de hükümet kuvvetlerine sığınarak Şeyh Sait hakkında bilgiler vermişti. Yanında kalan 400 kişi ile İran’a sığınmaya karar veren Şeyh Sait, Muş Ovasına doğru hareket etmişti. Ancak Bnb. Kasım tes­lim olma yanlısıydı. Grup Murat Nehri üzerindeki  Abdurrahman Paşa Köprüsü’ne vardığında Şeyh Sait, Bnb. Kasım’ın hazırladığı tuzak sonu­cu hükümet kuvvetlerine yakalandı.

Bu olayı Diyarbakır’da daha sonra gazetecilere şöyle anlatacaktı:

Her taraf karla kaplıydı. Ordu birliklerinin bu dönemde karşımıza çıkacağını düşünmüyorduk. Ama yetiştiler. Çoğumuz Menesküt kazasında toplanmıştık. Bir karar almak zorundaydık. Önce Van’a gitmeyi, orda Nuh Bey’i bulmayı düşündük. Van’dan kolaylıkla İran’a veya Irak’a geçebilirdik. Ama Van’a bu karlar arasında gitmek güçtü. Yolda öldürülebilirdik. Artık her taraf askerle dolmuştu. Sonunda askere teslim olmayı kararlaştırdık. En yakınımızdaki büyük komutan Osman Nuri Paşa’ydı. Ona haber gönderdik.

Şeyh Sait idam sehpasındaOsman Nuri Koptagel Paşa, isyancıların teslim olma dileğini öğrenince güçlü bir kuvvetle onların yanına giderek hepsini Cumhuriyet hükümeti adına yakalamıştı, Şeyh Sait bu yakalanma için, “Tüfeklerimizi ve paralarımızı aldılar” diyordu. Paşa gerçekten bunları almış ve bir zapta geçirerek Diyarbakır’da İstiklal Mahkemesi’ne bildirmişti.

Bu tutuklamanın olduğu gün Ankara’da da son bildiri yayınlanmıştı. Artık ayaklanma bölgesinde askeri harekatın tamamlandığı açıklanıyor, sadece orada burada kalmış isyancıların toparlanacağı bildiriliyordu.

Anadolu’nun doğusunda bu olaylar sürerken, isyancıların İstanbul’daki bir kolu da, İngiltere’yle ilişki kurarak gelecekteki bir Kürt devletine gereken zemini hazırlamaya çalışmışlardı. Eski şurayı devlet reislerinden (Danıştay Başkanı) Seyit Abdülkadir ve arkadaşlarının oluşturduğu bu grup, ayrıca asilere gerekli silah, para, bildiri gibi ihtiyaçları da sağlama çabasındaydı. Harekat sırasında sürdürülen soruşturma sonucunda, bu kişiler de kanıtlarla birlikte İstiklal Mahkemesi’ne sevk edildiler.

İsyancıları 19. Alay Diyarbakır’a getirmişti. Hepsi at üzerinde ve yanlarında bir de süvari vardı. Diyarbakır’da onlarla ilk konuşmayı Kolordu Komutanı Mürsel Paşa yaptı.

26 Mayıs sabahı isyancıların yargılanmasına başlandı. Savcı Süreyya Bey onları şöyle suçluyordu: “Şeyh Sait yüzlerce ve binlerce askerin, halkın, Müslümanların can ve mallarını alan ayaklanmayı yönetmiştir. İnatçı bir mezhep izleyicisi ve vatan hainidir.”

Mahkeme çalışmaları şeffaftı ve yerli-yabancı çok sayıdaki gazeteci davaları izliyor, fotoğraf ve film çekimi yapıyorlardı. Görülen ilk dava, Seyit Abdülkadir ve adamları hakkındaydı.  Abdülkadir, eskiden beri bağımsız bir Kürdistan için çalıştığını, bu amaçla yabancı elçiliklerle görüştüğünü kabul etmekle birlikte, son ayaklanma ile ilgisinin bulunmadığını öne sürmüştü. Buna karşın oğlu Mehmet, “Kürtlük lehine hükümete karşı nümayiş” yaptıklarını, Anado­lu’daki Kürt kulüpleri ile haberleşmek için şifre kullandıklarını kabul etmişti. İkisinin de cezası idam olacaktı.

