Türklerin Tarihe Bıraktığı İz: Balbal

Hunlar ile Göktürkler arasındaki 500 yıllık kronolojik boşluk, hâlâ tam olarak açıklanamayan karanlık bir dönem olarak kalmıştır. Bu dönemi aydınlatacak maddi kültür kalıntıları olmamasına karşılık, Çin kaynakları hiç değilse siyasi ve toplumsal tarihe ışık tutan güvenilir bilgiler verir. Bütün bir kavim göç edemeyeceğine ya da toptan yok olamayacağına göre, toplumsal bir değişim geçiren Hunların Göktürklere bağlandığını, kısası Göktürklerin Hunların devamı olduğunu kabul etmek gerekir. Nitekim Çin kaynaklarında Göktürklerden söz edilirken sık sık “ataları Hunlar gibi” ifadesi kullanılmıştır.

Şamanizm inancının yaygın olduğu, gökyüzü, Güneş ve Ay’a tapınmanın önemli bir yer tuttuğu Göktürk toplumunda ölülerin eşyalarıyla birlikte gömülmesi ve mezar üstüne taş yığma geleneğinin sürdürülmesi, bu insanların da ölümden sonraki yaşama inandıklarını gösterir. Mezarların çevresinde rastlanan ve ne anlama geldiği hâlâ çözülemeyen insan biçimindeki dikilitaşlar da bu inancın bir uzantısı olabilir. Orhun Yazıtları’nda ve bugün sanat tarihinde balbal adıyla anılan bu taş anıtlar, Rus kaynaklarında “baba” (kadın) veya “kamennaya baba” (taştan kadın, taş nine) olarak geçer. Talaş Irmağı kıyısındaki Evliya Ata yazıtlarında rastlanan “sımtaş” adıysa, büyük olasılıkla, mezar taşı anlamındaki “sin taş” sözünden bozmadır.

Öncelikle balbal ne demek? Tam bir uzlaşma olmadığından, balbalın, eski Türk toplumlarında ölen kişinin anılması için bazı kurganların çevresine dikilen taş olduğunu söyleyerek genel bir tanımını yapabiliriz. Balballar üzerine ilk araştırma yapanlardan biri olan Radloff da balbalı “bir ölü için anıt olarak dikilen taştan bir tasvir” olarak niteler.

Kuzey Karadeniz kıyıları ile Doğu Avrupa bozkırlarından Çin sınırlarına kadar bütün Orta Asya ve çevresine yayılmış olan balbalların sayısı on binleri bulur. Özellikle Güney Rusya bozkırları, Kazakistan, Kırgızistan, Altay Bölgesi, Tuva Özerk Cumhuriyeti, Moğolistan ve Doğu Türkistan (Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi) balbalların en bol bulunduğu bölgelerdir. Öteden beri gezginlerin ilgisini çeken bu balballar, sanki Türk topluluklarının yayıldığı alanın sınır taşlarıdır.

Eski Türkler mezara kurgan adı verirdi. Kurganlar, ölülerin ruhları rahatsız olmasın diye yüksek dağ ve tepelerin doruklarında, kalabalıktan uzak ıssız yerlere yapılırdı. İlk başlarda, ölen kişiyle birlikte ona ait kişisel eşyalar ve ölünün ruhunu temsil eden ahşaptan insan heykelleri de cesetle birlikte bu kurgana gömülürdü. Zaman içinde bu uygulamaya değişime uğrayarak heykeller kurganın içi yerine üzerine konulmaya ve başlandı. Böylece balbalı ilk kullanan Türkler olan İskitlerle birlikte bu gelenek diğer Türk devletlerine de geçti. Ahşabın yerini daha dayanıklı olan taşlar aldı, yalnızca öleni betimleyen heykellerin yanına öldürdükleri düşmanları betimleyen heykeller de eklendi.

Balballar Neden Dikildi?

Sanat tarihçileri balbalları kronolojik olarak genellikle iki gruba ayırırlar: MS VII.-VIII. yy’lara tarihlenen, dikdörtgen bloklar halindeki taş sıraları ve VIII.-IX. yy’larda yaygınlaşan, insan görünümündeki heykeller. Kabaca yontularak insan biçimi verilmiş bu dikitler aslında tam bir heykel değildir. İlk örneklerine Altay kurganlarının çevresinde rastlanan dikilitaşların biçimi zamanla gelişmiş ve sonunda ayakları toprağa gömülü birer insan heykeline dönüşmüştür.

