İbni Haldun’da Devlet ve Asabiyyet

İbni Haldun sosyolojinin kurucusudur. Batı dünyasında, sosyolojinin kurucusu sayılan Auguste Comte’dan çok daha önce İlm-i- Tabiaat-i-Umran adı ile toplumların işleyiş ve değişmeleri hakkındaki evrensel kuralları ortaya koymaya çalışmıştır. İbni Haldun, yeni bir bilim dalı ile uğraştığının da farkındadır. Uzun uzun bu yeni bilimin niteliklerini ve öteki bilimlerden farklarını anlatır.

İbni Haldun’a göre “umran”, “insanların yeryüzünün insan yaşayabilecek yerlerinde cemiyetler halinde bir araya toplanarak dünyayı imar etmeleri” anlamına gelir. Bu umranlar ilkel/bedevi ve gelişmiş/hadari olarak ikiye ayrılır. İbni Haldun, Mukaddime adını koyduğu kitabında, “umrana, devlet ve hükümdarlık, ticaret, kazanç, sanayi, ilim ve fen gibi ümranın zatına arız ve hadis olan şeylere ve bunların sebep ve illetlerine” ilişkin bilgileri verir.

İbni Haldun’un Mukaddime’si ayrıntılı olarak incelendiğinde, günümüzde dahi bize sosyolojinin kurucuları diye tanıtılan Batılı düşünürlerin çoğunun ileri sürdüğü ilkelerin çekirdeklerine rastlanılır. Örneğin, insan toplumlarının değişmesinde coğrafya koşullarının ne derece önemli olduğunu vurgulayan coğrafyacı okulun tohumlarını İbni Haldun atmıştır. Kitabında oldukça ayrıntılı olarak sıcak ve soğuk iklimlerin neden insanın gelişmesine engel olduğunu, buna karşılık ılıman iklimlerde uygarlığın nasıl oluştuğunu anlatır. Durkheim’ın tüm düşünce sistemine biçim veren işbölümü yolu ile evrim, yine İbni Haldun’un altını çizdiği toplumsal olaylardandır. “Sosyal yaşam, cemiyet fertlerinin birbirine yardım etmelerini zorunlu kılar. Çünkü yardımlaşmak sosyal yaşamın doğasındadır. Cemiyet fertlerinin bu yolla birbiriyle yardımlaşarak çalışmaları, o cemiyetin yaşadığı kente (ve bölgeye) özgü bazı sanatların yayılmasını gerektirir” diyerek, işbölümünün toplumsal kökenini ve değişme konusundaki rolünü belirlemiştir.

Marx’ın ünlü emek-değer kuramı da ilk olarak İbni Haldun tarafından ortaya atılmıştır. “Kazanç ve kâr ile elde edilen para ve malların hepsi veyahut çoğu kişilerin iş ve emeklerinin kıymetidir” diyerek ana ilkeyi koymuştur. Ayrıca emek ile değer arasındaki ilişkiyi de belirlemeye çalışır: “Kişilerin çalışarak ya da emek harcayarak ele geçirdikleri ve topladıkları para ve mal, zanaat ve sanayide çalışmak suretiyle elde edilirse, bu kazançların ve topladıkları mal ve paranın iş ve emeğin kıymetinden ibaret olduğu meydandadır” .

İbni Haldun’un bütün düşüncelerinin temelinde dinsel anlayış yatmasına karşın, Darwin’den yüzyıllarca önce evrim kuramının da temellerini atmıştır. İbni Haldun bu konuda şöyle diyor:

Bitkilerin en yüksek cinsi hayvanların aşağı olan cinsine yakındır. Bu aşağı tabakadan türeyerek hayvanın nevi ve cinsi çoğalmış, tedrici bir surette fikir ve düşünce sahibi olan insanın oluşumuna kadar yükselmiştir. İşte bu hayvanlardan insanın ilk ufku, yani en aşağı derecesi başlamıştır.

Yine İbni Haldun, günümüzde, teknolojik olarak ileri ülkelerin uyguladıkları sömürgecilik sonunda ortaya çıkan kültürel yayılmaya da ışık tutmaktadır. “Yenilen kavimlerin giyim ve kuşam, mezhep, diyanet ve başkaca durum ve alışkanlıklarında kendilerini yenen kavim ve hükümdarları örnek edinmelerine ilişkin” adlı bölümde, “Bunun nedeni şudur: Nefis ve kalp daima kendi kavimlerine galebe çalmış ve kendi kavmine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır” diyor.

