Mustafa Suphi’yi Kim Öldürdü?

Mustafa Suphi’nin öldürülmesi konusunda şimdiye kadar hep birbirinden farklı öyküler anlatıldı durdu. Bu konuda mübalağa laflar edildi, nice dayanaksız söylentiler, tevatürler üretildi,  nice kanıtlar kuşkuya karşılandı . Sonuçta herkes yine kendi tarih bilincinde oluşturduğu doğruya inandı. Mustafa Suphi’yi kim öldürdü sorusunun yanıtı belli. Ama kim öldürttü sorusunun çengeli hep yerinde asılı kaldı. Belki de Mustafa Suphi’nin öldürülmesi emrini kimin verdiği sorusu hiçbir zaman bir “belge” ile kanıtlanamayacaktır. Ortada bir belge olmayınca da Mustafa Suphi olayı bilinmezliğini  ve sır perdesini her zaman koruyacak. Ama yine de eldeki verilerden hareketle bir tahmin yürütülebilir. Bunun içinde Mustafa Suphi olayının tarihsel arka planını bilmek gerekir.

Mustafa Suphi de adaşı Mustafa Kemal gibi, Osmanlı’nın sancılı yıllarında, II. Abdülhamit’in baskı döneminde, ancak Mustafa Kemal’den farklı olarak daha aristokrat bir ailenin çocuğu olarak, 1883’te Giresun’da doğmuştur. Babası Mevlevizade Ali Rıza Efendi Erzurum, Şam, Edirne ve Kastamonu valiliklerinde bulunmuş, emekli olunca İstanbul’da sakin bir yaşam sürdürmüştür. Annesi ise Samsun eşrafından belediye reisi Halil Hilmi Efendi’nin kızı Memnune Hanım’dır. Ailece esas memleketleri Samsun’dur.

Mustafa Suphi, vali babasının görevi gereği ilk ve orta Öğrenimini Erzurum ve Şam’da tamamlayıp Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra, İstanbul Hukuk Mektebi’ne girmiş ve buradan iyi dereceyle mezun olmuştur. Çok az Osmanlı gencine nasip olan yurt dışı eğitimini ise Paris’te, “L’Ecole Iibre des Sciences Politiques” (Siyasal Bilgiler Mektebi)de tamamlamış ve buradan 1910’da mezun olmuştur. Mustafa Suphi daha bu yıllarda bir yandan ekonomi alanında dikkate değer çalışmalarını sürdürürken, bir yandan da Tanin gazetesinin Paris muhabirliğini yaparak gazetecilik deneyimlerini elde ediniyordu.

Mustafa Suphi, çağının kimi aydınları gibi, siyasetle de yakından ilgilenmiştir. Başlangıçta her ilerici aydın gibi İttihat ve Terakki’ye destek vermiş, hatta Selanik Kongresi’ne İstanbul delegesi olarak katılmıştır. Fakat sonra bu burjuva partisinin, programına sadakatsizliğinin farkına varır ve egemen olan entrikacı anlayıştan tiksinerek muhalefet saflarına geçer. Ferit Tek’le bu amaçla İfham gazetesini çıkararak sorumlu müdürlüğünü üstlenir.

Sinop’a Sürgün

Avrupa dönüşü Mustafa Suphi’de milliyetçilik görüşü ağır basmış, Türkçülük görüşü, siyasetinin merkezi olmuştur. Daha sonra Ferit Tek ve Yusuf Akçura’nın kurduğu Milli Meşrutiyet Fırkası’na katılır. 1913’te Mahmut Şevket Paşa’nın bir suikaste kurban gitmesi üzerine, geniş çaplı soruşturma ve kovuşturma sonucunda, doğrudan herhangi bir ilişki kurulamamakla birlikte İfham gazetesi kapatılır. İttihat ve Terakki’nin başlıca muhalifleri Ahmet Bedevi Kuran, Amasya mebusu İsmail Hakkı Paşa, Refik Halil Karay, Dr. Celal Paşa, Refi Cevat Ulunay ve Ferit Bey ile birlikte Mustafa Suphi de Sinop’a sürgün edilir.

Sinop, Türkiye’nin en kuzey ucundaki tarihi kalesiyle Osmanlı’nın sürgün ve hapis yerlerinden biriydi. O zamanlar küçük, sessiz ve Anadolu’nun belki en yoksul ve ücra yerlerinden biriydi. Mahkum ve sürgünler iyi muhafaza edilebiliyorlardı. Sürgünlerin her ne kadar halkla ilişkileri yasak değilse de sınırlıydı. Mustafa Suphi bu sürgünlükte bir ara İstanbul’a dönmüşse de, ikinci kez Sinop’a gönderilince artık kararını vermiştir. İktidarın niyeti bellidir. Muhalefete katlanamamaktadır. Bu koşullarda Türkiye’de iktidar kendilerine yaşam hakkı tanımayacak, Demokles’in kılıcı gibi nefesleri enselerinde olacaktı. Oysa bir şeyler yapmalıydı. Yaşamının en dinamik ve verimli çağındaydı. Daha otuzlu yaşlarındaydı.

Böylece cezaevinden kaçmaya karar verir…

Heyecanlı, riskli ve zorlu bir yolculuktan sonu Odessa’ya varılır ve Rus makamlarına teslim olunur. Takvimler 24 Mayıs 1914’ü göstermektedir. Beş gün sonra da oradan Sivastopol’e ulaşırlar. Burada Kırım Tatarlarının büyük konukseverlikleriyle karşılaşırlar. Kırım Müslümanları onlara yere el üstünde tutarlar, ileri gelenler hemen her akşam kendi evlerinde ağırlarlar. Bu arada Rus basını da bu siyasi mültecilerle ilgili haberler yayımlamıştır. Mustafa Suphi, Kırım günlerinde, Bahçesaray’da oğluyla birlikte Tercüman gazetesini çıkaran, Türkçülüğün ünlü düşünürü İsmail Gaspıralı ile de tanışır.