Şeyh Sait, ilk soruşturma sırasında Savcı Süreyya Örgeevren’e ken­disinin şeriat yanlısı olduğunu ancak Kürtçülükle ilgisinin bulunmadığını,  ayaklanmanın daha önce düşünülmediğini söylüyor ve kendisini affettirmeye çalışıyordu:

Ben adalet istemiyorum: merhamet, atıfet istiyorum. Adalet uygulanırsa benim halim nice olur? Beni sizin buyurduğunuz gibi bir yerde, bir şehirde ikamete memur kılsalardı olmaz mıydı?

Sürgüne razı olan Şeyh Sait af dileniyordu ama mahkemenin bu yetkisinin bulunmadığını anlayınca, kalan duruş­malarda yalnızca şeriat istediğini söyleyerek kendisini savunacaktı.

Şeyh Sait neden ayaklandığını mahkemede şöyle anlatıyordu:

Çocukluğumda medresede Şafiiliğe ait bilgileri aldım. Şeriat hükümlerine göre, şeriat yozlaştırılırsa ayaklanma gerekir. Alınyazım beni bu ayaklanmanın içine soktu. Sebilürreşat ve Tevhidi Efkâr gazetelerini okudukça dinsizlere karşı nefretim daha da artıyordu. Şeriat uğruna ölürsek, öteki dünyaya dinsiz gitmeyeceğimiz inancı içindeydik.

Savcı Süreyya Özgeevren, ‘‘Şeyh Sait ve arkadaşlarının ifadelerinden onların ayaklanmalarında bazı gazetelerin ve yazarların etkisi olduğu ileri sürülüyor. Onların da yargılanmaları gerekir” deyince Savcının bu isteği kabul edilerek 6 gazete kapatılacak, 10’a yakın gazeteci Diyarbakır İstiklal Mahkemesi karşısına çıkarılacaktı.

Şeyh Sait’in sorgusu sürüyordu. Başkan Mazhar Müfit sordu: “İslamiyet’in yozlaştırıldığını ileri sürüyorsunuz. Ayaklanma gerekliydi diyorsunuz. Sizler pek çok insan öldürdünüz, bu günah değil mi?”

Şeyh Sait bunun günah olduğunu kabul etti.

…Ve Kolordu Komutanı Mürsel Paşa da ona soracaktı: “Din kalktı diyorsun. Namazını kılmıyor muydun, camilerde ezan okunmuyor muydu?”

Şeyh Sait ibadete kimsenin karışmadığını söyledi. Sonra başını eğerek şöyle konuştu: “Fena yaptık. Bundan sonrası iyi olur inşallah!”

Şeyh Sait ayaklanmaya kaderinin kendisini sürüklediğini öne sürmüştü. Ama ele geçen mektuplar da onun birçok şeyhi ayaklandırmaya özendirdiğini belgeliyordu.

Savcı Süreyya Bey 27 Haziran günü iddianamesini okudu ve Şeyh Sait ile 50’den fazla arkadaşının idamını istedi, öğleden sonra da sanıkların son savunmalarına geçildi. Şeyh Sait suçsuzluğunu öne sürüyor ve serbest bırakılmasını istiyordu. Ama diğer arkadaşları öyle konuşmuyorlardı. Kendilerinin ayaklanmaya Şeyh Sait tarafından sürüklendiğini hatta tehdit bile edildiklerini söylüyorlardı.

Son savunmalardan sonra Mazhar Müfit kararı açıkladı ve şöyle konuştu:

Cumhuriyet hükümetinin kararlı ve kesin tutumu, Cumhuriyet ordusunun öldürücü vurucu gücü karşısında ayaklanmanız, irticanız yok edildi. Hepiniz yakalandınız ve hesap vermek üzere adaletin karşısına çıkarıldınız. Döktüğünüz kanların, söndürdüğünüz ocakların cezasını adalet karşısında idam sehpalarında hayatınızı ödeyerek hesap vereceksiniz.