Bu sözlerde örneğin, Mustafa Kemal Atatürk’ü yetiştiren ortamın tanısını görmemek olanaklı değildir. Osmanlı Devleti’nin asker bürokrasisi sosyal-psikolojik olarak, İbni Haldun’un belirlediği bu mekanizma ile batı hayranı bir gelişme çizgisi izlemiştir.

Auguste Comte’da gördüğümüz bilimlerin sınıflamasını da ilk kez İbni Haldun yapmıştır. Fakat bu sınıflama daha çok İslam’a dayalı bilimlerin bir sınıflaması niteliğindedir.

İşte İbni Haldun, pek çok çağdaş düşünürün sistemine öncülük eden bu yaklaşımlarıyla, toplumsal olayların da değişme kurallarını belirlemeye çalışmıştır.

Asabiyyet Kayramı

İbni Haldun’un sosyoloji bilimine kazandırdığı en önemli kavramlardan biri asabiyyettir. Bu kavram aynı zamanda onun siyaset kuramının temelini oluşturur. İbni Haldun’un bu kavram ile kastettiği anlam, birlik ruhuna dayalı olan kuvvettir. Bir başka deyişle asabiyyet en azından iki kavramı birlikte kapsar: Bunlardan biri birlik ruhu öteki de bundan doğan kuvvettir. Bu nedenle asabiyyet kavramı hem dayanışmayı hem de güç sahibi olmayı içerir. Asabiyyetin iki türü vardır: Nesep (soy) asabiyyeti ve sebep asabiyyeti.

İbni Haldun asabiyyetin ilk kaynağının ilk topluluklarda görülen akrabalık ve nesep olduğunu söyler. Fakat yine İbni Haldun’a göre, akrabalık ve nesep ilişkileri, asabiyyetin işlevsel olması için yeterli değildir. Asabiyyetin hem işlevsellik mekanizmasını hem de tanımını İbni Haldun şöyle anlatıyor:

Düşmanların saldırmasından korunmak ve saldıranları kovmak (ve servet kazanmak) ve istilalar, kişilerin bir araya toplanmasıyla olur ve buna asabiyyet adı verilir.

Yine İbni Haldun, asabiyyetin amacını da “asabiyyetin sonuç ve gayesi devlet kurmak olduğu anlaşılmıştır” diyerek belirtiyor.  Asabiyyetin devlet ile ilişkisi üzerine, Ugan, asabiyyet kavramını “devleti koruma ve idare kuvveti” olarak tanımlar.

Asabiyyetin ikinci türü olan sebep asabbiyeti ise toplum yaşamında var olan her türlü ortak dini, siyasi, gayri siyasi ideolojilerden doğan birlik duygusu sonucu, yönetim ve isteğe dayalı olarak oluşur. Bu asabiyyet türü gelişmiş/hadari umranlarda görülür. Asabiyyet ilk başlarda soya bağlı olarak oluşsa da zamanla genişleyerek ırki bir ideolojiye bürünür. Genişlemesini devam ettirdikçe inanç birliğine dönüşür. Bu noktaya varan asabiyet, ne biyolojik bağlardan oluşan bir akrabalık ne de bir kabile düşüncesidir.

İbni Haldun devlet ile asabiyyet kavramları arasındaki ilişkiyi oldukça belirgin bir biçimde vurgular. “Bil ki devlet iki temel üzerine kurulur. Bu temellerden biri şevket ve asabiyyet olup, kuvveti ordudan ibarettir. İkinci temel, asker beslemek için her devletin her halinde ve zorluklara katlandığı vakit muhtaç olduğu paradır” sözleri onun asabiyyeti, devletin kuruluşu için gerekli öğeler arasında gördüğünü ortaya koyar. Ayrıca her asabiyyet de devlet kurmak için yeterli olamaz.

İbni Haldun’un kendi sözleri ile bu durumu da şöyle açıklar:

Asabiyetler ise birbirinden farklıdır. Her asabiyyet kendisine komşu olan diğer boy ve aşiretlere tahakküm eder. Bundan dolayı her asabiyet devlet kurarak hükümdar olamaz, ancak tebaayı kendisine boyun eğdiren, vergiler toplayan, delegeler gönderen ve sınırları koruyan hükümdar olabilir.

