Osmanlı’da 1908 Boykotu ve Fes-Kalpak Savaşı

Fesi Osmanlı’da ilk kullanıldığı dönemde kabul etmeyen Osmanlılar, alıştıkları başlıklar yerine hiç tanımadıkları fesi askerine ve memuruna giydiren II. Mahmut’a “Gâvur padişah! Cenab-ı Hak senin ettiğin küfrün hesabını senden soracaklar Sen İslamiyeti tahrip ve peygamberin lanetini üzerine celbettin” derken, yaklaşık bir yüzyıl sonra, 1908 yılı geldiğinde bu fesleri yerlere atarak yırtmış, hatta dinen fes giyilmesinin uygun olmadığını da belirtmişlerdi. Oysa aynı kalabalık 1925 yılında yapılan Şapka Devrimi’nin ardından bu sefer aynı fese “dini başlığımızdır” diyerek canla başla sarılıyordu

Böyle bir çelişkinin en önemli nedeni, fesin ve şapkanın ilk kullanıldığı dönemlerde, yeniliklere ayak direyen, kişisel çıkarlarını gözeten ve dini kendi amaçları doğrultusunda kullanan belli bir kesimin var olmasıydı. Osmanlı Devleti’nde her yeniliğe karşı çıkışta ekonomik nedenlerin de varlığı göz ününde bulundurulursa, sarıktan fese geçişte sarık esnafının ve dayandığı düşüncenin, festen kalpağa veya şapkaya geçişte de, fes esnafının ve o dönemde dayandığı karşı düşüncenin direnci büyük önem kazanmıştı.

Osmanlı’nın son dönemlerinde ve belki bugün bile bazı kesimlerce dini anlamlar yüklenen fes, Kuzey Afrika’da Fas’ta tarih sahnesine çıkmıştı. Ancak daha mitolojik çağlarda Anadolu’da Frig Kralı Midas’ın kullandığı Frigya külahının, fesin ilk örneği olduğu da söylenmektedir.

Fesin Osmanlı Devleti’ne resmi girişi, askeri başlık olarak 1827 ya da 1828 yıllarında olmuştur. Gerçi bu tarihten önce Edirne kentine gayrimüslim tacirler tarafından esnaf arasında “barata fes” ve “fes-i Tunus” adıyla bilinen fesler getiriliyorsa da sözü edilmeyecek miktardaydı. Bir başka görüşe göre ise, fesi Osmanlılar ilk kez Yunanlılardan görmüş ve almışlardı. Zira Osmanlı sınırları içinde yaşayan Yunanlıların bir kısmı fes giyiyordu. Yine de Türklere fesi tanıtanların Cezayir ve Tunuslu korsanlar olduğu söylenebilir.

Osmanlı’ya Fesin Resmi Gelişi

1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından hemen sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adlı yeni ordunun askerleri şubara adı verilen yuvarlak tepeli ve dilimli çuhadan yapılmış bir başlık giyiyordu. Şubaranın güneşten ve yağmurdan çabuk etkilenmesi, gerçekte ise eski devre ait bir şey bırakılmak istenmemesi nedeniyle yeni başlıklar aranmaya başlandı.

Bu arayışlar sürerken Kaptanıderya Koca Hüsrev Paşa, Mora’daki Yunan isyanını bastırmış, 1827’de donanmasıyla İstanbul’a dönüyordu. Mora isyanının bastırılması için Mısır’dan kara askeri getirmekle görevlendirilen Hüsrev Paşa burada Tunuslu Bedevilerin başında gördüğü fesi çok beğenmiş ve sonradan Müslüman olan Hurşid adlı bir Fransız çavuşun da önerisiyle askerlerine fes giydirmişti. Fransız çavuş aynı zamanda Batı tipi eğitim vererek bir nizamiye taburu yetiştirmeye başlamıştı.

