Benito Mussolini ve İtalya’da Faşist Devrim

1918 yılının Kasım ayında Giovanni Giolitti yakın arkadaşlarından birine şöyle diyordu: “Son askeri imparatorluklar da tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Bu harika bir şeydir… Bu imparatorlukların bozguna uğramasıyla demokrasi en büyük ve son engeli de başarıyla aşmıştır. Artık tüm dünyada zafer onundur. Uğrunda verilen kurbanlara yazık olmadı…”

İster Woodrow Wilson, ister Lloyd George, ister Deschonel olsun o tarihlerde zaferi kazanmış güçlü ülkelerin yöneticileri hep aynı ağzı kullanıyorlardı. Ancak Giolitti’nin bu sözleri,  kurt politikacının ne denli yanılgılar içinde olduğunu gösteriyordu.

1915 yılının baharında İtalya’nın demokrat ülkeler safında savaşa girip girmemesi sorusu ortaya atıldığında, mecliste çoğunluğu oluşturan grubun başı olan Gioletti barış sözcüklerini kullanıyordu. Ama karar safhası olan Mayıs ayında bir küçük azınlık İtalya’yı savaşa sokmuştu. Via Veneto caddesindeki bir otelin penceresinden Gabriele D’Annunzio küçük bir kalabalığa ateşli sözler söylemiş, sonra da hain olarak nitelendirdiği yaşlı politikacı Gioletti’nin öldürülmesi gerektiğini haykırmıştı. Birkaç sokak ötede oturan yaşlı adam ise az sonra ölümden kıl payı kurtulmuştu.

İtalya bir taraftan Salandro Sonnino hükümetinin gizli pazarlıkları, bir taraftan da Gabriele D’Aonunzi’o ve Benito Mussolini gibi demagogların yarattıkları yoğun propaganda sonucunda savaşa girmiştir.

O yılların güçlü adamı olan Giolitti’nin takındığı tutum ise oldukça ilginçtir. 1919 yılında Dronero’da yaptığı ünlü seçim konuşmasında savaş sonrasının ilk kabinesine uyguladığı anti-demokratik yöntemlerden ötürü çatmış ve toplumun politik kararlarda ve dış ilişkilerde daha çok söz sahibi olması gerektiğini söylemiştir. Ancak seçimlerden sonra güçlü bir biçimde meclise geldiğinde hiç vicdan azabı duymadan gerçekten demokratik olan ilk seçimleri geçersiz kılmıştır. Bununla da yetinmeyerek 1915 Mayıs ayında ayaklanan savaşçı grupların devamından başka bir şey olmayan faşistlerin yardımını istemiştir. Politika sahnesinden çekildikten sonra faşistlerin ülkeyi eşiğine getirdikleri uçurumun kenarından kurtarmak için demokratik güçlerin kurduğu antifaşist bir hükümetin başına geçmeyi, demokratik düzenin meclislerde ve hükümette yeni güçler denemek istediği gerekçesiyle reddetmiştir. Bu reddetmenin gerçek nedeni o yıllarda ülkede etkin olan devrimci sosyalizmin, daha doğrusu sözde devrimci akımın yarattığı korkudur. Bu nedenle Giolitti faşizme arka çıkar bu tutumunu ünlü “Roma Yürüyüşü”nden sonra bile değiştirmemiştir. Ancak Mussolini’nin, halkın serbest oyuyla iktidara gelme yöntemi olan demokrasiyi rafa kaldırdığı zaman gerçek tepkisini göstermiştir. Fakat artık fazlasıyla geçti.

1918 yıllarında “demokrasi” sözcüğünden ne anlaşıldığı pek o kadar acık değildi. “Halk iktidarı” sözcüğü ise bazı yerlerde yüzeysel bir tanım olarak nitelendiriliyor, bazı yerlerde ise zihinleri bulandırıyordu. “Demokrasi yalnız belirli yöneticilerin değil, toplumun içinde bulunduğu genel durumun da rahatlıkla ve açık bir biçimde eleştirilebileceği bir yaşam düzenidir” diye tarif edildiğinde, iyi kötü bir anlam kazanmış olur. İşte bu açıklık nedeniyledir ki, Giolitti devletin olanaklarıyla yeni yeşermeye başlayan faşizm fidanını ezmeyi reddetmiştir. Demokrasiye bu denli büyük bir inanç 1915’lerin dünyasında İtalya’dan başka bir ülkede pek rastlanamaz. O yıllarda en demokratik ülke olduğunu öne süren Almanya’da bile D’Annunzio’nun giriştiği savaş yanlısı bir ayaklanma cezasız kalmazdı. Fakat bu denli demokratik bir ülkede olanlara şaşmak elde değildir. . .