Mustafa Suphi, Temmuz 1914’te bir gazete çıkararak seslerini duyurmak amacıyla Bakü’ye geçer. Ama bir süreliğine bu kararını erteleyerek İkbal gazetesinde makaleler yazmaya başlar. Bu sırada Avrupa’da başlamış olan I. Dünya Savaşı ile ilgili olarak, Osmanlı devletinin takınması gereken tutumla ilgili “Türkiye’nin Menfaat ve Selameti” başlığıyla bir makale yazar. Burada özetle Türkiye’nin bu savaşta alacağı duruşu sorgular ve görüşünü şöylece bitirir: “Türkiye’nin menfaat ve selameti bu dehşetli davaya koşulmamaktır.”

Bundan sonra Mustafa Suphi’nin Rusya’daki yazgısı, 1 Dünya Savaşı’nda Osmanlı Rus ilişkilerindeki iniş çıkış durumlarına bağlı olarak etkilenecektir. 29 Ekim 1914’te Amiral Souchan komutasında Karadeniz’e açılan Yavuz ve Midilli’nin Rusya’nın Sivastopol ve Odesa kentlerini bombalaması üzerine Osmanlı da savaşa dahil olur. Bu sırada Mustafa Suphi Batum’da idi. Kısa sürede Rusya’nın elinde 2000’den çok Türk tutsağı olmuştu. Çarlık Rusya’sı bu tutsakları Moskova’nın güneyinde bulunan Kaluga’ya yollar ve onları Kiev-Moskova demiryolunun yenileşmesi çalışmalarında kullanır. Doğal olarak, düşman bir devletin yurttaşı olan Mustafa Suphi de bu yeni durumdan payını aldı ve tutuklanarak Kaluga’ya gönderildi. Mustafa Suphi burada, valiye, sürekli kendi özel durumu ve yaşamıyla ilgili bilgiler içeren dilekçeler yazdı. Baştan beri Jön kürklere olan muhalefetini, gazetelerdeki makalelerini, ekonomi eğitimi aldığını ve dersler verdiğini anlattı ve pasaport verilmesini istedi. Ne var ki Rus yetkililer bunu pek dikkate almadılar ama onun diğer tutsaklardan ayrı mobilyalı bir dairede kalmasına ve Fransızca dersleri vererek 25 ruble kazanmasına da ses çıkarmadılar. Ama yine de Mustafa Suphi, diğer Türk tutsaklarla birlikte Ural’a sürülmekten kurtulamadı.

Marksizmle Tanışma

Mustafa Suphi: Türkiye Komünist Partisi'nin kurucusuUral’daki tutsaklık, Suphi’nin yaşamında yeni bir başlangıç oldu. Orada Türk tutsaklarla birlikte çalıştığı fabrikada, Rus Bolşevik işçilerle tanıştı ve onlardan Marksist literatürü öğrendi. Bu akımdan oldukça etkilenerek 1915 yılı içinde, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne katıldı. Moskova’ya geliş yılı 1918’e kadar, işçiler arasında sosyalist düşünceyi savundu. Sultan Galiyef’in deyimiyle; “Sovyet hükümetine yandaşlığını sunan ilk Türk oldu.” Mustafa Suphi artık devrim heyecanını iliklerinde duyan ateşli bit Bolşevik’ti. 1918’de Moskova’ya gelince, burada Müslüman Komiserliğinin ünlü liderleri Mollanur Vahidov, Şerif Manatov, Alimcan İbrahimov gibi Müslüman Komünistlerle tanışmış ve bu ideal uğruna çalışmak üzere, hemen harekete geçmişti. Elbette Mustafa Suphi bu mücadelede en iyi bildiği işi yapacaktı. Müslüman Komiserliğine, bir Türkçe gazete çıkararak devrim düşüncesinin yayılmasına katkıda bulunabileceğini önerdi. Stalin’in görüşleri de alınarak, komiserlik, Suphi’nin bu önerisini kabul etti. Yeni Dünya gazetesi böylece doğdu.

Yeni Dünya’nın ilk sayısı 27 Nisan 1918’de çıktı. Gazetenin künyesinde “Moskova’da Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesinin Düşüncelerinin Yayıncısı” olduğu yazıyordu. Fakat zamanla başlık altındaki slogan; “Rus Komünist Partisi’nin Türk teşkilatının yayın organı” biçiminde değişim gösterecektir. Gazete Türkçe olarak Arap harfleriyle haftada bir çıkacaktı. Amacı öncelikle Rusya’daki savaş tutsağı Türkler olmak üzere, Türkler arasında Marksizm-Leninizm’i savunarak, Rusya ve Türkiye’de devrim ideolojisini yaymak ve sosyalist devrimi gerçekleştirmekti.

Suphi’nin Yeni Dünya gazetesindeki ilk makalesi: “Güneydeki Türk Yoldaşlarına, Türk Kardaşlarına” başlığını taşıyordu. Bu yazıda açıktan açığa İttihatçılar hedef alınıyor,  İttihatçıların memleketi sürükledikleri felaket uzun uzun anlatıldıktan sonra, bundan kurtuluş yolunun nice subay ve paşanın apoletlerinde parlayan bir devrim değil, halkın bağrından fırtınalarla kopan, gönüllerinde yangınlar çıkaran gerçek bir devrim olduğunu söylüyordu.

1. Dünya Savaşı sonlarında Rusya’da, 65 bin Türk savaş esiri bulunmakta, güney bilgelerinde Novorissiyk, Odessa ve diğer Rus kentlerinde özellikle Karadeniz ahalisinden binlerce kişi işçi olarak çalışmaktaydı. Ayrıca çeşitli nedenlerle dışlanmış İttihatçı muhaliflere de bolca rastlanmaktaydı. Gazetenin ilk hedef kitlesi işte bu kesimdi ve bir ölçüde de olsa amacına ulaştı. Zira ileride bir kısım Türk tutsaklar, Bolşevik görüşü benimsemişlerdi.