Eski Türklerde balbalların ne anlama geldiği konusu tam olarak belli değildir. Balbalların öldürülen düşmanları temsil eden bir yiğitlik nişanı mı, yoksa ölen kişinin yalnızca bir heykeli mi olduğu tartışma konusudur. Peki, eski Türk toplumları neden balbal dikiyordu? Balbalların dikilme amacı neydi?

Geniş bir alana yayılan ve sayıları on binlerle ifade edilen balbalların ne amaçla dikildiği uzun yıllardan beri bilim adamlarını uğraştırmaktadır. X. yüzyılda Volga bölgesini dolaşan ünlü Arap gezgin İbni Fadlan Seyehatnamesi’ne şöyle yazar:

Bir Türk öldüğünde o kişi cesursa ve birini öldürdüyse öldürdüğü her kişi için tahtadan bir insan tasviri oyulup mezarı üstüne yerleştirilir. Bunlar ona cennette hizmet edecek kişilerdir.

Fadlan’ın 926 yılındaki bu gözlemi, başlangıcı elbette çok daha eski tarihlere inen bir geleneğin o dönemde artık tahta heykellerle sürdürüldüğünü gösterir. Yakın zamanlara kadar şamanların da balballara saygı duydukları biliniyor.

Balbalların gizemini bir ölçüde aydınlatan Çin kaynaklarında, “Türkler bir alp öldüğünde mezarının üstüne bir anı sütunu dikerler. Bazıları için 100, hatta 1000 taş dikilmiştir” diye yazar. Orhun ve Yenisey yazıtlarından elde edilen bilgiler de bu heykellerin mezarda yatan kişi tarafından öldürülen ve öbür dünyada kendisine hizmet edecek insanları temsil ettiğini doğrular. Orhun Yazıtları’nda şöyle bir cümle geçer: “Kırgız Kağanını öldürdüm, balbalını yaptırdım.”

Ancak bu bilgilerin genelleştirilmesi, yanıtlanması kolay olmayan sorulan da birlikte getirir. Örneğin, bir anlamda ölen kişinin tutsağı olan bu heykellerin neden ellerinde kadeh tuttuklarını açıklamak güçtür. Ayrıca balballardan bir bölümünün kadın biçiminde olması, hiç değilse bazı balbalların ölen kişinin heykeli olabileceğini akla getirir. Çünkü Türk toplumunda öldürdüğü bir kadın nedeniyle hiçbir erkeğin gurur duymayacağı açıktır.

Ayrıca Kül Tigin’in mezar külliyesinin karşısında doğuya doğru dizilmiş 330 kadar balbal olmasına karşın, Bilge Kağan’da bu rakam 550’dir. Oysa bilindiği üzere bir savaş ustası olan Kül Tigin, Bilge Kağan’dan çok daha fazla düşman öldürmüştü. Eğer balballar öldürülen düşman sayısı kadar dikilmiş olsaydı, herhalde Kül Tigin’in balbal sayısının çok daha fazla olması gerekirdi.

Göktürk yazıtların da anlaşılacağı üzere balbal yalnızca öldürülen düşman sayısı kadar onların anısı adına dikilen mezar taşları değildir. Çünkü Göktürk kağanları kendi yakınları ve askerleri için de balbal dikildiğinden söz etmektedir.

Bu konudaki araştırmalarıyla tanınan L. I. Albaum, bu heykellerin Akhun (Eftalit) Türklerinin öldürdüğü Soğdak askerlerini temsil ettiğini ve taşın dikildiği yere sonradan ölen Türk’ün küllerinin gömüldüğünü söylerken, Rus arkeolog L. P. Kuzlasov balbalların ölülerin anısına dikilmiş tasvirler olduğunu söyler.

Anlamı ne olursa olsun, taştan oyulmuş bu heykeller birer portredir. Balbalların plastik hacimlerinde ve duruş biçimlerinde bazı ortak ilkelere uyulduğu görülür. Çoğunun yüzü doğuya veya güneydoğuya dönüktür, ister kadın figürü olsun ister erkek, hepsi cephe duruşuyla tasvir edilmiştir. Baş, genellikle kütlesel bir gövde üzerine oturur; kollar da, vücuttan ayılmaksızın, bazen sadece çizgiyle bazen de plastik olarak belirginleştirilir.

Yayıldığı alana ve zaman dilimine dayanarak tamamıyla bozkır topluluklarının ürünü olduğu anlaşılan balbal kültürü, bu bölgenin batısında Hıristiyanlık, doğusunda İslam dininin ortaya çıkmasıyla birlikte yok olmaya başlamıştır.