Faşizmin bir ülkeye gelebilmesi için gereken en büyük etkenlerden biri liberal sistemdir. Eğer bir Giolitti olmasaydı, ne Benito  Mussolini bir “Duçe” olabilirdi, ne de İtalya’da faşizm iktidarı böylesine rahat ele geçirebilirdi.

İtalyan Faşizminin Doğduğu Ortam

İki dünya savaşı arasında Avrupa’yı etkileyen ve sorsan en büyük olay 1919-1920 yıllarında liberal düzenin ortasında patlayan, Rusya’da zafer kazanmış olan Bolşevizm’dir. Bundan esinlenen birçok grup, ülkelerinde ayaklanma girişimlerinde bulundular. Fakat birçok ülkede daha ayaklanmaya başlayamadan bastırıldılar. Ancak daha derin etkiler bıraktıkları ülkelerde, adına faşizm denilen bir tepki gücünün doğmasına yol açtılar. Bu devrimci ayaklanmalar, en az etkilenen ülkelerde bile gösterdiği direnç nedeniyle toplumun birçok tabakasından destek buldu ve sempati topladı. Eğer bu sempati olmasaydı İtalya’da Mussolini’nin faşizmi Motteoti krizini başarıyla atlatmaz, Hitler’in anlamsız konuşmaları o denli dinleyici toplamazdı.

İtalya’nın politik alanında Saint-Germain Barışı’ndan sonra şiddetli fırtınalar hüküm sürmekteydi. Savaş bu zayıf ülkeye çok ağır gelmiş, 520 bin ölü ve 900 bin yaralıya mal olmuştu. Büyük sevinçle karşılanan zafere, gerektiğinden çok daha fazla bedel ödenmişti.Batılı ülkeler safında 1915 yılı Mayıs ayı sonlarında savaşa katılmak, ülkeye umulan yararları sağlamamıştı. İtalyan halkı Birinci Dünya Savaşı’nda verdikleri yüzbinlerce  ölünün yasını tutmaktaydı. Ayrıca müttefik galip ülkelerin İtalya’ya vadettikleri toprakları vermemeleri de hayal kırıklığı yaratmıştı. Giderek artmakta olan pahalılık, çok bozuk ekonomik durum giderek yoğunlaşmakta olan bir protesto dalgasını oluşturmaktaydı. Grevler, toprak ve fabrika işgalleri ülkenin iç güvenliğini tehlikeye sokmaya başlamıştı. Bu koşullar Hitler’in Almanya’daki zaferinden 11 yıl, Berlin Roma Mihverinin kurulmasından da 15 yıl önce İtalya’yı faşist bir toplu halk hareketi içine itti.

Savaştan sonra demokrasinin baş savunucusu olan Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’a ilk tepki, 1919 Ocak ayına kadar onu büyük bir şevkle destekleyen İtalya’dan gelmişti. İtalya aslında savaşa genişleme politikasının yararlarını anladığı ve gelecekte bunlardan çıkar sağlayabileceği için girmişti. Gözü Dalmaçya kıyılarındaydı. Londra’da 26 Nisan 1915 tarihinde müttefiklerle yaptığı gizli antlaşmada Trieste’nin kendisine verilmesini sağlamıştı. Bu arada Dalmaçya’nın önemli bir kısmını eline geçirme olanağı bulacaktı.

Wilson’un gizli antlaşmaları tanımayacağını söylemesine rağmen Dışişleri Bakanı Sonnino bu antlaşmanın uygulanmasını istedi. Birden Londra Antlaşması’yla Yugoslavya’ya bırakılmış olan Fiume (bugünkü Rijeka) limanı üzerinde hak iddia etti İtalya. İkinci kez Wilson’un “hayır”ıyla karşılaştı İtalyanlar. Bunun üzerine İtalyan heyeti barış görüşmelerinden çekildi.