Koca Hüsrev Paşa İstanbul’a döndüğünde II. Mahmut tarafından Asakir-i Mansure-i Muhammediye seraskerliğine getirildi. Bir Cuma Selamlığı için Bab-ı Seraskeri meydanına (Bugünkü İstanbul Üniversitesi meydanı) getirilen nizamiye taburu askerlerinin başlarındaki fesi gören II. Mahmut fesi oldukça beğenmişti. Yayınladığı bir fermanla, Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerinin bundan böyle fes giymesi emrini verdi.

II. Mahmut’un fesi yerleştirme çabası halk arasında ilk planda hiç de olumlu karşılanmamıştı:

1244-1828 senesi Ramazanı girmiş, şeker bayramı takarrüp etmişti. Adet olduğu veçhile herkes bayram alayını görmeye gitmişti. Fakat gidenleri o derece büyük bir hayret istila etmişti ki, hiç kimse bu hareketin verdiği korkunun tesiriyle bir tek kelime söyleyememişti. Tabidir ki bu hayret ve korku sebepsiz değildi. Çünkü o zamana kadar herkesin koskoca kallavi bir kavukla görmeye alışkın olduğu Sadrazamı, başına kenarı altın sırma ile işlenmiş  bir fes, yakası son sırmadan pırıl pırıl yanan beyaz çuhadan harmani kıymetli kürkler yerine çuha elbise giymiş lehtari kılaptanlı eğer vurulu bir ata binmiş olarak görmüşlerdi.

Fesin başlık olmasına karar verilirken, ulemadan bazılarının fes giyilmesinin dinen caiz olmadığına ilişkin dedikodu etmesinden dolayı şeyhülislam değiştirilmiş, pek yok kimse cezalandırılmıştı. Hatta fesin meşru bir başlık olduğunun anlatılması ve halka benimsetilmesi için vaizler de görevlendirilmişti. Sonunda bu işin böyle yürümeyeceğine karar veren II. Mahmut, 1829 yılında Kıyafet Nizamnamesi yayınlayarak fes ile ilgili yeni hükümler getirdi. Bu nizamnameye göre kara askerini deniz askerinden ayırt edebilmek için  Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerinin feslerine eğri sarık sardırılması, ulema da dahil olmak üzere bütün devlet memurlarının fes giymesi zorunlu tutuldu. Ancak memurların askerlerden ayrılması için feslerine hiçbir şey sarmamaları, yani “dal fes” giymeleri öngörüldü. Yalnızca ilmiye sınıfından olanlara fes üzerine beyaz tülbent sarmaları bir ayrıcalık olarak tanındı.

Ancak dinci çevrelerin sarıksız fes giymenin şeriat açısından caiz olmadığını öne sürüp kargaşa çıkarmaları üzerine esnaf ve halkın sarıklı fes giymelerine izin veren yeni bir düzenlemeye gidildi.

Bu ortamda fesler giyilmeye devam edilirken, Orta Asya kökenli kalpak da Osmanlı toplumunda yer kazanmaya başladı. Halk için bugün dahi kullanılan başıbozuk tabiri, halkın bu dönemde dilediği serpuşu giymesinden ileri gelmişti.

II. Mahmut dönemimde etrafında mavi bir püskül bulunan fes, Abdülmecit döneminde Fransız askeri kasketinin de etkisiyle ağzı geniş tepesi dar Mecidiye fesi halini almıştı. Mahmudiye feslerinin mavi püskülleri sürekli birbirine karıştığından, bu püskülleri taramak için şimdiki ayakkabı boyacıları gibi tarakçı Yahudi çocukları dolaşmaya başlamıştı. İşin ilginç yanı, II. Abdülhamit 1903 yılında topçulara ve süvarilere fes yerine kalpak giydirmek istemiş ve tepeleri güneş ışınları gibi ortada birleşen altı adet sırma şeritli kalpak, resmi başlık olarak kabul edilmişti. Ne ilginçtir ki, fese dine aykırı diye karşı çıkan dinci çevreler, bu sefer de fesin din ve iman sembolü olduğunu ileri sürerek kalpağa karşı çıkmakta gecikmemişlerdi.