Bütün bu sözlerden asabiyyet kavramının grup dayanışmasına ve birliğine dayalı eylem gücü olduğu ve İbni Haldun tarafından da böyle kullanıldığı anlaşılıyor. Buna karşılık İbni Haldun’un Mukaddime’sini çevirenler asabiyyet sözcüğünü farklı biçimlerde algılamışlardır. Örneğin İngilizce çevirici Rosenthal “grup duygusu” (group feeling) terimini asabiyyet karşılığı olarak kullanmıştır . Ugan, asabiyyeti aynen almış. Turan Dursun ise “yakınlar birliği” terimini kullanmıştır.  İbni Haldun konusunda çok değerli bir incelemenin sahibi olan Ümit Hassan terimi aynen korumayı uygun bulmuştur.

İnsanoğlunun Evrimi

Cahiliye dönemi Arap toplumuİbni Haldun, insan topluluklarının ilk durumunun göçebelik olduğunu, bunun zamanla yerleşikliğe, kendiliğe dönüştüğünü öne sürer. Ona göre “İnsanların bir kısmı yere ağaçlar dikerek ve ekinler ekerek, bir kısmı da koyun, inek, keçi, balarısı ve böcekler beslemek, bunları türetmek, doğurtmak, bunlardan yararlanmak biçimiyle geçinmelerini sağlarlar. Bu vasıtalarla geçinmelerini temin edenler göçebe hayatı yaşamaya mecburdurlar.”  İbni Haldun’a göre göçebelik ve yerleşiklik, insan toplumlarımın doğal olarak geçirdikleri durumlardır. Bu durumlardan göçebe durumunda yaşayanlar zamanla yerleşik duruma geçerler. İbni Haldun, aslında göçebelik ve köylülük arasında bir ayrım yapmaz. “Bedv” sözcüğü ile karşıladığı göçebelik ve köylülük durumlarını eş sayar. Buradan “hazar” sözcüğü ile karşıladığı kentliliğe geçiş, onun gözünde zorunlu bir evrimdir.

Bu tarz yaşam süren göçebe ve köylülerin bir araya toplanarak ihtiyaçlarını temin etmeleri ve geçinmeleri, sosyal yaşamları gereği olarak, geçinebilecekleri besinleri, barınakları ve vücutlarını ısıtmak için gereken vasıtaları temine mahsur kalır. Bunlar bu gereksinimlerini ancak yaşamlarını koruyacak ve ancak yaşamalarına yetecek miktarda temin edebilirler. Çünkü bundan fazlasını temin etmekten acizdirler. Bu tarz yaşam sürenler sonradan halleri genişleyerek, gereksinimlerinden artacak derecede zenginlik ve genişlik elde ederlerse, bu hal onları bir yerde yerleşmeye ve geniş yaşayışa sevk eder. Bunlar, bundan sonra yaşam için bir zorunluluk olan nesnelerden fazlasını elde etmek üzere birbirine yardım etmeye başlarlar. Yiyecek maddelerini ve giyimlerini çoğaltırlar, bunları güzelleştirmeye ve süslemeye ve kent yaşamı sürmek üzere şehirler ve kasabalar bina etmeye başlarlar.

Yukarıdaki sözlerden de açıkça görüldüğü gibi İbni Haldun, kentleşme ile artı ürün arasında hemen hemen kesin bir ilişki kurmaktadır. Zorunlu gereksinmelerden fazlasının ortak emek yoluyla üretildiği de yine, yukarıdaki satırlardan anlatılmak istenen düşüncelerden biridir.

Kentsel nüfusun toplumsal nitelikleri de İbni Haldun tarafından şöyle anlatılmaktadır:

Bunların bir kısmı sanat ve sanayi alanında çalışarak geçinmeyi, diğer bir kısmı ticareti meslek edinirler. Bunlar göçebelerden ve köylerde yaşayanlardan daha çok para kazanır. Göçebe ve köylülerden daha iyi ve geniş bir yaşam sürerler. Çünkü bunlar gereken miktardan daha çok para kazandıkları için yaşayışları da o nispette genişler.