Bu kez milliyetçi basın D’Annunzio tarafından ortaya atılan “Sakatlanan Zafer” mitosunu diline doladı ve İtalya’ya gereken ilgiyi göstermediği için Başkan Wilson’a hakaret yağdırmaya başladı. Ortalık birden karıştı ve iş bir ölüm kalım sorunu haline geldi. 11 Eylül 1919 tarihinde, savaşta yararlıklar göstermiş olan şair D’Annunzio, etrafına topladığı savaştan sonra işsiz kalmış askerlerle Fiume üzerine bir yürüyüş düzenledi ve kenti işgal etti. Burada bulunan İngiliz ve Fransız işgal birlikleri hükümetlerinden aldıkları direnmeme emri üzerine geri çekildiler.

Mussolini derhal onu alkışladı, sözle, yazıyla bu zaferi kutladığını bildirdi. Bu andan itibaren faşizm, gösteriş düşkünlüğü, reklama ve propagandaya aşırı önem veren özellikleriyle, kendine özgü yöntemleriyle siyaset sahnesine çıkıyordu.

Şair kumandan D’Annunzio 16 ay süreyle burada dilediği gibi hükümet etme olanağını buldu. Ortaçağdan kalma bir yönetim biçimi ve loncalarla karışık bir devlet kurdu. Her gün belediye meclisinin binasından caddede toplanan kara gömlekli, belleri bıçaklı, şapkalarında kurukafa amblemi olan lejyonerlerine ateşli konuşmalar yapıyordu. Halkın yarısı D’Annunzio’yu tutar gibi görünüyordu. Ama oldukça katı olan yönetim biçiminden de yakınıyordu.

Fiume olayı ve “Sakatlanan Zafer” nidaları savaştan çıkmış İtalyan halkının sosyo-ekonomik yapısını iyice etkilemişti. Ülkenin ekonomisi tepetaklak gitmeye başlayınca sosyalistler artık ağırlıklarını duyurmak zamanının geldiğini anlamışlardı. Savaşa girmeye hükümeti zorlayan küçük azınlık “lnterventismo Eylemcileri” orta ve alt tabakada tepkiyle karşılandılar.

Sosyalistlerin içinde de bir görüş birliği yoktu. Bir bölümü Rus Devrimi’ni örnek alarak içinde bulunan durumdan ancak hemen yapılacak bir devrimle çıkılabileceğini savunuyordu. İtalya’nın birçok bölgesinde “Viva Lenin” çığlıkları işitiliyor, tüm duvarlar devrime çağrı ilanlarıyla kaplanıyordu. Ancak sosyalistlerin önemli bir bölümü hükümete olan tepkilerini hayat pahalılığını protesto etme ve grevlerle gösteriyordu. Topraksız köylülerin büyük bir bölümü savaş sırasında hükümetin verdiği “La terra ai contadini” (Köylülere toprak) sözünü tutmasını istiyordu. Bu nedenle çeşitli gösteriler düzenliyorlardı. Sosyalistleri bir devrim yapmaktan alıkoyan en büyük etkenler, halkın değişik kesimlerinden gelen tepkiler ve İtalya’nın Avrupa ülkelerine karşı olan bağlarıydı. Savaştan sonra işsiz kalmış olan subaylara ve askerlere verilen “şiddete başvurma” görevleri sosyalistlerin ekmeğine yağ sürüyordu, ama onların dışında bulunan halk kitleleri birleşerek devrim istemeyen bir “Popolari” grubu oluşturmuşlardı.

İki partinin de ortak bir yanı vardı. O da hükümette bulunan liberallere olan tepkileriydi. Popolari, Wilson ve Lenin’e karşı bir politika uyguluyordu. Ama önerdikleri reformlar toprak sahipleri tarafından kara Bolşevizm olarak nitelendirilmelerine yol açıyordu. Yine de “kara” ya da “kızıl” liberallerin bu iki partiden biriyle anlaşmaları gerekiyordu. Zira 18 Kasım 1919 tarihinde yapılan seçimlerde bu iki parti mecliste sandalyelerin yarısını ellerine geçirmişlerdi.