Denilebilir ki, Sovyetler Birliği’nde ilk Türk Sosyal Komünistler hareketi, Mustafa Suphi’nin Moskova’ya geldikten sonra Müslüman Komiserliği ile ilişkiye girerek, Stalin’in onayını alıp Yeni Dünya gazetesini çıkarmasıyla başlamıştır. Bu görev, Suphi’nin Sovyetler nezdinde önemini ve değerini artırmış, Türk çevrelerde de liderliğe doğru önemli bir adım oluşturmuştur.

Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist Türklerce oluşturulan, Türk Sosyalistleri Konferansı, ilk toplantısını Temmuz 1918’de düzenledi. 30 dolayında delegenin katıldığı bu ilk toplantıda başkanlığına Mustafa Suphi seçilmiş ve Anadolu’nun dışındaki Türkler de bu konferansta temsil edilmişlerdir. Mustafa Suphi’nin öncülüğünde kurulan bu örgüt I. Dünya Savaşı’nın sonuçları ve Anadolu’nun emperyalistler tarafından işgal edilmesine dünya görüşü açısından tepkisiz kalmamış, İşçi ve Köylü Teşkilatı adına birçok bildiriler hazırlatılarak Rusya’dan Türkiye’ye, Anadolu’ya gizlice sokulmuştur. Mustafa Suphi’nin Türkiye’nin bağımsızlığı için yaptığı çalışmalar yalnızca bildiriler hazırlamakla sınırlı değildi. Örneğin Kızılordu’nun kurucularından ve Sovyet devriminin öncülerinden Türkistan Cephesi Komutanı Mihail Vasilyeviç Frunze’nin bir Kızılordu kıtasını Türkiye’ye yollaması için oldukça uğraşmıştı.

Bundan sonra Mustafa Suphi’nin, çalışmalarını Türkistan’a kaydırdığını görüyoruz. İzvestia gazetesine verdiği demeçte şöyle diyordu:

Biz Türkiye komünistleri yalnız Türkiye’nin bağımsızlığı uğrunda değil, aynı zamanda bütün Doğu’nun istismar olunan halklarının özgürlüğü uğrunda mücadele ediyoruz. Biz Rusya proletaryası ile el ele verip, Avrupa’nın ikinci emperyalizmine karşı çıkıyoruz.

Aynı tarihlerde, Anadolu’da kongreler yapıp Ankara’yı merkez edinen Mustafa Kemal de, aşağı yukarı aynı düşünceyi dile getiriyordu: “Türkiye’nin mücadelesi yalnız kendi adına olsaydı kuşkusuz daha kolay ve daha az kanlı olurdu Türkiye’nin mücadelesi bütün doğu halklarının mücadelesidir.”

Mustafa Suphi-Enver Paşa Kavgası

Türkiye Komünist Partisi KurucularıMustafa Suphi bu işlerle uğraşırken, Büyük Savaş sonrası Rusya’ya kaçan başta Enver Paşa olmak üzere İttihatçılar da boş durmuyorlardı. Kuşkusuz, sosyalist ideolojiden bu grup da salt İngiliz emperyalizmine karşı olduğu ve aynı düşmana karşı bir cephe oluşabileceği düşüncesiyle etkilenmişlerdi ve emperyalizme karşı Doğu halklarının birlikte kurtuluşu bunları da heyecanlandırıyordu. Ama gerçekte ne Mustafa Suphi gibi sosyalizmin evrensel ideolojisini kavramışlar, ne de benimsemişlerdi. Bu bağlamda daha Mustafa Suphi Taşkent’e gelmeden önce, Enver Paşa’nın adamlarından Süleyman Sami, kimi arkadaşlarıyla birlikte Taşkent’te gizli bir İttihat ve Terakki Cemiyeti kurarak Bolşeviklerle çalışmaya başlamışlardı. Başlangıçta, Mustafa Suphi’yle Bakü’de da birlikte çalışacak olan Süleyman Sami, daha sonra Mustafa Suphi tarafından İttihatçılığının anlaşılması ve komünistliği konusundaki samimiyetsizliği ortaya çıkınca tasfiye edilecek, belki de ileride Mustafa Suphi’nin öldürülmesi konusunda bu tasfiye etkili olacaktır.

Yalnızca bu da değil, Mustafa Suphi, Taşkent’ten sonra 27 Mayıs 1920’de, Bakü’ye geldiğinde, burada da kimi İttihatçıların, hatta aralarında Karakol teşkilatından elemanların da bulunduğu bir grubun, Türk Komünist Fırkası’nı kurmuş olduklarını gördü. Kimi İttihatçıların da içinde bulunduğu bu fırkanın biraz karışık bir siyasi yapısı bulunmaktaydı. Karışık ama yurtsever bir grup olan oluşumun amacı SSCB’yle ilişki kurarak, Anadolu hareketine, Sovyetler’in ilgi ve yardımını çekmekti. Mustafa Suphi Bakü’ye geldikten kısa bir süre sonra bunların komünistlikle ilgili olmadıklarını ortaya çıkardığı gibi, bu partiyi tasfiye ettirerek örgütü ele geçirdi ve kendi komünist partisini kurdu. Böylece Mustafa Suphi ile eski İttihatçıların arası bir daha kapanmamak üzere açıldı.

Bakü’ye gelişinin ardından Yeni Dünya gazetesini burada da yayımlamaya başlar. Makalelerinde, Anadolu kurtuluş hareketinin antiemperyalist özelliğine dikkat çekerek, Mustafa Kemal’e karşı hep ılımlı, saygılı ve destekler bir tutum izlerken, gerici saltanatın artık devrilmesi gerektiğini yazar. Mustafa Kemal’in İttihatçılarla hiçbir ilgisinin olmadığını, İttihatçıların Türkiye’deki ulusal kurtuluş hareketinin vekilleri olamayacağı konusundaki görüşlerini açıkça belirtir.