Burada açıkça işbölümü ile farklılaşma, ticaret ve sanayi sermayelerinin oluşması ve kent yaşamına bağlı üretim biçimi değişikliğine yol açacak filizler dile getirilmektedir. Aslında İbni Haldun göçebelikten yerleşikliğe doğru geçişin zorunlu bir evrim olduğunu belirlerken, bir anlamda bunun yine zorunlu olarak bir yozlaşmayı da beraberinde getirdiğini söyler. İbni Haldun’a göre yerleşik nitelik kazanan toplumlar, göçebe toplumlar karşısında yenilmeye mahkumdurlar. Çünkü doğaya daha yakın oldukları için, bir başka deyişle, daha ilkel oldukları için “göçebeler, tarımcı göçebeler, kırsal kesim halkı, iyi alışkanlıklar edinmeye kentlilerden daha yatkındırlar.” İbni Haldun’a göre toplumlar doğal bir evrim çizgisini zorunlu olarak izlerken eriştikleri “kentsel yaşam , toplumsal yaşamın, uygarlığın son aşamasıdır. Toplumsal yaşamın bozulmaya doğru yüz tutmasıdır. Ve kötülüğün, iyilikten uzaklaşmanın son kertesidir.”  Yine ona göre doğallıktan uzaklaşmak, dünya nimetlerine düşkünlüğü getirir. Bu da yozlaşmanın, yıkılmanın, yok olmanın koşullarını hazırlar.

Bütün bu yargılarına bakılırken, İbni Haldun’un bir İslam düşünürü olduğu unutulmamalıdır ve dolayısıyla İslam birikimi onun bütün düşünce yapısını etkilemiştir. Bunun kesin kanıtları kitabının her yerine serpiştirilmiş olan hadisler, İslam büyüklerine ilişkin sözler ve olaylardır. Örneğin, insanların daha ilkel ve dolayısıyla daha doğal olan göçebelik aşamasında daha “iyi” olduklarının kanıtı olarak, Peygamberin “Her çocuk (tabii olan İslam dinini kabulü icap ettiren) bir yaradılışta doğar. Ancak anne ve babaları onları ya Yahudi veyahut Hıristiyan veya Mecusî yaparlar” sözünü kullanıyor.

İbni Haldun yalnızca erdemlilik açısından göçebeleri üstün tutmakla da kalmıyor, çöllerde göçebe ve vahşi yaşam süren kavimlerin, yerleşiklerden daha büyük topraklara sahip olduklarını ve daha güçlü bulunduklarını da söylüyor. Böylece İbni Haldun’daki evrim düşüncesi, doğallıktan uzaklaşan, uygarlaştığı oranda bozulan ve yozlaşan ve daha da önemlisi kendi kendini yineleyen bir süreçtir. Bu kendi kendini yineleme mekanizması İbni Haldun’un devlet düşüncesinde ve bu düşüncede beliren organizmacılıkta daha açık seçik görülebilir.

İbni Haldun’un Devlet Anlayışı

İbni Haldun’a göre evren hem olucu hem de bozulucudur. Bir başka deyişle bütün varlıklar bozulmaya ve yok olmaya mahkumdurlar. İbni Haldun bu kavramı değişmenin ve bozulmanın kaçınılmazlığı biçiminde vurgular. Bu anlamda belki de diyalektiğin “her şey her zaman değişir” yasasını ilk kez toplumsal yaşama uygulayan bir düşünür olma onurunu kazanır. Bu değişme ve bozulma kavramını devletlerin yaşamlarını incelerken ortaya atar.

Ona göre devlet, insanlar için hem zorunlu hem de engellenemez bir oluşumdur. İnsanın doğasında doğuştan var olan savunma, galip gelme ya da gadap gibi duygular ister istemez diğer insanlar üzerinde egemenlik kurma ya da onları yönetme isteğini doğurur. Oysa göçebelikten yerleşik yaşama geçen toplumlarda asabiyyet, yerleşik yaşamın etkisi ile zamanla zayıflar ve onları birbirine bağlayan yazılı olmayan hukuk kuralları aşınır. Kişi kendisini yalnızlaşmış ve korunmasız hisseder. Bu nedenle kendilerini hem dışarıdan gelen tehditlerden hem de birbirlerine yönelttikleri saldırılardan korumak için yaptırım gücü olan devlet kurulur. Onun tanımıyla “devlet, halkın yönetimini ve onları korumayı, kendi üzerine alan bir kurumdur.”