İtalya karmaşık bir politik ortama girmişti artık. İktidar Giolitti’ye teslim edildi. Ancak Ağustos ve Eylül 1920’de devrimci güçlerin baskısı giderek artmıştı. Fabrikaların önemli bir bölümü sosyalist işçiler tarafından işgal edilmişti. Sosyalistlerle el ele çalışan komünistler grev üzerine grev ilan ediyorlardı. Mücadele silahlı çatışmalara kadar gidiyor, hatta Viareggio’da olduğu gibi bölgesel komünist yönetimler kuruluyor, pul ve para bastırılmasına kadar varan bölge isyanları görülüyordu.

1920 sonradan İtalya tarihinde “Kızıl Yıl” diye anılacaktı. İtalya’nın 1917 Rusyasını izleyeceğine inanılıyordu. Roma’daki hükümet herhangi bir sorunun üstesinden gelemeyecek kadar zayıf ve otoriteden yoksundu. İtalya parlamenter sisteme uyanmamış durumda görünüyordu. Millet çoğunluğunun cahilliği, demokrasinin çok kısa bir geçmişe sahip oluşu parlamentarizmin İtalya’da gerçek anlamıyla kuruluşuna engel olmaktaydı.

İtalya Kralı Victor Emanuele III, iyi niyetli ve yumuşak tanınmış bir hükümdardı. Fakat o kadar ufak tefekti ki, bu adeta bir sakatlık olarak görünüyor ve onda bir aşağılık duygusu yaratıyordu. Mahçuptu ve halkın karşısına çıkmayı reddediyordu. Hareket ve karar adamı değildi.

İtalya’da kilise çok kuvvetli ve otoriter bir kurumdu ama şimdi o da çekingen ve ürkek bir tavır içine girmişti. Keza ordu da kuvvetini yitirmiş, yorulmuştu; yaralı ve ümitsizdi.

Bu ortam içinde İtalya’da sosyalist bir devrimin gerçekleşmesi olası görülüyordu. Ortalığın iyice karıştığı bu dönemde çözümü, Corriere della Sera gazetesinin yöneticisi olan Luigi Albertini sunmuştu. Albertini çıkar yol diye 23 Mart 1919’da Milano’daki Piazza San Sepolcro’da bulunan Endüstri ve Ticaret Odası’nda Benito Mussolini tarafından ortaya atılan yeni bir akımı işaret etmişti. Bu yeni akım İtalya’yı beklemediği olayların eşiğine getirecekti. Mussolini’yi ve getireceği faşizmi daha iyi değerlendirebilmek için onun karmaşık yaşamına bakmakta yarar vardır.

Benito Mussolini: Sosyalizminden Faşizme Doğru Bir Evrim

Benito Mussolini

1921 yılında kendini “Duçe” ilan ettiren Mussolini ve Almanya’nın Führer’i Hitler dünyayı titreten iki diktatör olmuşlardı. Başlangıçta aralarındaki karşılıklı birbirlerini küçümseme, hatta nefret bir süre sonra yerini uzun süreli bir dostluğa bırakmıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya politika ve askeri alanlarında hiç önemi olmayan İtalya’yı dünya sahnesine çıkaran Mussolini kimdi, Mussolini’nin hayatı nasıldı acaba?

Yirmi yıl boyunca İtalya’nın yazgısını elinde tutan, Hitler ile bir antlaşma imzalayan, faşizmin kurucuları arasında bulunan, tarih kitaplarına Duçe unvanıyla geçen bu diktatör kendisini şöyle anlatacaktı ileride:

Bütün dünya benim günün 24 saatinde Duçe olduğumu sanıyor. Eğer bu söyledikleri gibi bir insan olsaydım, kısa süre içinde aklımı yitirmem işten bile değildi. Benim de dinlenmeye ihtiyacım var. Ben ne bir robotum, ne de İtalya ile evliyim, Hitler’in Almanya ile adeta evli olduğu gibi… Evime gidip şapkamı askıya astığım anda sade bir Mussolini olurum.

Mussolini’den beş çocuğu olduktan sonra onunla evlenen Rachele Guidi anılarında şöyle diyor:

Gururumu yenerek mantıklı düşünürsem, Mussolini’nin kollarına aldığı kadınlar içinde onu en iyi tanıyanın ben olduğumu ileri sürebilirim. Sadece ben Mussolini hakkında hiçbir ön yargıya kapılmadan bir yargıya varabilirim. Çünkü ben onu bulduğumda henüz on yaşındaydım. Dikkatimi önce kocaman kapkara gözleri çekmişti. Bu gözlerde öylesine güçlü bir irade yansımaktaydı ki, içimi büyük bir huzur kapladı. Sanki fosforlu gibiydi gözleri.