1 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan Doğu Halkları Birinci Kurultayı Mustafa Suphi ve Enverciler arasındaki çekişmenin asıl patlak verdiği yer olur. ABD ve Avrupa ülkeleri de dahil dünyanın başlıca ülkelerinden iki bine yakın delegenin katıldığı kongreye, Türkiye’den de 163 delege hazır bulunmuştur. Toplantıya katılanlardan biri de Enver Paşa’dır.

Enver Paşa kongrenin ilk gününde bir konuşma yapmak ister ama Mustafa Suphi ve arkadaşları buna izin vermez. Dördüncü gün ise Enver Paşa’nın “Yoldaşlar!” diye başlayan bir bildirisi kürsüden okunur. Ne var ki bildiri okunurken Mustafa Suphi ve arkadaşları şiddetle Enver Paşa aleyhine tezahürat ve protestoda bulunurlar. Yuhalamalarla birlikte “Kurultay’a değil, halk mahkemesine!” sözleri tüm salonda yankılanır. Enver Paşa ve taraftarları kendisini yuhalayanları hiç unutmayacaktır.

Doğu Halkları Kurultayı’ndan sonra, 10 Eylül 1920’de, Türkiye Komünist Teşkilatı’nın I. Kongresi yapılır. Başkanlığını Mustafa Suphi’nin yaptığı kongrenin en önemli kararlarından biri de Türkiye ve Rusya’da bulunan bütün komünist örgüt ve grupların Türkiye Komünist Partisi adı altında birleştirilmesidir.

Kongre’nin önemli, belki de kaderini tayin edecek tarihi kararlarından birisi de TKP’nin merkezinin Türkiye’ye taşınmasıdır. Belki bu kararın Türkiye’deki koşullar sağlıklı değerlendirilmeden acelece alınmasında, Kurtuluş Savaşı’na tam da şu sırada verilebilecek katkı heyecanının da payı olmalı. Ama bu kararın, Mustafa Suphi ve on üç yoldaşının sonunu hazırlayan kader ağının ilmeklerinden biri olacağını kim tahmin edebilirdi?

Mustafa Suphi ve Yoldaşları Anadolu’ya Dönüyor

Enver PaşaTKP Anadolu’ya gelmek, parti örgütünü ve Azerbaycan’da oluşturulan Türk Kızıl Alayı’nı Anadolu’ya taşımak istiyordu.  Nitekim TKP’nin kuruluşundan yalnızca 2.5 ay sonra Ankara’ya doğru yola çıkıldı. TBMM de Suphi ve arkadaşlarını davet etmediyse de bu karam olumsuz bakmadı, ses çıkarmadı, en azından karşı çıkmadı. Bu arada TKF, “Türkiye Amale Rençberlerine, Türkiye’nin Milli Devrimci Ordusuna!” başlıklı propaganda bildirileriyle, örgütü taşımadan önce, Anadolu’da zemin oluşturmaya önem veriyordu. Ayrıca bu kararı Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’e bildirmeyi de göz ardı etmiyordu.

TBMM, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Anadolu’yu gelmesini pek hoş karşılamadıysa bile, net bir şekilde karşı da çıkmamış, getireceği Kızıl Alayı, Batı cephesine sevk etmeyi, grubun da Ankara’da kalmasını sağlayarak, yasal TKP içinde eritmeyi düşünmüştü. Bu arada Mustafa Suphi ve grubu hakkında, TBMM’ye olumsuz raporlar geliyordu. Kuşkusuz bu olumsuz raporlar ve dış kaynaklı komünistlerle Ankara’daki İştirakçilerin güçlerini birleştirmesi olasılığı, Ankara’yı kaygılandırıyordu. Ama bir kez bu yolu girilmişti.

Ve sona doğru ilk adım atılıyordu

Bütün bu gelişmelerden haberi olmayan Mustafa Suphi ve TKP heyeti, İsmail Hakkı, Ahmet Cevat (Emre) ve Süleyman Nuri’yi dış ilişkiler bürosu olarak Bakü’de bırakarak 19 Aralık 1920’de Ermenistan üzerinden Kars’a hareket etmişti. Sovyetler Birliği’nin yeni atanan Ankara Büyükelçisi Budi Mdivani’nin bulunduğu heyet, 28 Aralık 1920’de Kars’a ulaştı.

Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Anadolu’ya gelmesi üzerine her tarafı telaş almıştı. Erzurum, Trabzon, Kars ve Ankara arasında telgraflar uçuşuyor, gelenlere karşı nasıl davranılacağı ve bu sıkıntının en az zararla nasıl atlatılacağı üzerinde kafa yoruluyordu. Batı cephesinde Çerkez Ethem’in yarattığı sıkıntının bir an önce çözülmesi aciliyet kazanmışken, bir de TKP’nin Anadolu’ya gelmesinin mevcut sorun üstüne tuz biber ekmesinden çekiniliyor, en iyisi Suphi ve arkadaşlarının Ankara’ya hiç gönderilmemesi düşüncesi ağırlık kazanıyordu. Gerçekten de Suphilerin Anadolu’ya geçme kararının, Çerkez Ethem konusunun en sıcak ve gerilimli gündemi oluşturduğu bu günlere denk gelmesi talihsiz bir rastlantıydı.

Mustafa Kemal böyle bir olasılıktan son derece rahatsızlık duyuyordu. Çerkez Ethem her ne kadar gerçekte sosyalist olmasa da o dönemin “sol rüzgarlarıyla” yelkenlerini doldurarak isyan eden birisiydi. Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye gelmesi Çerkez Ethem’in konumunu güçlendirebilir, ona karşı yürütülen mücadelenin zayıflamasına neden olabilirdi.  Nitekim Mustafa Suphi ve heyetinin Kars’a gelişinden yalnızca bir gün sonra Atatürk’ün Kazım Karabekir’e gönderdiği telgraf bu endişelerin izlerini taşıyordu:

Ankara’da komünist cereyanları arzu hilafınadır. Bakü Türk Komünist Fırkası Reisi Mustafa Suphi’nin bu cereyanları körüklemesi sakıncası akla gelmektedir. Bir defa kendisini gördükten sonra devletlilerinin görüşlerinin bildirilmesini rica ederim.

