Türkiye’de Sol Akımların Doğuşu

Türkiye’de sol akımlar genellikle İkinci Enternasyonal doğrultusunda başlamıştır ve bunlar genellikle 1908’den sonra kuvvet bulmuştur. 1908’den önce ancak Selanik civarında Ulah, Bulgar, Yahudi topluluklar arasında sosyalist akımlara rastlanır. Bunlar genellikle devrimci-sosyal demokrat niteliğindedir. Hareketin öncülüğünü 1905 Çarlık Rusya’sı hareketine katılmış ve bu hareketin lideri durumunda bulunmuş olan Parvus Efendi yapmıştır.  Türkiye’de beliren bu ilk sosyalizmi kavrayabilmemiz için Parvus Efendi hakkında kısa da olsa biraz bilgi vermemiz gerekir.

Parvus (1859-1924) bir Alman Yahudisidir. Gerçekten bir enternasyonalci sosyalist olduğu için mi, yoksa Alman çıkarlarını gerçekleştirmek için mi Türkiye ile ilgilendiği sorusunun karşılığı henüz tam olarak verilememiştir. Parvus 1905 Petrograt Komün Hareketi’ne katılmış, bu hareketin öncüleri arasında yer almış ve kovuşturmaya uğramıştır. Burada da şu soru akla gelir: Parvus enternasyonalci bir sosyalist olduğu için mi Petrograt Komün Hareketi’ne katılmıştır, yoksa Çarlık Rusyası’nda Alman çıkarlarını savunmak için mi? 1906-1908 yıllan arasında Parvus’u, Balkanlarda bir Balkan Sosyalist Federasyonu kurma doğrultusunda çabalar gösterirken görüyoruz. Balkanlardaki Bulgar, Sırp, Makedonyalı vb. Balkanlı sosyalistlerle işbirliği yapmış ve onlara öncülük etmiştir. 1911-1915 döneminde Parvus, İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle anlaşmış, bu sefer de Pantürkizm (bütün Türklerin Osmanlı Devleti etrafında toplanması) ve Panislamizmin (bütün İslamların Osmanlı halifesi etrafında toplanması) savunuculuğunu yapmıştır.

1. Dünya Savaşı’nın çıkması ve Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında savaşa girmesi gerçekleştikten sonra herhalde görevi bitmiş olacak ki Almanya’ya dönmüş ve orada Alman genelkurmayının organı olan Die Glocke dergisini çıkarmış, bu dergide Alman militarizmini ve Alman militarizmi yoluyla evrensel sosyalizmi gerçekleştirmek konusunda yazılar yazmıştır. Parvus Efendi’nin Die Glocke’deki yazıları Petrograt Komünü, Balkan Sosyalist Federasyonu ve Pantürkizm ve Panislamizm konusunda onun hakkında duyduğumuz kuşkuların kaynağıdır.

Parvus Alman genelkurmayı ile bu ilişkilerini geliştirerek askeri malzeme müteahhitliğine başlamış ve dünyanın sayılı zenginleri arasında yer almıştır. 1. Dünya Savaşı sonlarında Talat Paşa’nın, Enver Paşa’nın Radek’le ilişki kurmalarında, İslam İhtilâl Cemiyeti’nin kurulmasında ve benzeri hareketlerin gerçekleşmesinde Parvus Efendi aracılık etmiştir.

Söz sırası gelmişken kısaca Alman militarizmi, Balkan Federasyonu, Pantürkizm ve Panislamizm konularının sosyalizmle ilişkilerine değinelim.

Genel olarak 19. yy’da insanlığa Hegel’e göre Alman bürokrasisinin, Lassalle’a göre Alman işçi sınıfının öncülük edeceği söyleniyordu. Bundan ötürü birçok Alman sosyalisti Prusya’nın gücüne dayanarak Bismarkçı yöntemle sosyalizmin gerçekleştirilebileceği kanısındaydılar. Bu görüş sonunda Nasyonal Sosyalizm (Nazizm) biçiminde II. Dünya Savaşı’nın çıkmasının nedenlerinden biri olmuştur. Eğer bu görüşümüz doğru ise Parvus Efendi’yi de bu tür bir sosyalist saymamız gerekecektir.

19. yy’da “Şark Meselesi” denince akla Kudüs’ün İslam devletinin elinden alınması kadar, Çarlığın da Adriyatik Denizi’ne inmesinin önlenmesi akla gelirdi. Osmanlı Devleti’nin Çarlığın Adriyatik Denizi’ne inmesini önlemeye gücü yetmez bir duruma gelince Balkanların Çarlığa karşı kendi kendilerini korumaları zorunluğu belirmişti. Bunun için Balkanlarda ya sosyalist bir federasyon, ya da İslami bir sosyalist (Melami) federasyonun kurulması gerekliydi. Sosyalist Federasyonu Parvus Efendi önermişti ve sosyalist (Melami) federasyonu da Romen, Makedon, Sırp, Ulah, Rum, Yahudi, kısaca Çarlığa karşı olan unsurlara dayandırmayı istiyordu. İslami sosyalist (Melami) Federasyonun temsilcisi Üsküp’te yerleşmiş olan Muhammet Nur-ül Arabi idi. Miralay Sadık Bey, Yüzbaşı Şabanağa, Terlikçi Salih Efendi hareketi, 1912 Halâskâr Zabıtan hareketi, Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin çabaları, İslami sosyalist (Melami) Federasyonu kurmak isteğinin sonuçlarıdır.

