Çarşaf ve Peçenin Öyküsü

Çarşaf sözcüğü dilimize Farsça “gece örtüsü” anlamına gelen çâder-şeb sözcüğünden geçmiştir. Peçe sözcüğünün ise Türkçe mi yoksa Farsça kaynaklı mı olduğu kesin değildir. Günümüzde birçok Müslüman, çarşaf ve peçenin İslamiyet’le birlikte ortaya çıkan ve Ahzap suresi 59. ayetinde sözü edilen “cilbab” olduğunu düşünürler. Oysa Arap toplumunda ne Cahiliye döneminde ne de Hz. Muhammed döneminde çarşaf giyildiğine ilişkin hiçbir tarihsel belge yoktur. Yine aynı şekilde fıkıh kitaplarında kadına nafaka olarak verilecek elbiseler teker teker belirtilirken hiçbirinde çarşafa rastlanmaz. Örtünme daha çok ferace adı verilen giysi ile yapılır. Kara çarşaf, Endülüs Emevileri döneminde İspanyol rahibelerinin giydiği bir elbise olarak Emeviler aracılığı ile İslam coğrafyasında görünmeye başlamıştır. Örtünme elbette İslamiyet öncesi Arap toplumlarında da vardı. Örneğin antik dönemlerin en önemli dini ve ticari merkezlerinden biri olan ve günümüzde Suriye sınırları içinde bulunan Palmira’da yapılan kazılarda bulunan tabletlerde, örtünmüş kadınların tasvirleri bulunur. Fakat bu örtünme biçimleri günümüzdeki çarşafa benzemekten oldukça uzaktır.

Gerçekte çarşafın ve peçenin kökeni binlerce yıl öncesine, Sümerlere kadar uzanır. Pagan inanca sahip Sümer toplumunda kendilerini Tanrıya adayan tapınak fahişeleri, diğer kadınlardan ayırt edilebilmek için çarşaf ve peçe takarlardı.  Yalnız yanlış anlaşılmaması için belirtmekte fayda var: O dönemde tapınak fahişeliği kutsal bir görev olarak görülürdü ve bu nedenle zaman zaman kralların kızları dahi kendilerini bu göreve adarlardı.

Zaman içinde, özellikle tek tanrılı dinlerin doğmaya başladığı zamanlarda çarşafın ve peçenin amacı tam tersi yönde değişime uğradı. Fırat ve Dicle ırmakları arasında uygarlık kuran Asurlular döneminde özgür kadınların kölelerden ayırt edilebilmesi için örtünmesi yasa ile zorunlu tutuldu. Günümüzde Berlin Müzesi’nde bulunan Asurlular dönemine ait tabletlerde kadının örtünmesiyle ilgili 40. yasa şöyledir: “İster evli kadınlar, isterse dul kadınlar veya Asurlu kadınlar olsun, sokağa çıkarlarken başlarını açmamış olacaklardır. Fahişeler ve köleler örtülü değildir. Örtünen fahişeler tutuklanacaktır.”

Asurlu kadınlar gibi Yahudi kadınların de başı açık olarak toplum içinde dolaşmaları yasaklandı. Eski Ahit’te kadınların başını örtmesi gerektiği, üç farklı pasajda belirtilmektedir. İşaya 3/20’de başa giyilen kıyafet demek olan “fara”, İşaya 3/23’te başörtüsü anlamındaki “tsnyafaah” ya da Tekvin 24/65-38/14.19’da yüzü kapatan örtü anlamında da “tsaayafa.” Ayrıca vücudun üst kısmını örten örtü anlamında “radod” sözcüğü kullanılmıştır.

Fakat peçenin anlamı değişime uğramamıştı. Tevrat’ta Yaratılış Bölüm 38’de peçe, fahişelerin giydiği bir örtü olarak anlatılır: “Yahuda onu görünce fahişe sandı. Çünkü yüzü örtülüydü.”

Türklerde Örtünme Kültürü Osmanlı ile Başlar

Türklerde örtünme kültürü ise İslamiyet’in kabulünden oldukça uzun zaman sonra başlar. İslamiyet öncesinde Türk kadınları tıpkı erkekler gibi deriden yapılmış giysiler giyiyor onlar gibi yaşıyorlardı. Yalnızca giydikleri şalvarlar, ata erkekler kadar sık binmedikleri için daha uzun ve baldırlara kadar uzanıyordu. Bu nedenle uzun konçlu çizme yerine daha fazla, etük, başmak gibi ayakkabılar giymektelerdi. Başlarında tıpkı erkekler gibi kalpaklar bulunsa da bu bir dini inanıştan ya da zorlamadan gelmiyordu. Göçebe uygarlığının hâlâ süren etkilerinin bir sonucuydu. Bedenini yabancı gözlerden saklamak gibi bir dertleri olmayan bu kadınlar 10.yy başlarında Arap gezgin İbni Fadlan’ı şaşkınlığa uğratmıştı. İbni Fadlan’ın şaşkınlığı, Bulgar Türklerinde kadınlarının erkeklerde birlikte nehirde birlikte yıkandıklarını gördüğünde iyice artmıştı.