Kazım Karabekir’in Planı

Ankara hükümeti, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Ankara’ya gönderilmemesi için, Kazım Karabekir’e önlem alınmasını bildirmişti. Peki nasıl çözülmeliydi sorun? Ankara’nın aklındaki en mantıklı çözüm, heyetin Sovyetler Birliği’ne geri gönderilmesiydi. Bu iade kararının başlangıçta, Kars üzerinden olabileceği düşünülmüş iken, sonradan Trabzon üzerinden Batum yoluyla da olabileceği öngörülmüştü.

Kazım Karabekir, kendisine bırakılan bu sorunun çözümü için şöyle bir plan yapmıştı: Heyet Erzurum’a kadar gidecek, burada halk komünistlerin aleyhine gösteri yapacak, bu gösteri Trabzon’a kadar sürdürülecek, yol boyunca grubun zorunlu gereksinmeleri dahi karşılanmayarak canlarından bezdirilecekti. Böylece Anadolu’da istenmedikleri ve iş yapamayacaklarına inandırılarak, görüntü uygun bir dille kendilerine anlatılıp, apar topar Trabzon’dan sınır dışı edilmeleri sağlanacaktı.

Bu plan başarılı olursa TKF heyetinin geri dönüşünün bir zorunluluk olduğu Sovyet hükümetine rahatlıkla anlatılacak ve böylelikle geri gönderme işlemi sorunsuz bir şekilde halledilecekti. Sovyetler’in olası bir tepkisi de böylelikle önlenmiş olacaktı. Bu tertibin uygulanması için Karabekir, Erzurum’daki Kolordu Komutanı Rüştü ile sürekli görüş alışverişinde bulunuyordu.

Bu gelişmelerden habersiz olan ve 2 Ocak günü Ali Fuat Cebesoy’la görüşen Mustafa Suphi ve heyeti ise bir haftadan fazla bir süre geçmesine rağmen bir taraftan Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk) ve Rıza Nur’un, diğer taraftan da Süleyman Sami heyetinin gelişlerini bekledikleri için halen Kars’ta bulunmaktaydılar. Bu bekleyiş TKP heyetinin yolculuklarının ilk durağı olan Kars’ta yaklaşık üç hafta geçirmeleri ile sonuçlanmıştı.

Ali Fuat Paşa daha sonra Moskova Hatıraları adıyla yayımladığı anılarında: “Mustafa Suphi’yi şöhret ve ihtiras peşinde koşan zeki, kurnaz ve azim sahibi bir şahsiyet gibi görmüştüm. Rusya’daki Bolşevik liderlerin başarılarını yakından inceleme fırsatını bulan bu kişinin, bir gün gelip Türkiye’nin Lenin veya Stalin’i olma ihtimalini aklından geçirdiği muhakkaktı” diyecektir.

11 Ocak günü Mustafa Suphi ve Ethem Nejat beklemekten sıkılmış ve ilk kez bu durumdan şüphelenmişlerdi. Bunun üzerine Suphi ve Nejat, Karabekir’e alternatif bir güzergâh kullanarak, Tiflis yolundan Ankara’ya gitmeyi önerdiler. Ancak Karabekir bunu şiddetle reddetti. Ve Mustafa Suphi’yi “ya Erzurum üzerinden gidersiniz ya da geri dönersiniz” diye tehdit ederek tertibin merkezine doğru itmeyi başardı.

Kazım Karabekir, planın uyarlayıcılarından biri olan Erzurum Valisi Hamit Bey’e çektiği 20.1.1921 tarihli telgrafında; düzenlenecek aleyhte gösteri ve protestolar sırasında, gruba “fiili bir tecavüze mahal vermemek” koşuluyla gereğinin yapılmasını istiyordu. Kısacası Ankara hükümeti Mustafa Suphi’yi sınırdışı etmek istiyor ama Sovyetler Birliği ile ilişkilerine zarar gelmemesi için de can güvenliklerine yönelik bir eyleme izin vermiyordu.

Mustafa Suphi ve çoğu Karadenizli on yedi arkadaşı, kendilerine hazırlanan tertip hakkında bazı duyumlar almalarına karşın, Kazım Karabekir ve Vali Hamit Bey’in kendilerine verdikleri güvenceye güvenerek, 22 Ocak’ta Erzurum’a gelirler. Kafileden her biri yakınlarına kısa zamanda kavuşacakları yollu mektuplar yazarlar. İçleri sevinç umut doludur. Tren Erzurum’a girdiğinde başlangıçta bir grup tarafından alkışlarla karşılanırlar,  içlerindeki korku bulutu dağılır ve boşuna kuşku duyduklarını düşünürler.

Oysa Hoca Raif Efendi liderliğindeki gerici Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti tarafından 18 Ocak’ta bir beyanname yayınlanmış ve halk bu beyanname ile çoktan galeyana getirilmişti. İstasyona vardıklarında beklenmedik bir kalabalıkla karşılaşırlar. Önceden azgınlaştırılmış binlerce kişi, binlerce göz, yumruk, kendilerine öfke haykırır, aşağılar ve hakaret ederler. Yöneticiler, amaçlarına ulaşmanın rahat ve mutluluğu içinde, mizansenin bir parçası olarak, grubu halkın saldırısından korumak(!) amacıyla, yolcuların trenden inmelerine müsaade etmeyip, treni doğruca Ilıca’ya hareket ettirirler. Ancak sağlık sorunu bahanesi ile Süleyman Sami ve Mehmet Emin, kafileden alınarak Erzurum’da alıkonurlar.  Kafileden ayrılan her iki ismin de Enver Paşa’yla ilişkileri olması ve hatta Mehmet Emin’in Doğu Halkları Kurultayı’nda Enver’in yuhalanan konuşma metni okunurken Türkçeye çevirisini yapan isim olması dikkat çekicidir.