Pantürkizm ve Panislamizm hareketleri de bir irredantist (çeşitli politik yönetimler altında yaşayan ulusların bir politik yönetim altında birleşmeleri) harekettirler. İrredantist hareketleri Marx ve Engels 1848’den sonraki yayınlarında benimsemiş ve Alman-İtalyan Birliği lehinde yazılar yazmışlardır. Buna göre Parvus Efendi’nin Pantürkizmi-Panislamizmi de sosyalizmle bağdaşır bir nitelik taşıyabilir. Öte yandan Balkan Sosyalist Federasyonu ve Osmanlı Devleti ile Almanların anlaşması, Almanların Hindistan’la karadan birleşmesini sağlayacaktır. Pantürkizm ve Panislamizm hareketi de İngiliz İmparatorluğu ile Çarlık Rusyası’nın hayati varlığını tehdit edecek niteliktedir.

Türkiye’nin İlk Komünistleri-Türk Ocakları İlişkisi

1908’den sonra Parvus’un İttihat ve Terakki liderleriyle anlaştığını ve Türk dünyasını birleştirici bir hareketin öncüsü olduğunu biliyoruz. Bu itibarla Türk Ocakları’nın, Teşkilat-ı Mahsusa-i Hariciye’nin, İslam İhtilâl Cemiyetlerinin ve nihayet mütareke yıllarında beliren Pantürkist sosyalizmin lideri sayılabilir. Parvus Çarlık Rusyası’nda bir sosyalist devrimin gerçekleşebilmesi için oradaki Türklerin ayaklanmasını ve Osmanlı Devleti’nin bu ayaklanacak Türklere yardımcı olmasını zorunlu görüyordu. Dikkate şayandır ki Türkiye’nin ilk komünistleri doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Türk Ocakları’yla ilişkili kişilerdir. Örneğin Dr. Fuat Sabit, Ethem Nejat, Feyzullah Sacit Ülkü, Karabey Karabekof, Neriman Nerimanof, Celal Korkmazof gibi.

Türk Ocağı mensuplarının dışında Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ile yakın dostluğu dolayısıyla devlet büyükleri çocuklarını okutmak üzere Almanya’ya yollamışlardı. Ayrıca Osmanlı Devleti de yetenekli gördüğü gençleri ve işçileri Almanya’ya yollamıştı. 1. Dünya Savaşı sonunda Almanya’da patlak veren Spartaküs hareketleri orada öğrenimde bulunan gençleri ve işçileri de etkilemişti. Bu etki altında pek çok gençlerimiz ve işçilerimiz sosyalizme, komünizme meyletmişlerdir. Örneğin Vehbi Sandal, Nurullah Esat Sümer, Sadık Eti, Ahmet Cevat Dursunoğlu gibi.

Diğer taraftan Çarlık Rusyası’nda Bolşevik devrimi patlak verdi. Çarlık Rusyası’nda devrimden önce Bolşevik Partisi’ne üye pek az Türk vardı. Rusya Türklerinden devrimden sonra Bolşevik Partisi’yle ilgilenenlerin sayısı bir hayli arttı. Buna karşılık Çarlık kuvvetleri tarafından tutsak edilen Osmanlı askerleri ve subayları arasında Bolşevikliğe meyledenlerin sayısı pek fazlaydı. Bunun başlıca iki nedeni vardır: Birinci neden, tutsaklıktan kurtulmak için Bolşevik görünmenin bir yarar sağlayacağı umudu, ikinci neden ise devrimin dünya çapında yaygınlaştırılabileceği üstüne bir kanının belirmiş olmasıydı.

Tutsaklıktan kurtulmak için Bolşevik gibi görünenler üzerinde durmayacağız. İkinci gruba örnek olarak Hamdi Şamilof, Mustafa Börklüce (Sarı Mustafa), Şevket Süreyya (Aydemir) vb.ni gösterebiliriz.