Dikilitaşlar ve Gerçek Balballar

BalbalÇin Seddi’nden Macaristan’a kadar yayılmış olan yazıtlı ve resimli dikilitaşlar VIII. ve  IX. yüzyıllara doğru insan vücudunu andıran heykellere dönüşmeye başlamıştır.

Dikilitaşların ilk örnekleri Sibirya’daki Uybat bölgesine ait gravürlerde görülür. Yükseklikleri 5-7 m’ye ulaşan bu dikitler, kabaca dikdörtgen biçiminde yontulmuş taş bloklarıdır. Belirli aralıklarla sıralanmış olan dikitleri mezar taşı olarak yorumlamak mümkün değildir ve hangi amaçla dikildikleri konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüştür. Gene de, bu erken evredeki örneklerin bazen kurganların çevresine dizilmiş olmasına dayanarak, bu taşlarla kurganların yerini belirtmek ya da ölülerin anısını yaşatmak amacı güdüldüğü düşünülebilir.

Karasuk dönemine bağlanan, demek ki MÖ 1000-700 yılları arasına tarihlenen bir dikilitaş, üzerine işlenmiş çeşitli kabartma desenler ve sembolik şekillerle anlamlı bir anıt haline getirilmiştir. Bıçak ağzını andıran taşın bir yüzünde yüksek kabartma tekniğiyle işlenmiş, boynuzlu insan başı şeklinde bir mask dikkati çeker. Masktan başka çizikleme tekniğiyle yapılmış formlar, özellikle ay ya da güneşi simgeleyen şekiller, yılan biçimindeki kıvrımlar ve küçük hayvan figürleri işlenmiştir. Bu taşın insan biçimi heykellerden çok daha önce henüz dikilitaş evresindeyken dikildiği anlaşılmaktadır.

Uyug-Arhan yazıtı (Tuva) olarak bilinen bir başka örnek, daha çok yazılı taş ile balbal arasında geçişi temsil eder. Üzerine işlenmiş çok sayıda geyik figürü, Asya’da yaygın bir kültü işaret ederken, alt kısmında Runik harfli yazılar Orhun Yazıtları’nın karşımıza çıkacak olan uzun metinlerinin öncüsü gibidir.

Batıya doğru gidildikçe balbalların biçiminde insan çizgilerinin daha fazla ağırlık kazanmaya başladığı görülür. Kollar ve baş belirginleşmiş, vücut hacim kazanmış, böylece kaba yontulu bir taş kütlesinden gerçek bir insan heykelini amaçlayan anatomik yorumlara geçilmiştir.

Balbal dikme geleneği Asya’nın batı bölgelerinde geç dönemlere kadar sürmüştür. Polonya, Güney Rusya, Ukrayna ve Karadeniz kıyılarındaki topraklarda yaşayan Kumanlar, Kıpçaklar ve Slav kökenli halklar pek çok balbal dikerek bu geleneği XIII. yüzyıla kadar sürdürdüler. XI.-XII. yüzyıllara tarihlendirilen Krasnodar balbalı arkaik örneklerden tamamıyla farklıdır. Bu figürün göğüsleri, gerdanlığı ve örgülü saçları bir kadın heykeliyle karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Göğüsler, kollar ve eller, hatta kaftan ve gerdanlık bütün ayrıntılarıyla işlenmiştir. Değişik parçalardan ve burma motiflerden yapılmış gerdanlık bu bölgede bulunan madenî eserleri andırır. Kısa kollu kaftanı sarmal desenlerle bezenmiş ve belden kemerle sıkılmıştır. Heykelin ayağındaki kısa çizmeler ve karın hizasında iki eliyle tuttuğu kadeh hemen dikkati çeker.

2000 yıl içinde dikdörtgen formlu dikilitaşlardan insan biçimli heykellere dönüşen balbalların geçirmiş olduğu bu evrim, kültür ve sanat tarihi açısından çok aydınlatıcıdır, ilk örneklerde tek, sonraları iki elle tutulan içki kaplarının biçimleri, göçebelerin kullandıkları kâse ve kadehler hakkında son derece değerli bilgiler vermektedir. Heykellerden anlaşıldığı kadarıyla, bunlar arasında en yaygın olarak kullanılanları küçük, yuvarlak kadehlerdir. Ayrıca kulpsuz çanaklar, düz ve yuvarlak tabanlı veya ayaklı kadehler de görülür. Kadeh motifi büyük olasılıkla sonsuzluğu ya da sonsuz yaşamı simgeler. Çok sonraki dönemlerde yazılı edebiyata geçen “âb-ı hayat”(hayat suyu) kavramı da, bu anlayışın bir uzantısı olsa gerektir.