Devletin zorunluluğunun ikinci nedeni ise insanın yaşamını sürdürmek yani gereksinimlerini karşılayabilmek için bir araya gelmeye ve hemcinsleriyle yardımlaşmaya duyduğu ihtiyaçtır. Temel görevi tüm halkın refah ve mutluluğunu sağlamak olan ve toplumsal yaşamın tüm alanlarını denetleyen, iyiliği ve yardımlaşmayı teşvik eden devlet bunun tek yoludur. İbni Haldun’un devlet anlayışı günümüzdeki “sosyal devlet” anlayışına oldukça yakındır. Kurulan devletler siyaset biçimine göre de üçe ayrılırlar:

  • İnsanların kendi akıllarına göre koydukları kurallara göre yönetilen akli siyaset yöntemi,
  • İnsanların zaman içinde olgunluk noktasına ulaşıp, bir hükümete gereksinim duymadan kendi kendilerini yönetebilecekleri medeni siyaset yöntemi,
  • İnsanların Tanrı tarafından gönderilen yasalara uygun olarak yönetildikleri dini siyaset yöntemi.

Devletler, kendisini kuran soyların asabiyyetleri ile orantılı olarak kurulur ve çökerler. İbni Haldun aslında dinsel monarşilerin çözümlemesini ailesel ve dinsel özelliklere göre yapar. Ona göre devleti asabiyyeti güçlü bir sülale yani “güç”, “kuvvet” ve “otorite” sözcükleriyle anlam bulan egemenliği saylayabilecek bir sülale kurabilir. Çünkü devlet, en güçlü asabiyyet sahibi sülalenin öteki asabiyyetleri egemenliği altına alması ile ortaya çıkabilir. Din böyle devletlerde çok önemli bir role sahiptir. Din, asabiyyet sahibi olanlar arasında birleşmeyi sağlar, kıskaçlıkları ve çekişmeleri sona erdirir.  Böylece İbni Haldun devletlerin çökmelerini de ailesel niteliklerin bozulmalarına bağlıyor. “Varlıklardan her ferdin hissedilir bir ömrü olduğu gibi, cemiyetler halinde yerleşik veya göçebe olarak yaşamının, devletin ve tebaanın dahi bir ömrü vardır” diyerek, organizmacılığını açıkça ortaya koyuyor.

Devletin iyi ya da kötü olup olmadığı da onu yönetenlerin kişiliği ile ilgili bir durumdur. Hükümdar ile devlet kavramı çoğu yerde iç içe geçmiş durumdadır. Bu nedenle de bir devletin ömrü onu kuran sülalenin nitelikleriyle ve bu niteliklerin bozulmasıyla hesaplanır. Ona göre bir kuşağın ortalama ömrü 40 yıldır. Öte yandan sülalenin sahip olduğu asabiyyet, kuşaktan kuşağa zayıflar, yozlaşır. İşte bu iki ilke sonunda, İbni Haldun bir devletin ortalama ömrünün üç kuşağın ömrü olan 120 yıl olduğunu söylüyor.

İbni Haldun’un devlet anlayışına göre bir devlet yok olmadan önce beş aşamadan geçer:

  • Birinci aşama zafer ve maksatlara erişme aşamasıdır. Bu aşamada devletin toprakları alınır, vergiler konur. Kuruluş için gerekli kaynaklar ve düzen sağlanır.
  • İkinci aşama egemenliğin kişileşmesi aşamasıdır. Bu aşamada, tek bir kişinin asabiyyeti, bütün herkes üzerinde egemen kılınır. İktidara gelirken işbirliği yapılan ortaklar uzaklaştırılır.
  • Üçüncü aşama özveri ve rahatlık çağıdır. Bu aşamada devlet artık servet biriktirir, bayındırlığı geliştirir, tebaalarına makam dağıtır.
  • Dördüncü aşama kanaat ve barışla yaşama çağıdır. Bu aşamada, devlet, kendinden önceki durumu aynıyla sürdürür. Bir anlamda bir duraklama çağıdır bu. Fakat henüz gerileme ve çökme başlamamıştır.
  • Beşinci aşama israf çağıdır. Bu aşamada önceden biriktirilenler yenir. Böylece devlet artık iyice ihtiyarlamıştır.