Bolşevikler Batı dünyasına, özellikle İngilizlere karşı bir tavır takınmışlardı. Türkiye de İngilizlerle ihtilaflı halde idi. Bu itibarla İngilizlere karşı tutumda Sovyetlerden faydalanma düşünülebilirdi. Sovyetlerden faydalanmak için de komünist görünmekte çıkar var sanılırdı. Böylece Türkiye’de İngilizlere karşı Sovyetlerden yararlanmak üzere pek çok komünist ya da komünizan görünen kuruluşlar belirdi. Bunlara başlıca örnek olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Bahaettin Şakir, Küçük Talat, Baha Sait, Hafız Mehmet, Tahsin Bahri ve benzerlerini, İslâm İhtilâl örgütünü, Kara Vasıf’ın, Galatalı Şevket’in ve arkadaşlarının “Karakol Cemiyeti”ni, Celal Bayar, Refik Koraltan, Kılıç Ali, Yunus Nadi ve arkadaşlarının muvazaa Türkiye Komünist Fırkası’nı ve birçok kuruluşları belirtebiliriz.

Rusya ile İngiltere’nin gerek dünya politikasında ve gerekse Anadolu konusunda anlaşmaları sonucu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, sahte komünizmin ortadan çekilmesini, ortada yalnızca gerçek komünistlerin kalması sonucunu doğurdu.

Her ne kadar 1910’lardan bu yana İkinci Enternasyonal doğrultusunda bir sosyalist hareket mevcut ise de bu hareket kapitalist dünya ile anlaşarak Osmanlı Devleti’ni ayakta tutma eğiliminde olduğundan Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması üzerine tümüyle ortadan silindi.

Mütarekenin ilk yıllarında Talat Paşa, II. Enternasyonalden faydalanarak Osmanlı Devleti’ni ayakta tutma çabası gösterdi, fakat başaramadı. Zaten başaramazdı. Kurtuluş Savaşı’nı izleyen yıllarda II. Enternasyonal sosyalistleri kenara çekildiler. Örneğin Dr. Refik Nevzad, Dr. Hasan Rıza, Rasim Şakir, Cemil Alpay vb. gibi.

Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’de yalnızca Bolşeviklik doğrultusundaki komünistler kaldı. Spartaküs doğrultusundaki komünistler CHP ile anlaştılar. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun komünist hareketini yasaklaması sonucu Bolşeviklik doğrultusundaki komünistler illegal faaliyete geçtiler. İllegal hareketin yapılabilmesi ve devam edebilmesi için her şeyden önce bir paraya ve bir profesyonel devrimci kadroya ihtiyaç vardı.

Türkiye’de III. Enternasyonal Sosyalizminin Gelişmesi

KominternTürkiye’de sosyalistlik genel olarak III. Enternasyonal doğrultusunda belirmiştir. Bu belirme iki farklı nedenden doğmuştur ve iki farklı süreç içindedir. Sürecin biri Türkiye kapitalist devletini daha güçlü, daha tutarlı yapabilmek için Sovyetlerden yararlanmada III. Enternasyonal sosyalizmini araç olarak ele almak süreci, diğeri de Türkiye’yi sosyalist bir düzene dönüştürmekte III. Enternasyonal sosyalizmini amaç olarak ele almak sürecidir.

Buradan da görülüyor ki III. Enternasyonal sosyalizmini Türkiye’de araç olarak kullanmak isteyenler devletin güvenliliğini, sürekliliğini, büyümesini özleyenler ve bunu kendilerine görev edinmiş olanlar olacaktır. Bu itibarla III. Enternasyonal sosyalizmini araç olarak kullananlar Teşkilat-ı Mahsusa liderleri, devletin iç ve dış emniyet mensupları, bürokrasinin üst kademeleri olacaktır. Pek doğaldır ki bunlar III. Enternasyonal sosyalizmini araç olarak kullandıklarını saklı tutmak, III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinmiş görünmek zorundadırlar.

III. Enternasyonal sürecini araç olarak kullanmayı düşünenler arasında Vakkas Ferit, Salih Zeki, Topal Necati vb.ni sayabiliriz.

Pek doğaldır ki III. Enternasyonal sosyalizmini araç olarak kullanmak isteyenlerin III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinenler arasında itibar görmemesi gerekir. Bu görüşün III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinenler arasında rağbet görebilmesi, bunun araçlık niteliğinin saklı tutulması derecesine bağlıdır. Nitekim III. Enternasyonal sosyalizmini araç olarak kullanmak isteyenler, onun bu niteliğini saklı olarak tutmuşlar ve III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinir görünmüşlerdir. Bu suretle III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinenler bunlara katılmışlardır. Ancak bunların sosyalizminin amaç değil de, araç olduğunu anladıkları zaman bunlarla ilişkilerini kesmişler, III. Enternasyonal sosyalizmini amaç olarak alan bağımsız bir harekete geçmişlerdir. Bunlar da Halk İştirakiyun-Bolşevik Partisi’ni kurmuşlardır. Tokat milletvekili Nâzım, Bursa milletvekili Edip Servet, Afyon milletvekili Şükrü, Baytar Salih vb.

Bunlara göre, III. Enternasyonal sosyalizminin öngördüğü toplum düzeni, Kur’an’ın öngördüğü ve peygamberin döneminde uyguladığı ehl-i soffe’nin (özel evi ve ailesi olmayıp Kabe’nin misafirhanesinde yatıp kalkan ve orada ortak kurulan sofradan yemek yiyen kişiler) yaşadığı hayattır.