Mustafa Suphi ve arkadaşları, hala kendilerinin Trabzon yolu ile İnebolu’dan Ankara’ya gönderileceklerini sanmakta veya buna inanmak istemektedirler. Yavuz Arslan’a göre, bütün bu olup bitenler ve gelişmeler, Mustafa Kemale bildiriliyordu. Erzurum’dan çıkışa kadarki telgraflardan bu durum anlaşılıyor. Sonrası ise karanlık.

Mustafa Suphi ve arkadaşlarına Erzurum’dan Trabzon’a kadar Bayburt, Gümüşhane ve Torul’da halkın saldırı ve hakaretlerde bulunması sürdürülmüş, yol boyunca yiyecek ve barınak vermemesi sağlanmıştır.  27 Mayıs’ta Maçka’ya vardıklarında oldukça sefil bir halde Yorgaki Otel’de bir gece konaklarlar.

Bu sırada Türkiye Komünist Gençler Birliği isimli yerel komünistlerden oluşan bir grup, TKP heyetinin başına gelecekleri önceden anladıkları için Mustafa Suphi’yi uyarmak üzere Maçka’ya acilen bir üyelerini göndermişlerdi. Ancak ne yazık ki bundan bir sonuç alınamayacaktı. Mustafa Suphi ve TKP heyeti o kadar sıkı bir kontrol altındaydı ki, herhangi biriyle görüşmelerini bırakın, yanlarına birisinin yaklaşması bile neredeyse olanaksızdı.

Mustafa Suphi’ler Erzurum’dan Trabzon’a doğru ilerlerken Enver’in Anadolu’daki önemli adamlarından olan Küçük Talat ve Nail Beyler de önce Erzurum’a, ardından da Trabzon’a geçmişlerdi. Elbette bu iki ismin Suphi’lerle aynı güzergâhı izlemeleri rastlantı değildi. Küçük Talat ve Nail Beyler gittikleri her yerde Mustafa Suphi ve TKP hakkında raporlar veriyor, resmi makamları ve halkı kışkırtmak için aleyhte propaganda yapıyorlardı.

Yahya Kaptan Mustafa Suphi’nin Önünü Kesiyor

Mustafa Suphi ve OnbeşlerBir günlük dinlenmenin ardından 28 Ocak günü heyet Trabzon’a ulaştığında, Değirmendere mevkiinde önleri Kayıkçılar Kâhyası Yahya Kaptan tarafından kesilir. Mustafa Kafileyi kısa sürede denetimi altına alan Yahya Kaptan’ın talimatıyla TKP kafilesi şehre sokulmadan alt yoldan doğruca iskeleye getirilir.

Kafilenin iskeleye varmasına çok az bir mesafe kala soğuk ve yağmur altında tellalın sesi yankılandı. Gelen kafileye her türlü hakaret, tükürmek ve çamur atmak gibi hareketlerin yapılması isteniyordu. Böylelikle bir linç ortamı yaratılacak ve bu ortamdan faydalanarak Mustafa Suphi’lerin ortadan kaldırılması planı hayata geçirilecekti.

Kafileden iskeleye ilk çıkan Mustafa Suphi oldu. O anda bir zabit Suphi’nin karşısına dikildi ve ona şöyle bağırdı: “Mustafa Suphi, Mustafa Suphi, bak! 16 arkadaştan yalnızca ben kurtuldum. Bakü’de, Türkmenistan’da binlerce zavallı kardeşimizi sen mahvettin. Onların ölümünden sen sorumlusun!”

Bu bağırma esnasında bir yandan da Suphi’nin üzerine yürüdü. O sırada tellalın çağrısıyla galeyana gelen kalabalık da hep birlikte “İstemeyiz!”, “Kahrolsunlar!” diye bağırmaktaydı. Çevredeki kalabalık Suphi’leri linç etmek için adeta bir işaret bekliyorlardı.

Mustafa Suphi olayın vehametinin farkına ancak o an varabilmişti. Bu protestolar ve provokasyonlar devam ederken Suphi öne atılarak iskeledeki yetkililere doğru yöneldi ve onlara “Biz Ankara’ya gideceğiz. Mustafa Kemal Paşa’ya olan bağlılığımızı bildireceğiz. İzin verin gidelim” diye seslendi.

Bu sırada arkadan yanaşan birisi Suphi’nin sözünü tamamlamasına izin vermeden onu tekmeleyerek çamurun içine düşürdü. Hakaret ve küfürler bundan sonra daha da arttı. Etraftaki hamal ve köylüler de hemen Suphi ve kafilenin diğer üyelerinin üzerine yürüyerek önlerine gelen herkese vurmaya başladılar. Suphi ve yoldaşları ise çaresiz bir durumda kendilerini korumaktan başka hiçbir şey yapacak durumda değildiler.

Bu saldırının devamında TKP heyeti apar topar bir takaya bindirildi ve taka denize açıldı. Grup son yolculuklarına çıktıklarından habersiz, belki de neresi olursa olsun buradan daha güvenlidir telaşı içinde, kentle vedalaşma fırsatı bile bulamadan çaresiz tekneye sığınırlar. Daha sonra arkalarından gelen Yahya Kaptan’ın ölüm teknesi Sürmene açıklarında her şeyden habersiz yolcuların bulunduğu tekneye yanaşır. Yoldaşlar arasındaki tek kadın olan Mustafa Suphi’nin karısı Maria’yı alarak, erkekleri teker teker öldürüp, sömürge döneminin tek gözlü korsanlarının sarıhummaya yakalanmış tayfaları denize atma acımasızlığından daha insafsız ve soğukkanlı bir biçimde, Karadeniz’in derin sularına bırakırlar. Yanlarında bulunan otuz bin Rus ve Osmanlı altınını ve birçok mücevheratı, Müdaafa-yı Hukuk adına alarak hızla uzaklaşırlar.