Benito Mussolini 29 Temmuz 1883 tarihinde İtalya’nın Romagna eyaletinde Vaiano di Costa kasabasında doğdu. Dedeleri o yörenin küçük çiftçileriydi. Annesi öğretmen, babası ise eğitim görmemiş bir demirciydi, fakat anarşist bir sosyalist olduğu için birçok defa hapse atılmıştı. Aktif bir sosyalist olan baba Alessandro Mussolini, oğluna daha küçük bir çocukken kilise aleyhtarı ve devrimci fikirleri aşıladı. Mussolini büyük bir yoksulluk ve sosyal eşitsizliklere karşı derin bir isyan duygusu içinde büyüdü. Kardeşleri ve komşu çocukları arasında inatçılığı ve sürekli huzursuzluğu ile dikkati çekiyordu. Okulda her türlü kurala ve disipline karşı tepki göstermekteydi. Okul arkadaşları ile ilişkileri pekiyi sayılmazdı. Sık sık arkadaşları ile dövüş ettiği için cezalandırılmaktaydı. Gerçi küçüklüğünde konuşmaya geç başlamıştı, ama kısa sürede olayları çabuk kavradığı, düşüncelerini bir konu üzerine yoğunlaştırabildiği ve öğrenmeye karşı büyük bir tutkusu olduğu fark ediliyordu, Düzensizliği ve isyankar tutumu öğretmenlerinin sabrını taşırıyor, sık sık okul değiştirmek zorunda kalıyordu.

Son bir kez daha şansını deneyerek bir öğretmen okuluna girdi. Burada ilk politik toplantıları düzenlemeye ve sosyalist görüşle ateşli gazete makaleleri yazmaya başladı. 18 yaşındayken okulu bitirdi. Özellikle başarılı olduğu dersleri İtalyanca, tarih, edebiyat ve müzikti. Bir süre öğretmenlik yaptı. Ancak bir türlü durulmayan huzursuz karakteri onu rahat bırakmıyordu. Protesto hareketleri düzenliyor, kısa süre içinde iyi bir konuşmacı olarak ün yapıyordu. Gerçekten de konuşmalarında kendisi gibi düşünenleri ve ezilmiş sınıfları büyük coşkuya yönetiyordu bu konuşmaları.

İtalya’daki ortamdan hoşnut olmadığı için 1902 yılında İsviçre’ye gitti. Mussolini orada gazeteci ve duvarcı olarak çalışmaya başladı. Ama buradan, tıpkı daha sonra Avusturya’da da tekrarlanacağı gibi, anarşist olduğu gerekçesiyle sınırdışı edildi. Bu, üzerinde Karl Marx’ın resimlerini taşıdığı devreydi. Yeniden İtalya’ya döndüğünde kışkırtıcı konuşmaları ve yazıları yüzünden sık sık tutuklanıyordu.

Ardından Avusturya’ya yerleşmek istedi. Ama buradan da yıkıcı faaliyetlerinden ötürü kovuldu. Tam bir sosyalist olmuştu artık. 23 yaşındayken İtalya’ya döndü. Askerliğini yaptıktan sonra bir sosyalist gazetede “Dinsiz” imzasıyla yazılar yazmaya başladı. Türklerle Trablusgarp Savaşı’na (1911) şiddetle karşı koyduğu ve savaş aleyhtarlığı yaptığı için beş ay hapse hüküm giydi. 1912 yılında ise Sosyalist Parti’nin yayın organı “Avanti” gazetesinin yazı işleri müdürü oldu. Aynı zamanda bu gazetede günlük politik yazılar yazmaktaydı. Başlangıçta savaş aleyhtarı tutumu bir süre sonra değişti. Artık Mussolini savaşa katılmak isteyenlerin yanında yer alıyordu. Avanti gazetesinden de, görüşleriyle bağdaşmadığı gerekçesiyle ayrıldı. 1914 Kasım ayında “il Popolo d’ltalia” adlı bir gazete kurdu. Bu çalışmalarından ötürü de Sosyalist Parti’den uzaklaştırıldı.