III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinen iki kuruluş daha vardır. Bunların ikisinin de adı Türkiye Komünist Partisi’dir. Bunlardan biri Moskova’da kurulmuş olan Mustafa Suphi’nin Türkiye Komünist Partisi, diğeri İstanbul’da Şefik Hüsnü’nün kurduğu Türkiye Komünist Partisi’dir. Mustafa Suphi’nin partisi 1. Dünya Savaşı’nda Çarlık ordusuna tutsak olan Osmanlı subay ve erleridir. Şefik Hüsnü’nün partisi ise daha çok Avrupa’da öğrenim görmüş aydınlardan kuruludur.

Gerek Mustafa Suphi’nin ve gerekse Şefik Hüsnü’nün komünist partilerinin başlangıçta yayınlanmış bir programları yoktur. Her ikisinin de ortak yanı III. Enternasyonal sosyalizmini benimsemiş olmalarıdır. Ayrı ayrı parti olmalarının nedeni Mustafa Suphi’nin de Şefik Hüsnü’nün de ayrı birer ekip olmalarındandır. Aralarında ideolojik bir ayrılığın olabilmesi bunların her ikisinin de ayrı ayrı programlara sahip olmasıyla mümkün olabilirdi. Bu durumda ya Mustafa Suphi ile Şefik Hüsnü’nün bir partide birleşmeleri, birleşmeyecek iseler ayrı ayrı programlar yapmaları gerekirdi.

Gerek Mustafa Suphi’nin ve gerekse de Şefik Hüsnü’nün kişilikleri birinin diğerinin emrine girmesine manidir. Bu nedenle bunların ayrı ayrı programlar yapmaları ve ona göre çalışmalarını düzenlemeleri gerekirdi. Mustafa Suphi programını düzenleyemeden ölmüştür. Şefik Hüsnü ise programını ancak 1931’de yapmış ve Berlin’de çıkardığı “İnkılâp Yolu” dergisinde yayınlamıştır.

Şefik Hüsnü Lider Durumuna Geliyor

Şefik HüsnüTürkiye halkının III. Enternasyonal doğrultusunda kurduğu Halk İştirakiyun-Bolşevik Partisi’ni, Şefik Hüsnü’nün Türkiye Komünist Partisi’ni, Mustafa Suphi’nin Türkiye Komünist Partisi’ni, III. Enternasyonal aynı samimiyetle karşılamıştır. Bu üç partinin bir arada ortak hareket etmesini önermiştir. Halk İştirakiyun-Bolşevik Partisi’nin üstün yetenekli Marksist bir liderden yoksun oluşu, Mustafa Suphi’nin genç yaşta öldürülmesi, Şefik Hüsnü’yü lider haline getirmiştir ve hareket Şefik Hüsnü’nün adı ile anılmaya başlanmıştır.

III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinen bu kuruluşa III. Enternasyonal sosyalizmini araç edinenler de, bu hareketi sabote etmek eğiliminde olanlar da girmişlerdir. Bunların bir kısmı III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinenlerin çalışmalarını öğrenip Türkiye devletine ya da Enternasyonal kapital cephesi temsilcilerine ulaştırmak, Mehmet Emin, Altındiş Faik gibi, diğer bir kısmı da III. Enternasyonal sosyalizminin gelişmesini sabote etmek amacıyla girenlerdir.

III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinenler arasında 1928 yılına kadar hem istihbaratçılar, hem de kışkırtıcı ajanlar, hem de ileride bu nitelikleri kazanabilecek olanlar bulunabilmiştir. Bunun nedeni istihbaratçıların verdikleri raporları ilgili dairelerin saklı tutması, harekete geçmemesi, kişileri yakından tanıması ve kışkırtıcı ajanlara ihtiyatlı davranmaları emrini vermiş olmasıdır.

III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinenlerin çalışmaları iki doğrultuda olmuştur. Biri yurt ölçüsünde hücreler kurarak örgütlenmek, diğeri de III. Enternasyonal’le ilişki kurmak ve III. Enternasyonal’den aldığı emirleri yurt içinde uygulamak ve yurt içinde ki durumu da III. Enternasyonale bildirmektir.

III. Enternasyonal sosyalizmini amaç edinen bu sosyalizmin gerek yurt içi örgütlerinin üst kademelerinde ve gerekse de bunların Komintern ile ilişkilerini düzenleyen komitenin üst kademelerinde iktidar hükümetinin istihbaratçı kişileri yer almıştı.