1908 Boykotu ve Fes-Kalpak Kavgasının Başlaması

FesŞimdi gelelim fesin 1908 yılındaki macerasına. Avusturya’nın 3 Ekim 1908’de Bosna Hersek’i ilhakı Osmanlı Devleti’ni hazırlıksız zamanda yakalamıştı. Meşrutiyet ikinci kez ilan edilmiş, halk belli bir rahatlama içerisine girmişti. II. Abdülhamit tahtta kalmasına rağmen, bu sefer yetkilerini İttihat ve Terakki Cemiyeti ile paylaşmak zorundaydı. Bosna Hersek’in ilhakı olayını hükümet üzerinde bir baskı kurma aracı olarak görecek olan cemiyet, bunu yok iyi kullanarak Avusturya’ya karşı bir protesto eylemini örgütlemeye başladı.

Cemiyetin gayri resmi yayın organı olan Tanin gazetesinde Hüseyin Cahid, “Osmanlıların sükûn içinde çalışmaya muhtaç oldukları şu sırada, Bosna Hersek’in üzerine saldıran (adi ve murdar bir hareketle) Avusturya’nın çürük metalarını almayınız” diyerek Avusturya mallarına karşı boykotu başlatmıştı.

İşte bu ortamda, gazetelerin de teşvikiyle, halkın aklına fesin de Avusturya’dan alındığı gelmiş ve 10 Ekim akşamı Direklerarası’nda Avusturya’yı protesto eden halk başlarındaki fesleri çıkartarak yerine, işlemeli arakıye ve keçe külahlar giymeye başlamışlardı.

Gazetelerde birdenbire artan yazılarda, fesin geçmişi anlatılıyor, dışarıdan geldiği belirtiliyor ve milli başlık sayılamayacağı kanıtlanıyordu. 12 Ekim 1908 tarihli yayınında Sabah gazetesi II. Abdülhamit yönetimi ile fes arasında ilginç benzerlikler kuruyordu:

İstibdat, başımızda püsküllü bir belaydı. Hamdolsun onu defettik, ikinci püsküllü bela da bu Avusturya ticaretidir. Şimdi onun istilasından başımızı kurtarmak için, püskülünü attık,  milli kıyafetimizin en eskilerinden olan bu hürriyet feslerini (keçe külah) giydik. Avusturya’nın Balkan şube-i ceziresinde oynadığı külah kapma ve kaptırma politikası bizi de külahlarımızı değiştirmeye mecbur etti.

İstanbul’da yapılan gösterilerde feslere yönelik protesto ön plandaydı artık. Sururi Emekçil bu protesto gösterilerinden birinin sonrasındaki gelişmeyi şöyle anlatmıştı:

İçlerinden biri “başımızdaki fesler Avusturya malıdır, fesleri yırtalım giymeyelim” deyince, heyecan içinde olanlar başlarındaki fesleri yırttılar, bir de protesto yazdılar. Halk, mitingden başı açık döndü. Fesini yırtmayarak giyenlerin fesleri yırtıldı. Sokaklarda keçe külahlar, mendiller ile gezilmeye başlandı. Feslerin yerine astragandan kalpaklar çıktı.

Daha sonra ise halk, keçe külahın uygarlığa uymayacağını düşürerek, kalpağı keçe külaha tercih etmişti.

Avusturya fesini boykot, Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinde de aynı şekilde yansımasını bulmuştu. İzmir’de halk ilk planda Avusturya fesi yerine Feshane ve Hereke Osmanlı fabrikalarının feslerini, Çerkez kalpaklarını, Bursa ve Konya’da üretilen keçe külahları giymişlerdi. 27 Aralık 1908 tarihinde yine İzmir’deki bir protesto gösterisi, bazı çocukların feslilere saldırıp feslerini yırtmaya başlamaları üzerine, bir fes yırtma bayramına dönüşmüştü.  Bu olay, Selanik’te de duyulmuş ve henüz fes boykotundan haberdar olmayan Selanikliler de, İzmir’deki fes boykotundan etkilenerek, feslerini çıkarıp yerine keçe külah giymeye başlamışlardı.