Onbeşler Katliamı

Zaman, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürüldüğü 28/29 Ocak 1921 gece yarısı bir kez daha donar. Mustafa Suphi ve öldürülen yoldaşları şunlardır:

  1. Samsun Hançerli Mahallesi’nden Mustafa Suphi
  2. Eski İzmir Maarif Müdürü Ethem Nejat
  3. Erzincanlı öğretmen Aşçıoğlu Bahaeddin,
  4. Uşak’ın Hacı Hulusi Mahallesi’nden Kazım Hulusi
  5. Sürmene’nin Kırali Mahallesi’nden Kıralioğlu Maksut
  6. Cihangirli Dr. Hilmioğlu İsmail Hakkı,
  7. Van’ın Erciş kazasından er Ahmetoğlu Hayrettin,
  8. Bandırma’nın Manyas nahiyesinden Topçu Yüzbaşı Hakkıoğlu Mehmet Ali
  9. İstanbullu mühendis Emin Şefik
  10. Pilot Yüzbaşı Kadıköylü Tevfikoğlu Ahmet
  11. İhtiyat zabiti Manisalı Kazımoğlu Ali
  12. Erzincan Akdağ köyünden Hatipoğlu Mehmet
  13. İzmir’in Tilkilik Mahallesi’nden Hacı Mustafaoğlu Mehmet
  14. Eski Elmalı Kaymakamı Cemil Nazmioğlu İbrahim

Kendilerinden bir daha haber alınamayan ve yaşadıkları gerçeklerle birlikte sonsuza kadar sessizliğe bürünen Mustafa Suphi ve 13 yoldaşı, Karadeniz tarihine adlarını yazdırır.

Mustafa Suphi’nin eşi Maria, Karadeniz’in derinliklerinde ölmekten kurtulmuştur ama onu bekleyen yazgı ölmekten daha beterdi. Yahya Kaptan önce Maria’yı bir evde alıkoyar ve günlerce tecavüz eder. Nefsini yeterince köreltince Maria’yı önce Trabzon eşrafından Nemlizade Ragıp Bey’e ardından da Rizeli “kabadayılara” teslim eder. Maria bu seks köleliği sırasında yaşamını yitirir.

Onbeşler katliamı Nazım Hikmet’in dizeleriyle sonsuza kadar Türk insanının belleğine kazınır.

Göğsümde 15 yara var!.
Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!!

Göğsümde 15 yara var!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!!

Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak.
Kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!…

Göğsümde 15 yara var!.
Deldiler göğsümü 15 yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden!
Kalbim yine çarpıyor,
      kalbim yine çarpacak!!!

Yandı 15 yaramdam 15 alev,
kırıldı göğsümde 15 kara saplı bıçak..
Kalbim
kanlı bir bayrak gibi çarpıyor,
                         ÇAR-PA-CAK!!

Mustafa Suphi ve arkadaşlarından haber alamayan Trabzon’daki Sovyet Hükümeti Konsolosu Ali Oruç Bagirov, Mustafa Suphi’lere yapılan vahşice saldırıların nedenini ve şimdi nerede olduklarını resmi yazıyla Trabzon Vali Vekili İsmail Sabri Bey’e sorar. Aslında vali, Kazım Karabekir ve Hamit Bey’lerin düzenlediği komplonun içinde olmadığından ve biraz safça, ama belki ayrıntılardan habersiz, durumu kurtarmaya çalışan bir devlet adamı edasıyla, Mustafa Suphilerin halkın tepkisi karşısında Rusya’ya geri gönderildiğini ve sonrasından haberinin olmadığı yollu bir yanıt verir. SSCB, ikili ilişkilerin geleceği açısından bu hiç de doyurucu olmayan açıklamayı yeterli bulur ve Mustafa Suphi olayının üstünde nedense pek durmaz.

Yahya Kahya da denilen Yahya Kaptan, Trabzon Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti başkanı Barutçuzade Ahmet Efendi’nin emrinde çalışan, Trabzon’dan Samsun’a kadar kıyılarda etkili olan, Trabzon’a girip çıkan gemilerden haraç alan bir çete başı idi. Basit, cahil, katı yürekli, sevgisiz bir eşkıya. İttihat ve Terakki Partisi militanı ve sadık bir Enverci’ydi tıpkı patronu Barutçuzade Ahmet Efendi gibi. Belki tek doğru yanı Kurtuluş Savaşı’nda, doğru tarafta bulunması idi. Gerçi Trabzon ili o dönemde zaten Enver’in Anadolu’daki karargahı konumundaydı. Bütün İttihatçı grupların en güçlü olduğu yer de yine Trabzon’du.

Daha sonra bu cinayetten dolayı, Sivas’ta yargılanıp berat etmiş ve bir kahraman gibi ortalıkta yeniden dolaşmaya başlamıştı. Belki de orada burada gevezelik edip, yakın çevresine sürekli: “Sanki bütün işlerde ben tek başıma mı idim? Daha üstüme gelinirse her şeyi olduğu gibi ortaya dökerim” gibi, kendisini bu yola sevk edenleri rahatsız edici biçiminde boş boğazlık etmesi sonunu getirmiştir. Yıllar sonra Atatürk’ün özel muhafızı General İsmail Hakkı (Tekçe), ölümünden sonra yayımladığı anılarında, Yahya Kahya’yı aldığı emir üzerine, Topal Osman’ın iki adamını yanına alarak kendisinin öldürdüğünü yazmıştır.

Mustafa Suphi’nin Öldürülmesinden Kimler Sorumlu?

Peki, Yahya Kaptan’ın arkasındaki güçler?

Bu tertipten TBMM ve Mustafa Kemal’in haberi var mıydı? İttihatçılar ve Enver’in adamlarının işi miydi? Sovyetler birliği Sultan Galiyev’e yakınlığından kuşkulanarak ondan kurtulmak mı istemişti? Yoksa Yahya Kaptan ve bir kaç haydutun kendi başlarına giriştikleri adi bir bireysel cürüm mü?

Sonuncusuna kimse inanmıyor.