Bu suretle Türkiye hükümeti bu örgütün çalışmalarının tamamını biliyordu. 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkması ve Şefik Hüsnü örgütünün illegal faaliyete geçmesi üzerine iktidar hükümetinin takibatından kurtulmak için Şefik Hüsnü, Hasan Ali Ediz, Nâzım Hikmet ve daha başkaları yurtdışına kaçtılar. İktidar hükümeti Şefik Hüsnü örgütünün yalnızca gizli çalışan, gizli yayın yapan kişileri hakkında takibata geçti. Gizli partiye kayıtlı olan ama faaliyette bulunmayan kişileri hakkında takibat yapmadı. Gizli faaliyette bulunanlardan yurt dışına kaçamayanlar yakalandılar ve ağır cezalara çarptırıldılar. Bu suretle gizli partinin aktif unsurları hapishaneye düştü. Daha az aktif olanları ise dışarıda serbest kaldı. Bunlar da gizli partinin genel sekreteri Vedat Nedim Tör’ün çevresinde toplandılar.

Pek doğaldır ki bunlar partinin daha az aktif kişileri olduklarından gizli çalışmaları da pek sınırlı olmuştur. Bunların çalışmaları yurtdışına kaçmış olanları, yani Hasan Ali Ediz’i, Şefik Hüsnü’yü, Nâzım Hikmet’i vb. tatmin etmiyordu. Bunlar Vedat Nedim’i daha etkin olmaya zorluyorlardı. Ama Vedat Nedim bunların zorlamasına uygun bir yol izleyemiyordu. Bundan ötürü Şefik Hüsnü 1927’de Viyana’ya Vedat Nedim’i ve partinin ileri gelen diğer üyelerini çağırdı. Yurtdışına kaçmış diğer parti liderleri de Viyana’ya geldiler. Yeni bir hareket tarzı izlemeye başladılar. Vedat Nedim ve arkadaşları bu kararları uygulamak için yurda geldiler. Oysa Vedat Nedim Viyana kararlarını uygulamakta da ağır hareket ediyordu. Kısaca yurtdışına kaçmış olanlarla, Komintern Vedat Nedim’in çalışmalarından memnun değildi. Onu ve kadrosunu değiştirmek, daha etkin bir kadro ile çalışmak istiyorlardı. Pek doğaldır ki bütün bunları, partinin Komintern ile ilişki kuran bürosuyla birlikte ve o büroda çalışan iktidar hükümetinin istihbaratçıları da durumu biliyorlar ve günü gününe hükümete iletiyorlardı. (Bu büroda çalışanlardan biri de yukarıda anılan Altındiş Faik’tir).

1927’de Cumhuriyet Bayramı’nda çıkan afla gizli partinin etkin unsurları hapisten çıktılar. Bunlar da Vedat Nedim’le birlikte çalışmaya başladılar. Bunların partiye katılmasıyla yeni bir canlılık beklenirken tahmin edilenler gerçekleşmedi, eski yavaşlık devam etti. Bunun üzerine Şefik Hüsnü sahte bir pasaportla yurda geldi. Vedat Nedim’i ya daha etkin bir duruma getirmeyi, ya da bu mümkün olmazsa yeni bir ekip kurmayı tasarlıyordu. Vedat Nedim’i bir taraftan Komintern temsilcileri, diğer taraftan Şefik Hüsnü zorluyorlardı. Oysa Vedat Nedim Türkiye’nin o zamanki durumunu yakından bildiği kanısındaydı ve bu zorlamalara karşı koyuyor, çalışmalarındaki ihtiyatı bozmaya yanaşmıyordu.

Vedat Nedim ve Şefik Hüsnü Arasındaki Anlaşmazlık

Bu durumda Şefik Hüsnü, Vedat Nedim’i ve Vedat Nedim’e bağlı örgütü bir yana itmek ve güvendiği kişileriyle harekete geçmek, Komintern’in isteklerini yerine getirmek yolunu izledi. Gizli olarak bildiriler bastırdı ve dağıttı. Şefik Hüsnü’nün gizli bir pasaportla yurda girdiğini, bildiriler basıp dağıttığını istihbaratın adamları bilmiyordu. Bundan ötürü hükümet bu eylemi, istihbaratçılardan gizli olarak Vedat Nedim’in yaptırdığı kanısına vardı. Vedat Nedim olayla hiç bir ilişkisi olmadığı halde tutuklandı. Önceki eylemlerin tamamı da Vedat Nedim’in üzerine yıkıldı. Vedat Nedim polisteki sorgusunda bu eylemlerle ilişkisi olmadığını eylemlerin yurda dönmüş bulunan Şefik Hüsnü tarafından yapıldığını ve Şefik Hüsnü’nün nerede kaldığını bilmediğini ve ancak onunla haftanın belli gün ve saatlerinde Beyoğlu’nda Mülatiye Pastanesi’nde buluştuklarını söyledi. Polis gerekli tedbirleri alarak Şefik Hüsnü’yü Mülatiye Pastanesi’nde yakaladı. Vedat Nedim partinin polisçe bilinmeyen ne özellikleri varsa onları da bildirdi. Bu suretle partinin yurtiçindeki bütün kademeleri polisin bilgisi dahiline girdi.