Manisa’da da Berberzade Hafız Ali,  hastane kâtibi Ziya Cavit ve Kemal Beyefendilerin külah giydiğini gören halk, birbirleriyle yarışırcasına fesleri çıkarıp keçe külah giymiş ve keçe külah yapan keçeci esnafının gece gündüz çalışmalarına neden olmuşlardı. Kırşehir’den alınan bir mektupta Avusturya fesi yerine yerli fes giyilmesinden dolayı şehirde yeterli miktarda fes kalmayınca Manastır şayağından Osmanlı süvari kalpağı tarzında muşamba beyaz kalpak yaptırmaya karar verildiği belirtiliyordu

Avusturya feslerine yönelik boykot, Osmanlı Devleti’nin Arap bölgelerinde de şiddetle uygulanmıştı. Bosna Hersek’in ilhak edilmesinden etkilenen Suriye’de fes yerini kalpağa bırakmakla kalmamış, Şam’daki zenginler bir fes fabrikası bile kurmayı planlamışlardı. Beyrut’ta ise halk püskülsüz yerli fese rağbet ettikten sonra,  Ankara kuzusu derisinden kalpağa dönülmüş, vilayetin itirazı üzerine de deve tüyünden kalpakta karar kılınmıştı.  Arabistan’da da ulema önceden kullanılan kırmızı fes verine arakıye, halk ise kalpak giymeye başladığı için bunları satan esnaf büyük kazanç elde etmeye başlamıştı.

Afrika kıtasında Mısır’da yapılan mitingden sonra İstanbul’a telgraf çekilerek 5.000 adet beyaz fes istenmişti.  Hatta daha da ileri gidilmiş, İskenderiye’de sanayi okulunda fes imali için bir bölüm yaptırılmasına karar verilmiş, ayrıca Kahire’de İsmail Asım Bey adındaki bir zengin, daha önce yaptırıp işletemediği fes fabrikasını yeniden işletmeyi de düşünmüştü.

Boykotun sınırları o kadar genişlemişti ki, Hindistan’dan bile boykot haberleri geliyordu. Hint Müslümanları Bosna Hersek’in ilhakından etkilenen Türkiye’nin hislerine katılmak İçin, Avusturya’dan gelen fesleri almamaya ve onlar da bir fes fabrikası kurmaya karar vermişlerdi.

Mustafa Kemal, Sovyet Rusya'nın Kurtuluş Savaşı dönemindeki Ankara Büyükelçisi Semyon Aralov'laFes boykotundan dolayı fes tüccarlarının zarar gördüğü bir gerçekti. Nitekim İstanbul’da 14 Ekim tarihinde fes tüccarları Babıali önüne gelerek, Avusturya mallarına boykot yapılması nedeniyle zarar gördüklerini belirtmişler ve hükümete şikâyette de bulunmuşlardı. İlhak tarihinden daha birkaç gün sonra İstanbul’da meydana gelen bu olay, fes satıcılarıyla kalpak ve keçe külah satıcılarını karşı karşıya getirmiş, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde boykotla birlikte, bir fes-kalpak mücadelesi başlamıştı. Eski düzen yanlıları fesi savunurlarken Meşrutiyetçilerin kalpağı savunmaları, olayı daha ilginç bir hale getirmişti.