Birinci Dünya Savaşı’na İtalya’nın da girmesiyle birlikte Mussolini cepheye gitti. Ama 1917 yılında yaralandığı için geri döndü. Askerlik yaptığı süre içinde bir zamanların sosyalist Mussolini’si tam bir faşist olmuştu. Görüşleri, o dönemlerdeki çok kişiyle aynı paraleldeydi. Yaşamı boyunca hiçbir zaman kesin prensipler ve inançlara dayanarak hareket etmemişti. Tuttuğu yolu önceden hiç hesaplamaz, kendini olayların akışına bırakır, yeni bir bunalımda ne şekilde davranacağına her seferinde yeniden karar verirdi. Aslında onun için ilk planda önemli olan kendi kişisel tatminiydi. Bu pragmatizm, iç güvensizlik onun yükselişi ve sonu için en büyük nedendi. Ayrıca ateşli karakteri, hiddet patlamaları, ardından içine kapanış ve susmayı yeğ tutuşu da tarihçileri onun kişiliği hakkında şu yargıya yöneltmişti: “Mussolini çelişkilerle dolu, ‘Ben’ bilinci çok fazla bir kişiydi.”

Donna Rachele ise bambaşka bir insan görüyordu Mussolini’yi. Onun için Benito eşiyle her şeyi konuşan, sade bir burjuva yaşamı süren, aile çevresinde politikacı, devlet adamı maskesini bir yana bırakan bir insandı. En yoksul koşullardan gelen basit bir kadın olan Rachele, Mussolini’nin içindeki birçok çelişkileri göremiyordu. O Benito’yu “güçlü bir adam” olarak görmekteydi. Aynı zamanda da Mussolini “büyük bir çocuk” idi Rachele için. Korunmaya muhtaçtı. Rachele, Duçe’yi, çevresine körü körüne güvenen bir insan olarak gördüğü için tüm İtalya’ya yayılan bir haber alma örgütü kurmuştu. Böylece Mussolini’yi entrika ve ihanetlerden koruyacağını düşünüyordu.

Donna Rachele 83 yaşındayken ona güvencini hala yitirmediğini şu sözlerle dile getiriyordu: “Her gün, kocamın yüzde yüz hatalı olmadığını gösteren yüzlerce olayla karşılaşıyorum.” Mussolini’ye olan bu inancı yüzünden kocasının sayısız aşk maceralarını hoşgörü ile karşılayabilmişti Rachele.

Rachele’nin söylediklerine bakılırsa Mussolini bir kez elde ettiği kadınlara karşı çok kaba davranmakta; ateşli fakat kısa süreli bir aşk macerasından sonra onları terk etmekteydi. Peki ama nasıl oluyor da böyle bir erkeğe kadınlar hayranlık duyuyorlardı? Yoksa insanın içine işleyen, canlı ve iradesini yansıtan siyah gözleri miydi bunun nedeni? Duçe kadınlar konusunda görüşlerini şu cümlede açıklıyor: “Kadınlar kendilerine kibarca davranılmasından çok kabalıktan hoşlanırlar.” Aynı görüş halka olan davranışlarını da belirlemiştir Mussolini’nin. Bir diktatörün halkı tarafından sevilip sevilemeyeceği sorusuna şöyle karşılık vermiştir: “Evet, ama sadece ondan aynı zamanda korkulduğu takdirde. Toplumlar bir kadın gibidir. Kuvvetli bir erkeğe ihtiyaçları vardır.”

Bu nedenle topluluklar karşısında tiyatro yeteneğini geliştirmiş, inandırıcı, son derece kararlı bir kişi görünüşüne bürünmüştür Duçe. Geriye doğru eğik başı, canlı jestleri… Bu dış görünüşle bağlantılı olarak bir demagogun konuşma yeteneği de zorunluydu. İleriki yıllarda bütün bu özelliklere bir de dekoratif ve dev yapıtlara olan eğilim eklenince Mussolini artık sadece halkın önüne göz kamaştırıcı bir üniforma ile çıkacaktı.