Öte yandan Şefik Hüsnü’den bağımsız olarak durumu incelemek ve direktif vermek üzere Komintern’in bir temsilcisi de İstanbul’a geldi. Türkiye Komünist Partisi’nin Komintern ile ilişkisini kuran Altındiş Faik durumu polise bildirdi. Polisçe gerekli tertibat alınarak Komintern’in temsilcisi tutuklandı. Bu suretle partinin Komintern ile olan ilişkileri de su yüzüne çıkarıldı. Artık Türkiye Komünist Partisi genel merkezinin hem Komintern ile hem de yurtiçindeki kademeleriyle ilişkileri kopartılmıştı. Partinin sorumluları 1925 mahkumiyetlerinden farklı olarak hafif cezalarla cezalandırıldılar.

Böylece de Türkiye Komünist hareketi sahipsiz kaldı, durumda komünist hareketlerin farklı doğrultularda gelişmesi gerekir.

  1. III. Enternasyonal düşüncesini gerçekten benimsemiş olanlar. Bunlar, bir taraftan yurt içindeki bu görüşte olanları bulmak ve yeniden örgütleyerek Komintern ile ilişki kurmak yollarını arayacaklardı. Örneğin Hikmet Kıvılcımlı, Eczacı Vasıf, Telefoncu Ferit vb. gibi.
  2. İktidar partisi yani polisten yana olanlar. Bunlar da yurt içindeki sol eğilimlileri yanlış yollara sevk etmek ve Komintern’le ilişki kurup, Komintern’in tutumunu izlemek üzere ayrı bir örgütlenmeye gidecekler ve bu niteliklerini gizleyip III. Enternasyonal doğrultusunda imiş gibi görüneceklerdi. Kendilerini bizzat ortaya koymayıp kamuoyunun samimi komünist olduğu kanısında olduğu kişileri öne sürüp onların adı etrafında örgütlenmeyi deneyeceklerdi. Bu dönemde sayısız örgütlenme hareketleri baş göstermiş, bu hareketlere önderlik edenlerin hepsi de kendilerini enternasyonal hareketin temsilcileri olarak göstermişlerdir. Örneğin Aclan Sayılgan’ın, Fethi Tevetoğlu’nun kitaplarında 1928’den sonraki yıllar için birçok isimler sayılmıştır. Biz şahsen bu kitaplarda sayılan isimlerin bir kısmının polisle ilişkili, bir kısmının polisle ilişkisi olmadığı halde polis tarafından sahneye çıkartılmış kişiler, bir kısmının da samimi kişiler oldukları kanısındayız. Bu dönemde hareketlere karışan kişilerden hangilerinin polis, hangilerinin polisçe şartlandırılmış, hangilerinin de bağımsız ve gerçekten inanmış olduklarını ayırt edecek durumda değiliz.
  3. Komintern’in Türkiye Gizli Komünist Partisi’yle ilişkilerinin kesilmesi sonucu doğan boşluğu kapatmak ve yeniden bir örgütlenmeye geçmek üzere Komintern’in örgütlenmeyi gerçekleştirmek üzere gönderdiği kişiler. Örneğin Hasan Ali Ediz, Laz İsmail vb. gibi.
  4. Türkiye’deki komünist hareketlerin Komintern’le bağını kestiğini saptayan enternasyonal mali sermaye bu durumdan yararlanıp Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin arasını açacak bir komünist örgütlenmeyi uygun görmüştü. O tarihlerde (1928 ve izleyen yıllar) Türk-Sovyet ilişkileri son derece dostça idi. Türkiye’nin Sovyetlerden, Sovyetlerin de Türkiye’den bir kuşkuları yoktu. Türk-Sovyet ilişkilerini bozacak ve Türkiye’nin Sovyetlerden kuşkulanmasını doğuracak bir hareket, ancak Türkiye Gizli Komünist Partisi’nin Türk-Sovyet ilişkilerini bozacak doğrultuda yapacağı eylemlerle gerçekleşebilirdi.

İşte Türk-Sovyet ilişkilerini bozmak isteyen enternasyonal kapitalizm amacına uygun olarak sahte bir komünizm partisi kurdurmayı tasarladı. Bunu gerçekleştirmek için Moskova’da okumuş Türkiyeli komünistlerle orada arkadaşlık etmiş kişileri buraya yollamak (örneğin Riechter gibi), o kişilerle Moskova’da okumuş olanların ilişkisini kurmak ve onlara bir parti kurdurmak, Komintern’in isteğidir şeklinde Türkiye ile Sovyetlerin arasını açacak eylemlere itmek olabilirdi. Nâzım Hikmet’in “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” adlı kitabında ele aldığı konu, kendisinin ve Laz İsmail’in (İsmail Bilen) yaşadıkları anda bilemedikleri, sonradan farkına vardıkları bu eylemin romanlaştırılmasıdır.