Abbasi Halifesi II. Melik döneminde çarşaf, İslamiyet’in yayılması amacıyla bir öge olarak kullanılmıştı. Yine yanlış anlaşılmaması için konuyu açmakta fayda var. II. Melik döneminde Bizans’ın bazı toprakları Abbasilerin egemenliği altına girmişti ve Bizanslı gayrimüslim kadınların bal rengi çarşaf giymesi zorunlu tutulmuştu. Bu kadınlar yalnızca iki koşulu yerine getirdikleri takdirde bu yasaktan kurtulabiliyordu: Müslümanlığı kabul etmek ya da Müslüman bir erkekle evlenmek…

İslamiyet’le birlikte örtünmenin önemi giderek artınca, Selçuklular döneminden başlayarak kentlerde tesettüre uymak için, kadınlar sokakta bedenini saran yeni bir üstlük giymeye başladı. Yine de bu örtünme biçimi yalnızca kentlerde uygulanıyordu. Kırsal bölgelerde kadın ve erkeğin birlikte yaşaması ve çalışması geleneği ekonomik gerekçelerle değiştirilemediği için, bu kesimlerde sokağa çıkan kadının başına bir örtü alması örtünme için yeterli sayılıyordu. Kısacası Müslümanlığı kabul eden Türklerin 9. ve 11. yüzyıllarda yaşam biçimleri geleneksel Müslüman yaşamına uymuyordu. İslamiyet’in kabulünden 14. yüzyıla kadar Türk kadınları yüzlerini kapamamış, çarşaf ve peçe gibi örtüler kullanmamış ve toplantılara erkeklerle birlikte “başları ve yüzleri açık” olarak katılmışlardır.

Mevlana: Kadını Örtmeye Çalışırsan, Kendini Gösterme İsteği Artar

Orata Asya geleneksel Türk kadını giysisiTıpkı İbni Fadlan gibi bir Arap gezgin olan İbni Batuta, 14. yüzyılda Güney Rusya, Kırım, Hazar dolaylarını gezdiğini, hiçbir Türk ülkesinde ne sarayda ne sokakta hiçbir yerde kadınların örtündüğüne rastlamadığını, Anadolu’daki Müslüman Türk kadınının serbestliğinin hiçbir Müslüman ülkede bulunmadığını yazar. Bu özgürlük anlayışının izlerine, Mevlana’nın günümüz için oldukça şaşırtıcı gelebilecek düşüncelerinde de rastlanabilir. Fihi Ma Fih adlı yapıtında Mevlana, kadınların örtünmeye zorlanmasının nasıl ters sonuçları olacağını şöyle vurgular: “Kadına her ne kadar gizlenme, örtünme emir edersen onda kendini gösterme isteği artar. Eğer kadının doğasında kötülüğe dönük bir eğilim yoksa yasak etsen de etmesen de o kişiliği doğrultusunda hareket edecektir.

Türklerin Orta Asya’dan bu yana sürdürdükleri bu özgürlükçü anlayış Osmanlı döneminde Bizans’a ait topraklar ele geçirilmeye başlanıncaya kadar sürdü. Türklerde peçe giyilmesine ilişkin ilk tarihi kayıt I. Murat döneminde (1360-1389) dönemine aittir. Tarihçi Şikari, Karaman Tarihi adlı kitabında Türk kadınlarının peçe takmaya başlamasını günümüz Türkçesiyle şöyle anlatır:

Yüz örtmek sonradan adet haline geldi. Karamanoğlu Alaüddin Bey, Hamidoğlu İlyas diyarında katliam yaptığında üç kabile Osmanlı topraklarına firar etmişlerdi. O vakit bunları Murat Han görüp pek temiz ve efendi olduklarından kendi kentinde (Bursa’da) yerleştirmiş. İşte bu kabilenin kadınları oldukça güzel olduklarından herkes bunları seyretmeye dalınca, ulema bu kabilenin kadınlarına yüzlerini saklamasını emretti. İşte ne vakit dışarı çıksalar, o kabile hatunları yüzlerini saklarlardı. Fakat bu durum sonradan diğer kadın ve kızların da pek hoşuna gittiğinden herkes daima güzelce her tarafını örtmeye başladı.