Balballarda görülen başlık, şapka ve miğferler de göçebe dünyasının giyimi konusunda önemli bir bilgi kaynağıdır. Sivri tepeli, üstten bağlanan başlık ve kapüşonların Hun devrinden beri yaygın olduğu bu heykellerden anlaşılmaktadır. Ayrıca küpe, kemer tokası, hançer, kılıç ve elbise deseni gibi ayrıntılar, o çağların giyim kültürü ve motif birikimi konusunda çok değerli ipuçları verir. Gerçekten de elbiseler, saç biçimleri, sakal ve bıyık, küpeler, silahlar, kemer ve kemer süsleri, ellerinde tuttukları küçük kâse ve kadehler, yüz çizgilerine yansıyan ırk özellikleri son derece zengindir. Genellikle kılıç, hançer veya bıçak tipinde olan silahlar beldeki kemere tutturulmuştur. Kemerlerden sarkan dekoratif ayrıntılar, Türk topluluklarında çok sık görülen takı örneklerini yansıtır: figür dolgulu dörtgenler, hilal ve lir biçiminde levhacıklar vb. Heykellerin ellerinde tuttukları kaplar da genel olarak kurgan buluntularında karşılaşılan yuvarlak karınlı, yüksek boyunlu kaplara benzer.

Runik Yazılı Taşlar

Orhun YazıtlarıGöktürk sanatının ve kültürünün elimizde kalmış olan sayılı ipuçları, balbal adı verilen bu heykeller ve üzerleri yazılı dikilitaşlardır. Özellikle yazılı taşlar Türklerin tarihi, dili, edebiyatı ve sanatı açısından büyük bir önem taşır: söz konusu bu taşlar, üzerlerine kazınmış metinler nedeniyle o dönemin en değerli yerli kaynakları, dilbilimciler ve edebiyat tarihçileri için Türkçe’nin bilinen en eski yazılı örnekleri, harf grafikleri, figürleri ve oymalarının plastik değeriyle de sanat tarihçilerinin paha biçilmez hazinesidir

Üzerlerinde Türk diliyle ve runik adı verilen harflerle yazılmış uzun metinler bulunan bu taşlar Asya’nın pek çok yerinde, ama yoğun olarak Moğolistan’ın kuzeyindeki Orhun bölgesinde karşımıza çıkar. Bu yazıtların çoğu VIII. yüzyılın ilk yarısında, Göktürk hükümdarları Bilge Kağan ve Kül Tigin ile ünlü vezirleri Tonyukuk adına dikilmiştir. Taşların yüzüne kazınmış olan metinlerde dil, dönemin tarihi, devlet yönetimi, toplum düzeni, sanat ve töreler konusunda oldukça geniş bilgi vardır.

Runik yazı, birbirine bitiştirilmemiş tek tek işaretlerden oluşur. Germen kökenli İskandinav halklarının, Gotların, Keklerin, Etrüsklerin ve Phrygialıların da bu yazının değişik biçimlerini kullandıkları biliniyor. Runik yazının kökeni tartışmalıdır; ama daha çok ahşap veya taş gibi sert yüzeylere yazma geleneğinden kaynaklandığı sanılır. Çünkü birkaç çizikle (çentikle-meyle) gösterilen köşeli runik harfleri sert malzeme üzerine kazımak, yuvarlak çizgileri kazımaktan çok daha kolaydır.

Uygurlar zamanında bir süre daha kullanıldıktan sonra yerini bitişik Uygur yazısına bırakan Göktürk runik harfleriyle, Kaşgarlı Mahmud’un ve İlhanlı tarihçi Reşidüddin’in derledikleri Oğuz boyları damgaları arasındaki benzerlik çok ilgi çekicidir. Anadolu’daki aşiretler arasında da, runiklere çok benzeyen bazı işaretler yakın dönemlere kadar “im” adı altında damga olarak kullanılmıştır. Bu işaretler, bazen bir mülkiyet belirtisi, bazen de nazara karşı uğur olarak kişisel eşya ve silahlarda karşımıza çıkar.