Ünlü Sovyet tarihçi A. M. Şamsutdinov da, Ankara hükümetini doğrudan suçlamamakla birlikte. “herhalde yerli güçleri teşvik ettiği açıktır” diye görüş belirtiyor. Gerçi Mustafa Kemal, Suphilerin öldürülmesinden sonra üzüntü duymuş değildir. Aksine, TBMM’nin yayınlanan gizli oturumlarında yaptığı konuşmalara bakılacak olursa Mustafa Suphi hakkında çok ağır konuştuğu gibi “serseri” ifadesini dahi kullanmıştır. Ama yine de Temmuz 1920’de Kazım Karabekir’e yolladığı bir telgrafta Suphi için: “Sovyetler nezdinde önemli bir yeri vardır. Kendisinden istifade edilmek uygundur” diyordu.  Yani Atatürk, Mustafa Suphi’yi öldürtmek değil, ondan yararlanmak istiyordu.

Tarihçiler, Sovyet yöneticilerinin, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürüldüğü dönemlerde, Sultan Galiyev’le ilişkilerinin çok iyi olduğundan hareketle, “bu iş Sovyet yöneticilerinin marifetidir” tezini pek de ciddiye almıyorlar. Ama yine de Mustafa Suphi’nin öldürülmesinden sonra Stalin tarafından Türk komünist önderlerin birer birer ortadan kaldırılması ve hatta isimlerinin tarihten silinmeye çalışılması oldukça dikkat çekicidir.

SSCB arşivlerinin açılmasından sonra ortaya çıkan kimi belgeleri değerlendiren tarih araştırmacıları ise, kesin olmamakla birlikte sorunu, İttihat ve Terakki ile Mustafa Suphi arasındaki ezeli kine ve dolayısıyla Enver’in darbeci geleneğiyle oldukça uyuşan bir öç utma biçimine uygun düşen açıklamalar üzerinde yoğunlaşmaktadırlar.

Bu yeni belgelerden bir kısmını değerlendiren Halit Kakınç, Toplumsal Tarih dergisinde yayımladığı, “Mustafa Suphi ve Yoldaşlarını İttihatçılar mı Öldürttü?” başlıklı makalesinde, “Enver Paşa ve yandaşları için, 1921’lerdeki tek çıkar yol, Galiyev’ci Mustafa Suphi’nin, Mustafa Kemal ile antlaşmasını her ne pahasına olursa olsun önlemek, alternatifleri ortadan kaldırarak, Sovyet yöneticilerin işbirliği yapacakları tek güç olarak kalmaktır” değerlendirmesini yaparak İttihatçıları sorumlu tutuyor.

Emel Akal da, Hüseyin Cahit Yalçın’ın 1944’te Tanin’de yayımladığı İttihatçıların birbirlerine yolladıkları mektuplardan yararlanarak, konuyla ilgili kısımlardan ilginç ipuçları yakalıyor. Örneğin Kuşçubaşı Eşref’in kardeşi ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın en önemli adamlarından biri olan Hacı Sami’nin, Suphi ve yoldaşlarının denizde boğulduklarıını söylemesi, kasıtlı bir yalan haber yaymadır. Akal makalesini şöyle bitiriyor: Yolu bir zamanki arkadaşlarıyla üçüncü ve son kez, Ocak 1921’de kesişen Mustafa Suphi, öldürülme emri bizzat kim tarafından verilmiş olursa olsun, Karadeniz’in soğuk sularında yine İttihatçılar tarafından yok edilmişlerdir.

Türkiye’de Sol Akımlar adlı çalışması bu konularda artık neredeyse klasik olan Mete Tunçay, Mustafa Suphi’nin öldürülmesi olayını, Mustafa Kemal’in bilgisi ve onayı dışında ve Kazım Karabekir ile Erzurum valisi Hamit Beyin işi olarak görmektedir. “Ben bu konuda hala otuz küsur yıl önce Türkiye’de Sol Akımlar kitabımda yazdıklarımın geçerli olduğu kanısındayım” diye devam ediyor: “Yahya’ya, Suphi grubunun ortadan kaldırılması için kimin emir verdiği kesinlikle belli değildir. Bu buyruğun Karabekir’den çıkmış olması muhtemeldir. Ankara’nın ise önceden haberinin olup olmadığım kestirmek güçtür” diyor.

Bu konuda kapsamlı çalışmalardan birini yapan Yavuz Aslan da, Mustafa Suphi ile İttihatçıların, Bakü kongresinde su  yüzüne çıkan ve Enver Paşa’nın yuhalattırılmasına kadar varan kinleşmeye dikkat çekerek, suikast olayında, İttihatçıları işaret etmekte ve “sonuç olarak şu söylenebilir ki, kesin olmamakla beraber, İttihatçıların Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldürtmüş olmaları ihtimali, diğer ihtimallere göre çok daha fazladır” diye Mustafa Suphi’nin öldürülmesinde en büyük şüphelinin Enver Paşa olduğuna dikkat çekiyor.

Peki o dönemki Sovyetler Birliği Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katilinin kim oldukları hakkında ne düşünüyordu?

Stalin’in istihbarat şefi olarak tanınan Orjenidçe’nin Enver Paşa’yla yaptığı konuşmada Mustafa Suphi’yi öldüren Yahya Kahya için “arkadaşlarınızdan” ifadesini kullanması kuşkusuz anlamlıdır. Sovyet yönetiminin bu katliamda Enver Paşa’nın ve adamlarının parmağı olduğunu bildiklerini göstermektedir.

Sovyet Hükümeti’nin Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesine hiç sesini çıkarmaması ve Enver Paşa’ya desteklerini sürdürmesi, tam da o tarihte (Eylül 1921) Anadolu’daki savaşın yazgısının kesinleşmemiş olmasındandır. Bolşevikler, Mustafa Kemal ve ulusal güçlerin yenilgisi halinde Enver Paşa önderliğinde Sovyetler’e bağlı İslami-Bolşevik askeri kuvvetleri, Anadolu’ya gönderme seçeneğini ellerinde tutmak istemektedirler.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.