Hemen şunu belirtelim ki yukarıda dörde ayırdığımız eylem türlerini ancak bir soyutlama ile elde edebiliriz. Gerçekte bunlar iç içe bulunurlar. 1928’den 1951’e kadar durum böyledir.

1929 Komünist Tevkifatı

Hikmet Kıvılcımlı1929’da İzmir’de bir rastlantı sonucu ortaya çıkan bir komünist eylemde Türkiye’deki komünist hareketin içinde yukarıda dört maddede özetlediğimiz niteliklerin bulunduğu olasılığı belirdi. 1929 yılı kışında İzmir’de bir “keçi hırsızlığı” yüzünden polisler tarafından takip edilen Kamberoğlu Ali,yakalanacağını anlayınca üzerindeki “Türkiye Komünist Partisi” ve “Türkiye Genç Komünistler Birliği İzmir Teşkilatı” imzalı bildirileri denize atmaya çalışır, ancak durum fark edilir. Kamberoğlu Ali sıkıştırılınca çorap söküğü gibi bütün bir komünist hareket ortaya çıkar. Böylece ünlü “1929 Komünist Tevkifatı” başlar. İstanbul ve İzmir’de yapılan tutuklamalarda Komünist Parti üyesi 34 kişi tutuklanır. 25 Haziran 1929’da İzmir Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dava 16 Temmuz’da 24 kişinin mahkumiyeti, 9 kişinin de beraati ile sonuçlanır.

Polis mahkemeye verdiği yazıda partinin bütün faaliyetlerini tam ve doğru olarak belirtiyor. Ancak anılan olayların sanıklarından bazıları gizli tutuluyor. Eylem anlatılıyor, fakat gerçek sanıklar değil, başka sanıklar gösteriliyor. O eylemi yapmamış kişiler o eylemi yapmış olarak gösteriliyor. Bu durumda Sarı Mustafa, Hamdi Şamilof, Nâzım Hikmet vb. polisçe korunmuş olmaktadır. Bunlardan Sarı Mustafa’nın dahil olduğu eylemler aynen sıralanmış, fakat Sarı Mustafa’nın yerine bu eylemleri Telefoncu Ferit’in yaptığı belirtilmiştir. Yine Nâzım Hikmet’le ilişkili olanlar aynen sıralanmış, fakat bu eylemleri Laz İsmail’in yaptığı gösterilmiştir. Daha bir kaç kişi için de durum aynıdır.

Bunlardan Telefoncu Ferit kendisine yüklenen eylemleri kendisinin yapmadığını mahkemede iddia etmişse de mahkeme iddiayı geçerli bulmamıştır. Nâzım Hikmet’in ilgili bulunduğu eylemleri de Laz İsmail mahkemede kendisinin yaptığını kabullenmiştir. Bu durumda akla şu olasılıklar gelebilir:

  • Gizli Komünist Partisi’yle ilişkili olduğu halde kovuşturmadan kurtulanlar polis midirler?
  • Kovuşturmadan kurtulanların iki-üç yıl hapis yatmalarıyla komünist harekete bayrak olmalarını engellemek için mi kovuşturmadan kurtarılmışlardır? Diğer bir deyimle hareketin önderliğinin Nâzım Hikmet ve arkadaşlarının eline geçmesini önlemek ve önderliğin Şefik Hüsnü ve arkadaşlarında kalmasını sağlamak mıdır?
  • Şefik Hüsnü grubunu ve Nâzım Hikmet’le birlikte Nâzım Hikmet grubunu mahkum etmek halinde Türkiye komünist hareketinin bilinmeyen ellere geçmesini önlemek midir? Bu konuda daha başka olasılıklar da akla gelebilir.

Biz burada bir değerlendirme yapmayacağız. Yalnızca bu durumun doğurduğu sonuçları bildireceğiz.

1929 mahkumiyetleri ve kovuşturmaların oluş şekli Komintern’ce güvenilir olan Şefik Hüsnü grubunu harekete geçirdi. Parti hareketiyle ilişkili olduğu halde kovuşturmadan kurtulanlardan Şefik Hüsnü grubuna karşı olanlar yukarıda birinci maddede belirttiğimiz olasılığa göre değerlendirildiler. Ve bunlar Komintern kararıyla Komünist Partisi üyeliğinden uzaklaştırıldılar. Partide ciddi tasfiyelerde bulunmak üzere Moskova’daki Hasan Ali Ediz geniş yetkilerle Türkiye’ye gönderildi. Hasan Ali Ediz partiyi yeniden örgütledi. Kısa bir süre sonra durum ortaya çıktı. Hasan Ali Ediz ve arkadaşları tutuklandılar. Haşan Ali Ediz hareketi hapishaneden yönetmek istedi. Bu yüzden ikinci defa olarak cezalandırıldı.

Bu arada Komünist Partisi’nden uzaklaştırılan Nâzım Hikmet ve grubu Komintern’den bağımsız harekete geçtiler. Türkiye’deki komünist harekete sahip çıkmak suretiyle kendilerini Komintern’e kabul ettirmeyi istediler.