Bütün bu aşamalar sırasında devletler doğal sınırlarına dek gelişirler. Bu doğal sınırlar devletin kuruluşuna yardım eden kabilelerin koruyabilecekleri sınırlardır. İbni Haldun yukarıda belirtilen beş aşamayı devletin “doğal durumları” sayar. Bir devlet zorunlu olarak bunlardan geçecektir. Örneğin şeref ve ululuğun (egemenliğin) tek kişide toplanması devletin doğasındandır. Öte yandan feragat ve rahatlık çağı ile kanaat ve barışla yaşama aşamalarında artık göçebelik unutulur. Devleti kuran sülalenin cesareti azalır. İşte bütün bu aşamalardan geçen “bir devletin ihtiyarlama çağı geldiğinde, devlete mensup boylardan o devleti koruyacak yardımcılar bulunmadığı takdirde, ötekisi o devleti yenerek topraklarını ve idaresini ele geçirir.

İbni Haldun’a göre bu süreç böyle kendini yineliyerek sürer gider. Göçebelikten yerleşikliğe geçen insanoğlu, uygarlığı geliştirir ve yozlaşır, başka bir göçebe asabiyyeti ona son verir, kendi yerleşik olur. O da yozlaşıp asabiyyetini kaybedince, bir başka göçebe soy, ona da son verir. Bu mekanizmanın esası, akrabalığa bağlı olan asabiyyet ile yerleşikliğin bu asabiyyetin yok olmasına yol açmasıdır.

Böylece uygarlığın temeli olan yerleşiklik, devlete bağlı olarak aynen organizmalar gibi doğar büyür ve ölür. Evrim bu organizmacılığın içinde bir süreçtir. Bir başka deyişle, yerleşiklikten göçebeliğe geçiş süreci, bir evrimdir ama organizmacı bir biçimde kendi kendini yineler.

Eleştiri

İbni Haldun sosyolojinin kurucusu ve pek çok çağdaş kavramın yaratıcısıdır. Kavramlarından pek çoğu bugün çağdaş toplumun çözümlenmesinde anlamlı ve işlevsel olarak kullanılabilir.

Buna karşılık İbni Haldun kendisini, kendi yaşam döneminin devlet ve üretim biçimi olan dinsel monarşiye bağlı tarım kültüründen pek kurtaramamıştır. Zaten kurtarması da olanaksızdır. Buna karşılık çağın kendisini çok aşan birçok çağdaş kavramı sosyolojiye kazandırmış olması onun çözümleme gücünü gösterir.

Bugün için bile en geçerli kavramlardan biri olan asabiyyeti yalnızca akrabalığa bağlamış olması önemli bir eksikliktir. Oysa her türlü sınıf ve grup bilincinden ulusal ve toplumsal bilince kadar, “eyleme dönüşmüş birlik ruhu” denilebilecek her kavramın altında asabiyet yatar. Üstelik İbni Haldun bu kavramı çağdaş sosyolojinin vermediği bir anlamı, “eyleme dönüşme” özelliğini verebilmemize yol açabilecek bir anlayışa da sahiptir.

Öte yandan, en büyük yanlışı insanları meleklik derecesine kadar sınıflayıp, örneğin üçüncü sınıf yüksek insanların “istedikleri zaman bir kere göz açıp kapayınca, kutsal âlemlere çıkar, beşerî hallerinden sıyrılarak meleklik halini alırlar” biçiminde tanımlamasını yapmasıdır.

İbni Haldun’un eksik bıraktığı nokta ise, yerleşik kültüre geçen insanın, organizmanın bir kısır döngü içinde kendi kendini yinelemesidir. Böylece gerçek evrim sürecini yakalayamamıştır. Endüstri devrimini görmemiş bir düşünürün böyle bir evrimi yakalaması da zaten olanaksızdır.

İklim koşullarının, çevresel etkenlerin toplumsal değişimlerde ya da kişilerin maddi ve manevi yaşamları üzerinde etkileri olduğu gerçektir. Ancak İbni Haldun’un iddia ettiği kadar deri rengi gibi fiziksel değişime neden olmadıkları açıktır. Zira modern genetik biliminin söylediği gibi insanların deri rengi iklim koşullarına değil genetik faktörlere bağlıdır.

Yine devletlere yaklaşık olarak 120 yıl ömür biçmesi ve bu süreden daha uzun ömürlü bir devletin olamayacağını ısrarla savunması yanlıştır. Yaşadığı dönemdeki Kuzey Afrika devletlerinin hemen hemen tamamının bu süre dolaylarında yaşamlarını sürdürmeleri onu böyle bir düşünceye itmiş olabilir. Ama biliyoruz ki Osmanlı Devleti gibi bu süreden çok daha uzun yaşayan birçok devlet örneği bulunmaktadır.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.