Fesi savunanlar, fesin Osmanlı sultanlarının ilk dönemlerindeki kırmızı başlıkla, üstüne sarılan beyaz sarığın yadigârı olmasını (!) gösterirlerken, kalpağın Türkler tarafından çok eskilerde kullanıldığını ve şimdilerde Rusya’da kaldığını belirtmişlerdi.  Ayrıca kalpağın, kuzu derisinden yapılması nedeniyle pahalı olması da fes taraftarlarınca fesi savunmak için geçerli bir nedendi. Kalpağı milli başlık olarak görenlere karşı da, halkın giydiği kalpakların Bulgar ve Çerkez kalpakları olması nedeniyle “Osmanlılık adına kabul olunamaz” fikri ön plandaydı. Fes esnafı boykotu, kendi çıkarları için, kalpak tüccarlarının çıkardığını belirtiyorlardı. Ancak kalpak ve yerli fes tüccarlarının, boykotu kendi çıkarlarına göre kullandığını kabul etmekle birlikle, fes boykotunun Bosna Hersek’in ilhakına karşı, Avusturya’yı protesto amacıyla doğal bir biçimde başladığını belirtmekte yarar, vardır.

Buna karşılık fes boykotunu, dolayısıyla kalpak ve keçe külahı savunanların en geçerli nedeni Bosna Hersek’in ilhak edilmesi ve Osmanlı feslerinin Bosna Hersek’i ilhak eden Avusturya’dan gelmesiydi. Ancak zamanla değişik görüşler de oraya çıkmaya başladı. Bunların en ilginci, İzmir gazetelerinde fes giyilip giyilmemesinin dinle bağlantı kurularak tartışılmasıydı. Ali Ramiz imzasıyla İttihat gazetesine gönderilen mektupta, fes giymenin şeriat açısından mahzurlu olduğu belirtilirken, kanıt olarak da Hz. Muhammed’in “labis-i ahmereyn ile libaslanmış olanlara selam vermeyin” hadisi gösterilmiş ve feslerin kırmızılığına atıfta bulunulmuştu. Bu görüşe yanıt olarak, Ahenk gazetesine gönderilen bir başka mektupta ise dinde böyle bir şey olmadığı savunulurken “görülmüş müdür ki bir fetva, hadis-i şerife müstenid olsun” denilerek ilginç bir yanıt verilmişti.

Fesin bir başka olumsuz yanı da, özellikle yaz mevsiminde terden dolayı başı rahatsız etmesi ve kışın ise, yağmura dayanaklı olmamasıydı. Bir ilginç olumsuzluk olarak da kırmızı fes giymelerinden dolayı askerlerin iyi bir hedef oluşturması gösterilmişti.

İzmir’de fesin karşısında olanların başında, İzmir Orman Dairesi Vekil-i Umumisi Refet Bey geliyordu. Refet Bey kalpağı savunduğu bir yazısında fesin milli başlık olmadığını çok açık bir şekilde arılatıyor ve fesin ilk çıkış noktasının Yunanistan olduğunu belirttikten sonra “bu fes ucunda mavi bir püskül olduğu halde Faslıların milli başlığıdır. Zaten biz Hacivat’ın tazyikiyle, geçen gün Karagöz’ün serpuş olarak başına geçirdiği Göksu saksısından maada ne icat edebildik. Bu yüzden milli başlık inancamızda ısrar etmeyelim. Bu yüzden fesleri atalım, ecdadımızın milli başlığı olan kalpağı giyerek, harb-i iktisadiye katkıda bulunalım” diyordu.

Bu ortamda, fes giyenlerle kalpak giyenler arasında çeşitli sorunlar da olmuyor değildi. Fes-kalpak mücadelesi, 17 Aralık 1908 tarihinde açılacak olan Mebusan Meclisi törenlerinde de devam etti. Boykotçular açılış töreninde milletvekillerinin kalpak giymesini isterken, bunu sağlamak için Amedi Divanı muavinlerinden Sait Paşa’ya fes giyilmemesi konusunda bir uyarı içeren kartpostal göndermişlerdi. Bu kartpostal sadrazama gösterilmiş ve sonuçta kartpostalı gönderenlerin araştırılarak haklarında kanuni işlem yapılmasına karar verilmişti. Ancak tören sırasında fes giyenlerin hakarete uğrayacağı ve feslerin de yırtılacağı haberlerini de ortalığa yayılmıştı. Sorunun sertleşeceğini anlayan cemiyetin Selanik’teki yayın organı İttihat ve Terakki duruma el koymuş “milletin vekili olanların fes giymesine rağmen, fesin milli başlığımız olmadığını söylemek, menfaatperestliktir” diyerek olayı kınamıştı.