1930’dan sonra hareket biri Nâzım Hikmet’in etrafında, Komintern’den bağımsız, diğeri Hasan Ali Ediz ve arkadaşları tarafından yürütülen Komintern’e bağlı olması muhtemel olan iki kolda gelişti. Pek doğaldır ki örgütlerin çalışmasında, gelişmesinde paranın önemi büyüktür. Profesyonel devrimci kadro olmadıkça bir örgüt gelişemez. Profesyonel devrimci kadro da ancak örgütün parasal olanaklarının artması ölçüsünde gelişebilir.

Nâzım Hikmet grubunun parasal olanaklarının sınırı bu gruba dahil olanların parasal olanaklarıyla sınırlıdır. Hasan Ali Ediz grubunun parasal olanakları ise Komintern’in yapacağı yardımla sınırlıdır.

Nâzım Hikmet grubuna mensup olan kişilerin parasal olanakları bir gizli partiyi yürütmeye yetecek ölçüde değildi. Öte yandan Komintern’in de bu işlere ayırdığı para yine bir partiyi ayakta tutabilecek durumda değildi. Bu durumda gerek Nâzım Hikmet ve gerekse de Hasan Ali Ediz eylem yapabilmek için kendilerine kaynak bulmak zorunda idiler. Bu kaynaklar da çeşitli yollardan; banka, posta vb. soymak, haraç almak, zenginlerden bağış toplamak, üyelerinden ödenti almak, iktidar partisinden beslenmek gibi kaynaklar olabilirdi.

Genellikle devrimci sosyalistler (es’erler) bu yolu seçmişlerdir. Anti-komünist literatür Bolşevik Partisi’nin de bir ara bu yolu seçtiğini yazar. Oysa Bolşevik Partisi’nin resmi tarih kitaplarında böyle bir şeye rastlanmaz. Sosyalist Parti tarihinde bağış toplama yoluna çok başvurulmuştur. Ama Türkiye sosyalizminde bu bağış sosyalist hareketin yürütülmesinde önemli derecede olmamıştır. Üye ödentileri için de durum aynıdır. Türkiye’de sosyalist hareketlerin parasal dayanağı, son çözümlemede ya Komintern’dir, ya da kışkırtıcı ajanların bir eylem yapılması için iktidar partisinin ayırdığı ödenekler olmuştur. Genellikle Şefik Hüsnü grubunun yaptığı faaliyetlerin finansmanını Komintern sağlamıştır. Bu da 1925-1929 yargılamalarında ortaya çıkmıştır. Şefik Hüsnü’ye karşıt grupların faaliyetlerinin finansmanım ise genellikle kışkırtıcı ajanlar sağlamıştır.

Bunun sonucu her iki grubun yönetimi de egemen sınıfın emrine girmiştir. Egemen sınıf bu iki gruptan hangisini hareket ettirecekse o hareket için gerekli parayı o gruptaki adamına sağlattırırdı. Örneğin Nâzım Hikmet grubunun bir matbaa kurması gerektiğinde gerekli para Şoför Ragıp’ın otomobilini satması suretiyle kolayca bulunabilmiştir.

Özellikle Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi ve anti-Komintern’in kurulması Türkiye’nin politik konjonktüründe komünist hareketlerin önemini artırmıştır. Türkiye’de komünist hareketler gerçek ya da sahte ne kadar yaygın bir şekil alırsa Nazi Almanyası’nın ve anti-Komintern’in Türkiye ile ilgilenmesi de o oranda artacaktır. Bu nedenle iktidar azgın, fakat sahte bir komünist hareketin yaygınlaşması için gerekenleri yapmıştır.

Genel olarak açıkladığımız bu komünist hareketlerin (1930’dan ve özellikle Hitler’in iktidara gelişinden sonra) gençler ve özellikle de yükseköğrenim gençliği üzerine yansımasıyla doğan komünist hareketler, iktidarın politik konjonktür hareketleridir. Kesin olarak şunu diyebiliriz ki, yükseköğrenim gençleri arasında ciddi bir sol örgütlenme olmamıştır. Gerçi o tarihlerde yükseköğrenim gençleri arasında bir komünist gençler örgütlenmesi olmuş ve gizli bir matbaa kurulmuş ve bir iki bildiri basılmıştır. Ama bu hareket köken itibariyle iktidar partisince düzenlenmiş bir konjonktür hareketidir.

Pek doğaldır ki bu konjonktür hareketine bilmeden, inanmış gençler de katılmışlardı. Ama inisiyatif iktidarın adamlarının elinde idi. Bu nedenle bu eyleme katılanlar bir kovuşturmaya uğramamışlardır. Ancak bu harekete samimi olarak katılmış olanların bazısı iktidar partisinin baskısına dayanamayarak yurt dışına kaçmışlardır. Bir kısmı da baskılara dayanamayarak delirmişlerdir.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.