Ancak bu kendine güvenen Duçe görünüşünün altında onun yeteneklerinden şüphe eden, halktan bir kişinin karakteri yatmaktaydı. Çok seyrek bir eğlenceye giderdi. Yaşayış biçimi sade ve çok düzenliydi. Gün onun için çok erken başlamaktaydı. Yarım saat spor yapar, çoğu kez ata binerdi. Binicilik sporunun yanı sıra çok iyi eskrim yapar, yüzer ve uçak kullanırdı. Bundan sonra işe başlardı. Yemekleri hamur işleri, yumurta, çiğ sebze ve meyveden oluşmaktaydı. Çok seyrek ve çok az et yerdi. Vücudunu dinlendirmek amacıyla haftada bir gün oruç tutmaktaydı. Akşamüstü ise vaktini çocuklarına ayırırdı.

Aslında eğitim ve aile hayatıyla fazla ilgilenmediği halde, çocukları severdi. Geceleyin çocuklarından biri ağlarsa, onu keman çalarak sakinleştirir, uyuturdu. İçlerinden biri hastalanırsa büyük bir korkuya kapılırdı. Çocuklarına daima bir numara büyük ayakkabı alırdı: Bu davranışının ardında kendi yoksul çocukluk günleri gizliydi. Çünkü Mussolini yetişkin bir delikanlı oluncaya kadar çoktan ayağına küçük gelen ayakkabılar giymek zorunda kalmıştı.

Mussolini giyimine fazla önem vermezdi. İleri yıllarda halkın önüne çıktığı zaman giydiği üniforma dışında ne lüks, ne de zenginlik meraklısıydı. Rachele Mussolini, daima çok kıt parayla evi geçindirmek zorunda olduğunu, kocasının fazla harçlık vermediğini söylemektedir. Mussolini çoktan iktidarı ele aldığı zaman bile Rachele’nin bir kürkü yoktu. Sadece birkaç parça mücevheri bulunmaktaydı. Genç Mussolini arkadaşları arasında kötü bağlanmış kravatı, ütüsü bozulmuş geniş kenarlı şapkası ve içine bir yığın gazete tıkmaktan sarkmış cepleriyle dikkati çekiyordu.

Mussolini içki içmeyişiyle tanınırdı. Resmi davetlerde elinde sadece bir şarap kadehi gezdirirdi. İnanç gereği değildi bu alkolden hoşlanmayışı. Şöyle diyordu Rachele: “Beraberliğimizin ilk yıllarında Benito bir gece iyice sarhoş eve geldi ve evdeki eşyaları parçaladı. Ertesi gün ise küçük kızımız Eddo’nın başı üzerine bir daha ağzına alkol koymamaya yemin etti.”

Mussolini’nin sağlığı çok iyiydi. Mide ülseri dışında hiçbir rahatsızlığı yoktu. Hastalıklardan nefret eder, doktorlardan hiç hoşlanmazdı. Ama bir kez de hastalanırsa, çok uysal bir hasta olur, söylenen bütün ilaçları hiç karşı gelmeden alırdı.

Bir başka özelliği ise batıl inançlara olan körü körüne bağlılıktı. Örneğin “kem gözlerin etkisi”nden çok çekinirdi. İspanya Kralı Xlll. Alfons’un kem gözlü olduğu söylentileri üzerine onun Roma’yı ziyaretinden günler sonra bile nazar değeceği korkusuyla şoförünü arabayı her zamankinden daha dikkatli sürmesi için uyarmıştı. Hiç bir zaman on üç kişinin bulunduğu bir sofraya oturmaz, hiçbir zaman önemli şeyleri Cuma günü yapmazdı. 28 Nisan 1945 günü, partizanlar tarafından Comer Gölü kıyısındaki Dongo kasabasında Rachele ve oğulları Mussolini’ye kaçıp kurtulması için ısrar ettiklerinde Duçe gülümseyerek şöyle karşılık vermişti: “Artık hiçbir şey değiştirilemez. Yazgıma sonuna dek sadık kalmalıyım.”

Faşizmin Siyaset Sahnesine Çıkışı

Hitler ve MussoliniSavaştan sonra Mussolini, Interventistlerle birlikte sosyalistlere karşı çıktı. Bu amaçla “Fasci Italiani di Combattimento”  (Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı) adıyla anılan savaş birliklerini oluşturdu. Eski sendikacılar, savaştan sonra işsiz kalmış askerleri aynı çatı altında topladı.