Osmanlının çeşidi bölgelerinde de fes-kalpak mücadelesinde halktan bazıları halen daha fes giyenleri şikayet ediyordu. Örneğin Batı Anadolu’da Süleymanlı köyünden Köylü gazetesine gönderilen mektupta, halkın tümünün keçe külah giydiği ve İzmir’den gönderilen Avusturya feslerinin de geri gönderildiği belirtildikten sonra, “ama içimizden birisi var ki, kendisi büyük bir alim olduğundan, fesini alıp yırtmak olmuyor. Kendisi de başından fesini çıkarmıyor. Çıkarmadığı gibi başkalarına da mani oluyor. Böylece Nemçe gibi düşmanımıza kötülük etmeyi, evvela en fazla bilgili olan hocalarımız tarafından bizim gibi cahillere anlatılacak yerde, tersine iş yapmasında kendisine güzel münasip bir söz bulup yazmanızı rica ederiz” denilerek, hocanın fese olan bağlılığı şikayet ediliyordu.

Avusturya hükümeti, Osmanlı Devleti’nin boykotu desteklediği suçlamasıyla Kâmil Paşa hükümetini durmaksızın baskı alımda tutmaktaydı. Ayrıca İttihat ve Terakki’nin de el altından boykotu desteklediği bilinmekteydi. Bu nedenle hem hükümet hem de cemiyetin ileri gelenlerden Ahmet Rıza Bey de Aralık ayındaki Avrupa gezisinde Avusturya gazetesi Neue Freie Presse muhabiriyle başında fes olduğu halde yaptığı görüşme de, boykotun kalkması için devletlerin aracı olmasının hata olduğunu, çünkü boykotu hükümetin yapmadığını belirtirken, hem cemiyeti hem de Osmanlı hükümetini savunmuş oluyordu.

II. Meşrutiyetin ilk önemli olayı Bosna Hersek’in ilhakı, bölge halkı tarafından da tepkiyle karşılanmıştı. Yine de ortada bir çelişki bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti’nde halk ilhakı fesleri çıkartarak protesto ederken, Viyana’da Mari Terez Erkanı Harbiye Okulu’ndaki Müslüman öğrencilerin başlarındaki feslerin yemin töreninde çıkarılması Bosna Hersek halkı tarafından hakaret olarak kabul edilmişti.

1991-1995 yıllarında Sırpların Boşnaklarla başlarına fes takarak alay etmeleri de yine ilginç bir tezattı. Sırpların 90’lı yıllardaki bu davranışları ilk de değildi. 1910 yılında Mustafa Kemal, Fransa’daki Picardi manevralarına gittiği sırada yanında çocukluk arkadaşı Binbaşı Selahattin Bey vardı. Bindikleri tren Belgrat istasyonunda durduğunda Selahattin Bey Sırp çocuklardan bir şeyler satın almak istemiş, fakat Sırp çocuklar Binbaşı Selahattin Bey’le fes giydiği için alay etmişlerdi. Atatürk’ün fese karşı olumsuz bakmasına neden olan bir başka olay da II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi nedeniyle Trablusgarp’ta çıkan ayaklanmayı incelemek için buraya giderken Brindizi’de gerçekleşmişti. Başında bir fesle açık bir faytonla konsolosluğa giderken, İtalyan çocuklar Mustafa Kemal’in yabancı olduğunu anlayarak onunla alay etmişlerdi. Kuşkusuz yaşanan tüm bu deneyimler Atatürk’ün Şapka Devrimi’ne de bir gerekçe olmuşlardı.

1 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.