Doğu İstiklal Mahkemesi’nin Şeyh Sait ve onunla birlikte yargıla­nan 81 kişi hakkında verdiği karar 28 Haziran 1925’te açıklandı. Şeyh Sait ile ayaklanmanın asıl suçluları kabul edilen diğer 47 kişi idam cezasma çarptırılmışlardı. Ancak bunlardan Çapakçur (Bingöl) Kaymakamı H. Hilmi ile henüz 15 yaşını doldurmayan Salih oğlu Hasan’ın cezaları hapse çevrilmişti. Bunların dışında 5 kişiye “kürek”, biri­ne de bir yıl hapis cezası verilmiş, bir kişi ulusal sınırlar dışına çıkartılmıştı. Geriye kalan 18 kişi de beraat etmişti.

Şeyh Sait 28 Haziran’ı 29 Haziran’a bağlayan gece idam edildi. O gece teslim olduğu gün kendisinden alınan para ve eşyanın çocuklarına verilmesini istedi. On çocuğu vardı. Beşi kız, beşi oğlan. İdam edilmeden önce bir gazetecinin defterine “Allah ve din uğruna ölüyorum, idam edilmeme üzgün değilim” diye yazdı.

Şeyh Sait Ayaklanması İngiltere’ye Yaradı

O günlerde İngiltere’nin Musul’da yapılacak olan halkoylaması sonuçlarını Türkiye’nin aleyhine çevirmek için bazı girişimlerde bulunduğu biliniyordu. Özellikle, Türk sınırları içerisinde gerçekleşen bir isyanı bahane olarak kullanıp Irak’ta, Musul bölgesinde yaşayan Kürtler üzerinde, “Türkiye’deki Kürtler yapılan baskılar sonucu isyan etmek zorunda kaldılar” şeklindeki bir propagandayla halkoylamasından istedikleri sonucu almak için çalışmalar yapıyorlardı.

Yakalanan isyancılarının üzerinde İngiliz silah firmalarına ait katalogların bulunması, İngiltere’nin doğrudan olmasa bile dolaylı olarak ayaklanmada parmağı olduğu iddialarını güçlendirmektedir. Zira Uğur Mumcu’nun da belirttiği gibi, bir İngiliz silah firmasının, hükümet onayı olmadan böyle bir ticaret girişiminde bulunabilmesi akla yatkın görünmemektedir.

Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği’nin Fransa’ya Şeyh Sait İsyanı hakkında gönderdiği 40 sayfalık bir rapor da isyanda İngiliz parmağı olduğu savlarını güçlendirici niteliktedir:

Şeyh Sait, 1918 yılından beri amacı İngiliz mandası altında bir Kürt devleti kurmak olan İstanbul Kürt Komitesi’ne bağlı olarak çalışmaktadır. Şeyh Sait,1919 yılında Kürdistan Bağımsızlığı Türk Komitesi lideri Abdullah Djendel Bey tarafından İngilizlerin Kürt politikasında temel unsur olan Binbaşı Noel ile ilişkiye geçirildi.

Kürt ayaklanması, kendiliğinden birdenbire meydana çıkmadı.Kürdistan dağları, yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar İngilizlerin uğradıkları yenilgi­den sonra hiç affedemedikleri Mustafa Kemal’e ve Ankara’daki Meclise karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır…

Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak vermezdi.Ayaklanma Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran komisyon­da Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağla­yamayacağını gösterecekti!

Şeyh Sait Ayaklanması’nda Hükümetin Tutumu

İsyan başladığında, dönemin Başbakanı Fethi Bey (Okyar) sertlik yanlısı değildi. Bölgedeki askeri birliklerin ayaklanmayı bastırabilecek güçte olduğunu savunuyor, yeni tedbirler alınmasını gereksiz buluyordu. Fakat ayaklanmanın kısa sürede büyümesi, öngörüsünde ne kadar yanıldığını gösteriyordu.