Ancak Halifeliğin Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlıya geçmesi ve Mısır’dan Arap Yarımadası’na kadar bölgenin Osmanlı sınırlarına katılması bir milat oldu. Toplum içinde kadının yaşam tarzında ve giyinişinde değişmeler ve yasaklar başladı.  Yine de Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar çarşaf, yaygın bir giyim biçimi halini alamadı. Çarşaf ilk başlarda baştan yere kadar uzanan, kolsuz, tek parçalı bir giysiydi. Meşrutiyet’in ardından çarşafta değişimler yaşandı. Başı ve omuzları örterek bele kadar uzanan bir pelerin ve belden aşık kemiklerine kadar inen bir etek olmak üzere çarşaf, iki parçalı bir dış giyim haline geldi. Fakat çarşaf giyen kadınların sayısı oldukça azdı. Çünkü çoğunluk tarafından çarşafa, Hristiyan kadınların giydiği bir elbise gözüyle bakılıyor ve Hristiyan adeti olduğu gerekçesiyle uzak duruluyordu.

II. Abdülhamit’in Çarşafı Yasaklaması

Türkiye'de gericilikHacdan dönenlerin İranlı kadınlardan görerek benimsemesiyle 19. yüzyılda Osmanlı’da çarşaf giyenlerin sayısı gün geçtikçe artmaya başladı. Bu dönüşüm öylesine hızlı olmuştu ki, yazar Leyla Saz, 1878’de İstanbul’da kadınların ferace giydiğini, eşinin valiliğe tayini üzerine gittiği Trabzon’dan İstanbul’a dönüşünde kadınların çoğunun çarşaf giymeye başladığını görüp şaşırdığını anlatır. Gerçekten de çarşaf bu dönemde bir anda yaygınlaşmıştır; ta ki II. Abdülhamit tarafından yasaklanıncaya kadar. 15 Ağustos 1881 ve 27 Temmuz 1882 tarihli Levant Herald gazetesinde yayınlanan iki ayrı haber bu yasağa değinir:

Şeyhülislamın başvurusu ve padişahın buyrukları üzerine Emniyet Müdürlüğü, Devlet Şurası’yla fikir birliği halinde Müslüman kadınların topluma açık yerlerde nasıl davranmaları gerektiği konusunda bir yasa çıkarmıştır. Bu kanuna göre, kadınların açık ve kalabalık yerlerde “çarşaf” giymeleri yasaktır. Ama bu örtüyü tenha sokaklarda ve misafirliklerde kullanabilirler. (15 Ağustos 1881)

Yeni İzmit valisi çevre köylerden pazarda satmak için pazara mal getiren ferace giymemiş ve ayağında pabuç olmayan Türk kadınlarının 5 gün hapis ve bir mecidiye para cezasına çarptırılacağı konusunda bir yasak çıkardı. Bu yasağa karşılık köylü kadınlar, atalarından kalmış gelenek ve göreneklerini hiçe sayıp baskı altına alan bu yeni yasaya uymaktansa, köylerinde kalmayı tercih ettiler. (27 Temmuz 1882)

II. Abdülhamit’in yalnızca belirli bir alanda çarşafı yasaklayan bu kararı, 2 Nisan 1892 tarihinde Saray Başkâtibi Süreyya Bey’e bir ferman yazdırıp çarşaf giyilmesini tümüyle yasaklayana kadar sürer. Bir Cuma namazı dönüşü sonrası yolda gördüklerinden sonra çarşafı tümüyle yasaklayan II. Abdülhamit’in fermanının özeti günümüz Türkçesiyle şöyledir:

Padişah hazretleri bugün yüce cuma selamlığı töreninin ardından Teşvikiye’de bulunan devlet silahhanesini onurlandırdıktan sonra saraya dönerken geçtiği yol üzerinde acayip bir biçimde bellerinden bağlı siyah çarşaflara bürünmüş ve yüzlerini bile siyah renkte ve oldukça ince peçelerle örtmüş bazı kadınlar gözüne çarpmıştır. Bunların neredeyse çıplak denilecek derecede açık saçık bulunmalarına ve adeta matem elbisesi giyinmiş Hıristiyan kadınlarına benzemiş olmalarına bakarak birdenbire Müslüman olup olmadıklarında tereddüde düşmüştür.