Orhun Yazıtlarının Sırrı

Bugün Moğolistan sınırları içinde kalan Ugey Nor’un 30 kilometre güneyindeki geniş bir düzlüğe yayılmış yüzlerce balbal, yapı kalıntısı ve yazılı taş, bu yörenin bir zamanlar önemli bir kutsal alan olduğunu gösterir. Ne var ki, öteden beri bölge halkının ve definecilerin ilgisini çeken bu kalıntıların varlığını bilim dünyası ancak XVIII. yüzyılın başlarına gelindiğinde öğrenebilmiştir. İlk defa olarak 1721 yılında Alman doğabilimci Daniel Gottlieb Messerschmidt, Yenisey Vadisi’nde araştırma yaparken bu yazılı taşlardan birkaçına rastlayarak not etmişti. Ama konuya asıl dikkati çeken İsveçli subay ve Türkolog Tabbert Fhilipp Johan von Strahlenberg oldu. 1709 Poltava Savaşı’nda Ruslara esir düşen Strahlenberg, sürgünde geçen 12 yıl boyunca bu yazıtları inceledi ve ülkesine döndüğünde bazı bulgularını yayımlayarak runik yazılı taşları bilim dünyasına tanıttı.

Oldukça yankı uyandıran bu yayından sonra bu defa Rus bilim adamı N. M. Yadrintsev bölgede yoğun araştırmalara girişti ve 1889 yılında Orhun Irmağı’nın kıyısında yeni yazıtlar buldu. Gerçi her iki araştırmacı da anlaşılmaz işaretlerle yazılmış olan bu metinlerin hangi dilde olduğunu belirleyememiş ve dolayısıyla yazıları çözememişti. Fakat yazıların kopyalarının yayımlanması dilbilimciler arasında heyecanlı bir yarış başlattı ve bu yarış Göktürk alfabesinin bilim dünyasına kazandırılmasıyla sonuçlandı.

Rus uyruğuna geçtikten sonra Vasiliy Vasileviç Radlov adını alan Wilhelm Radloff Almanya’da doğmuş, eğitimini de bu ülkede tamamlamıştı. Ama doğubilim öğrenimi sırasında çok ilgi duyduğu Asya halklarının kültür ve sanatlarını yakından inceleyebilmek için Rusya’ya yerleşerek Sibirya’daki bir lisede öğretmenlik yapmaya başladı. Yıllarca Kuzey Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan, Sayan ve Altay Dağları çevresinde dolaşarak çok değerli etnografya belgeleri derledi.

Radloff bu çalışmaları sırasında bir yandan da Orhun ve Yenisey yazıtlarındaki metinlerin sırlarını çözmeye çalışırken, Danimarkalı dilbilimci ve Türkolog Vilhelm Thomsen de aynı konu üzerinde uğraşıyordu.  Her iki bilgin zaman zaman bölgeyi dolaşarak bulgularını bir an önce yayımlamaya çalışıyordu. Sonunda Radloff’un çalışmalarından ve yazıtlardaki kısa Çince metinlerden de yararlanarak yazıları ilk çözen Thomsen oldu. 15 Aralık 1893’te Kopenhag Bilimler Akademisi’nindeki toplantıda, Orhun ve Yenisey yazıtlarında kullanılan alfabenin Türklere ait olduğunu tüm dünyaya duyurdu. Böylece o güne kadar Mısır hiyerogliflerine benzediği için dilbilimciler ve tarihçiler arasında büyük ilgi gören bu işaretlerin Göktürk alfabesi olduğu ortaya çıktı. Danimarkalı bilim adamı metinlerde en çok rastlanan sesli harflerden yola çıkarak tengri, Türk ve Kül Tigin sözcüklerini çözdükten sonra gerisi çorap söküğü gibi gelmişti. Böylece yalnız Göktürk toplumunun değil, Altın Elbiseli Adam’la birlikte Türkçenin en eski örneklerinden biri de bilim dünyasına kazandırılmış oldu.

MS 725-731 yıları arasında dikilen bu taşlar aradan geçen 1000 yıl boyunca açık havada kalmasına karşın hâlâ okunabiliyordu.  Bark (ev, tapınak), bediz (resim, heykel), uz (süsleme, desen), bitig taşı (yazıt, mezar taşı), kurıkan (kurgan), balbal gibi sözcüklerle ak, kök (mavi) kara gibi renk adlarına sıkça rastlanan bu metinler, VIII. yüzyıl Türkçesinin ve yazı dilinin günümüze kadar ulaşabilmiş tek örneğidir.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.