İstanbul’da dinlenmekte olan İsmet Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya çağrılmasından sonra, başkaldırının önemi göz önüne alınarak, bölgede sıkıyönetim ilan edildi.

Meclisteki tek muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın ileri gelenleri başbakanı destekliyordu ve uygulanması istenen sert yöntemlerin karşısındaydı. Mecliste oldukça şiddetli tartışmalarla dolu toplantılar yapılırken, Mustafa Kemal’in de ağırlığını koymasıyla Fethi Bey başkanlığındaki hükümet, tedbirler konusunda verilen bir güvensizlik oyuyla istifa etti ve yeni kabineyi İsmet Paşa kurdu.

Yeni hükümetin ilk işi, Meclis’ten bir yasa geçirmek oldu. Cumhuriyet tarihimizde önemli bir yeri olan bu yasa “Takrir-i Sükun” adını taşıyordu ve muhalefetin sert tepkisiyle karşılaşmasına rağmen Meclis’ce kabul edildi. Takrir-i Sükun yasası 1929 yılına kadar yürürlükte kaldı.

Yasanın kabulünden sonra, isyanla ilgili olarak iki yeni İstiklal Mahkemesi’nin kurulması kararlaştırıldı. Bunlardan biri isyan bölgesinde, diğeri de Ankara’da çalışacaktı. Ayaklanma sırasında hükümetin kararlarına Meclis’te muhalefet eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın geleceği konusundaki tartışmalar tüm yoğunluğuyla sürüyordu ve parti 3 Haziran’da Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı.

Şeyh Sait Ayaklanması’nın Sonuçları

Şeyh Sait İsyanı’nın hem iç politikada hem dış politikada iki önemli etkisi oldu.

Dış Politikaya Etkisi: Cumhuriyet’e karşı düzenlenen ilk büyük ayaklanmanın en önemli sonucu hiç kuşkusuz Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Musul’un artık tamamıyla İngilizlerin eline geçmesi oldu. Ayaklanma nedeniyle hem Türk ordusu gereğinden fazla yıprandı hem de tüm dikkatini ayaklanmaya vermek zorunda bırakıldığından Musul üzerine yeteri kadar eğilemedi. İsyan nedeniyle, İngiltere ile yaşanabilecek anlaşmazlık durumunda Atatürk’ün yapmayı planladığı askeri harekat artık tümüyle rafa kaldırılmış, zorunlu olarak masa başında bir anlaşma yapılmak zorunda kalınmıştır. Musul Sorunu 5 Haziran 1926’da Ankara Anlaşması ile çözüme kavuştuğunda Türkiye artık Musul üzerindeki haklarından vazgeçmek zorunda bırakılmıştı. Yalnızca Irak hükümetine Musul’da çıkarılacak petrolden gelen vergi gelirinin %10’unu 25 yıl süreyle alabilecekti ki, maddi sıkıntılar yüzünden 500.000 sterlin karşılığı bu hakkından da vazgeçti.

İç Politikaya Etkisi: Ayaklanmanın kanıtladığı bir diğer gerçek ise Cumhuriyet’in henüz daha çok partili hayata geçişe hazır olmadığıydı. Devrimleri benimseyemeyen büyük bir bilinçsiz kitlenin, kendilerine ufak da olsa ödün gösterebilecek bir siyasi partinin peşinden gidebileceğini gösteriyordu. Şeyh Sait mahkemedeki ifadesinde hem Halk Fırkası’nın hem de Terakkiperver  Cumhuriyet Fırkası’nın programlarını okuduğunu, “içki ve fuhşu yasaklayacağını” yazan Terakkiperver Fırka’yı beğendiğini söylüyordu. Şeyh Sait’e göre Terakkiperver Fırka dine saygılıydı. Kısacası bilinçsiz kitle özellikle din konusunda istismara son derece açıktı. Sonuçta isyanın ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapanmasıyla ilk çok partili hayata geçiş denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış oluyordu.

34 Yorum

Emin için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.