Kanıt ve açıklama gerektirmez ki, Yüce İslam Devleti’nin devamı ve yükselişi, devlet kurumunun fertlerini oluşturan bütün erkek ve kadın Müslümanların hal, durum ve hareketlerinde şeriatın faydalı ve kurtarıcı buyruklarına eksiksiz bir özenle uymalarına bağlıdır. Aksi durum, gerek ümmetin fertleri, gerekse devletin devamı için maddi ve manevi olarak sonsuz zararlar verecektir. İşbu çarşaflar ise Müslüman kadınlarca tesettür emrine asla uygun gibi, kötü bir amaçla şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından bir yerde fesat aleti olarak kullanılmaktadır. Dini açıdan ve toplumun iyiliği için açık olan çok sayıdaki zarar ve sakıncaya dayanarak bu konuda gereken kişilere yumuşakça ve uygun bir dille anlatılmak ve gerekli öğütler verilmek suretiyle kadınlarca çarşaf giyilmesinin yasaklanması padişahın emir ve fermanı gereğidir.

Peki II. Abdülhamit çarşaf giyilmesini neden yasaklamıştı? II. Abdülhamit’in çarşafı yasaklamasının nedenleri hem bu emirden hem de geçmişte yaşadığı deneyimlerden ortaya çıkabilir:

  • Çarşafı açık saçık bularak örtünme amacı taşımadığına hükmetmesi,
  • Çarşafı matem tutan Hristiyan kadınlara özgü yani İslamiyet dışı bir elbise olarak görmesi,
  • Kötü niyetli kişilerin (erkeklerin) çarşaf giyerek güvenlik bakımından tehlike yaratma olasılığı.

Abdülhamit’in çarşafı yasaklamasının nedenlerinden üçüncüsü, bizzat kendi yaşanmışlığından kaynaklanıyordu. Akıl sağlığı yerinde olmadığı için V. Murat tahttan indirilip kendisi padişah olduğunda, V. Murat’ı yeniden Osmanlı padişahı yapmak isteyen dört kişilik bir çete Kasım 1876’da çarşaf giyerek kadın kılığında V. Murat’ı kurtarmaya çalışmışlardı. II. Abdülhamit gibi son derece vesveseli ve her an öldürülme tehlikesi içinde yaşayan bir padişahın böyle bir olayı unutması mümkün değildi. Çarşafın böyle amaçlar için kullanılabiliyor olması onu bu giyim tarzına karşı güvensiz yapmıştı.

Peki II. Abdülhamit’in çarşafı yasaklamasına karşın çarşaf nasıl oldu da kadınların giydiği bir elbise olmaya devam etti? Bu elbette ki onun bu kadar yaygın bir giyim eşyası olmasıyla aynı nedendendi: Ekonomi…

Çarşaf üretiminde kullanılan kumaşlar büyük çoğunlukla Bağdat, Halep, Mekke ve Medine kentlerinden gelirken, ferace için kullanılan kumaşlar yabancı ülkelerden gelmekteydi. Yani alım gücü düşük olan sıradan halk için çarşaf giymek çok daha ucuza geliyordu. Üstelik çarşafın yasaklanmasından oldukça rahatsız olan yerli sermaye, 27 Ekim 1883’te Paris’te yayımlanan Le Courier d’Orient isimli gazetede bu yasağa veryansın ediyordu. Bu nedenle, daha önce çarşafa yasak getiren II. Abdülhamit, 1889’da Osmanlı’nın yenilgisiyle biten Türk-Rus savaşından sonra bir fermanla geri adım atıyor; feraceyi yalnızca saray mensubu kadınlara özgü kılarak halktan kadınlara yasaklıyordu. Kısacası çarşafın serbestliği ya da yasaklanması tam bir yap-boz oyunu gibi sürekli değişiyordu.

Çarşaf ve peçe Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kaldı. Kıyafet Devrimi bir nebzeye kadar çarşaf ve peçe giyilmesinin önüne geçtiyse de tamamıyla kaldırmakta başarılı olamadı. Zira kısacık sürede Türk kadınının günlük yaşamına yerleşen çarşaf ve peçe, İslamiyet’in bir unsuru olarak görülmeye başlamıştı. Elbette ki bu anlayışın zamanla değişmeyeceğine ilişkin hiç kimse bir garanti veremez. Zira İslam’a aykırı olduğu nedeniyle II. Mahmut’un getirdiği fese karşı çıkıp II. Mahmut’u gavur padişah ilan edenler; yalnızca 100 yıl kadar sonra, bu sefer de fesin İslam’ın bir sembolü olduğunu söyleyip şapka devrimine karşı fesi İslam adına sahipleniyorlardı.

11 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.