23 Mart 1919’da yaptığı ilk toplantıya 300 dolayında dinleyici ve birliğe kayıtlı 53 üye katıldı. Bu birliğin özelliği, üyelerinin hemen hepsinin aynı cephede dövüşmüş silah arkadaşları oluşuydu. Bu eski muharipler 23 Mart Kongresi’nde bir liderleri olduğunu anlamışlar ve ona “Duçe” adını takmışlardı.

Nisan’da birlik mensupları 200 kişi oldu. Ekim’de 350, ertesi yılın sonunda binin üzerine çıktı. İtalya’nın dört yanında üyeleri görünmeye başlamıştı. Kendilerini göstermek için her fırsattan faydalanıyorlardı. Mussolini birlik arkadaşlarını, bir komutanın savaşta silah arkadaşlarını idare ettiği disiplinle yönetiyordu.  Mussolini bir süre sonra işi eyleme döktü. Fikirle zorbalığı aynı kefeye koyunca, bundan ilk zararlı çıkan ise Avanti gazetesi olmuştu. Nisan 1919’da Avanti gazetesi tahrip edildi.

1921 yılı Duçe için çok faydalı bir devre olacaktı. Bir kısım halk tarafından çılgınca alkışlanan, bir kısmı, tarafından hoş görülen, hükümet ve ona yakın çevrelerce desteklenen Mussolini ve yandaşları gitgide kuvvetleniyor ve ön plana çıkmaya hazırlanıyorlardı. 7 Kasım Kongresine katılan faşistlerin sayısı 120 bin ile 140 bin arasındaydı. Kasım 1921 Faşist Kongresi resmen bir parti haline gelinmesini de kararlaştırmıştı.

Faşistler 1921’de milis örgütü kurmaya başladılar. Bu örgüt ilk olarak Trieste’de kara gömlek giyenlerden esinlenmişti. Kara gömlek, “ölüm pahasına da olsa mücadele” anlamına gelmekteydi. Bu birliklerin kuruluşu hükümet otoritesinin ve kuvvetlerinin yetersizliği ile açıklanmak isteniyordu. Kara Gömlekliler adı verilen birlikler kısa sürede bütün İtalya’da kuruldu. Büyük sanayiciler ve toprak sahipleri de sola karşı bu birliklerin kurulması için gerekli mali desteği sağlamaktaydılar.

Bu gruplar Emilia eyaletinin toprak işçileri gibi kara gömlekler giyiyor, silah olarak yanlarında bir hançer ya da sadece bir sopa taşıyorlardı. Ellerini kaldırarak “Roma selamı” ile birbirlerini selamlıyor, çapraz olarak üst üste konmuş iki iskelet kemiğini askeri simgeleri olarak kabul ediyorlardı.

Mussolini’nin getirdiği yeni akım geleneksel milliyetçiliğe körü körüne bağlanmamıştı. Programındaki sosyal değişiklikler endüstri sahiplerinin aklını çelecek türdendi. Ancak kuruluşunun ilk on sekiz ayında bu yeni hareket pek fazla destek kazanmadı. Devrimci olayların arttığı anda Mussolini sessiz kalmayı tercih etti. Ama D’Annunzio ile birlikte’ işler değişti. D’Annunzio’nun Trieste ve İstra’daki sert yöntemleri halkın dikkatlerinin faşistlerin üzerine toplanmasına yol açtı. Ancak faşistler en büyük desteği 1920-1921 kışı sırasında Po Ovası’nın zengin toprak sahiplerinden elde edeceklerdi.

Buralarda sosyalistler halktan güçlü birlikler oluşturmuşlardı. Bunlar toprak sahiplerine dilediklerini yaptırabiliyorlardı. Bir anlaşmazlık ortaya çıktığında hemen bu birlikler müdahale ediyor ve çalışanların yararına olacak, ancak bazen aşırıya kaçan istekleri yerine getiriyorlardı. Aylarca işverenler devletten çalışma özgürlüğünün sağlanmasını istediler. Bu arada Bologna kentinin milliyetçi yöneticilerinden birinin öldürülmesi, o güne değin fazla destek bulmayan faşistlerin birden sempati toplamalarına yol açtı. Bundan sonra sosyalist gruplarla Kara Gömlekliler arasında amansız bir çatışma başladı. Halkevleri çalışma merkezleri, kültür odaları ve parti merkezleri saldırıya uğradı. Sosyalistlerin liderleri dövüldü ve öldürüldü. Ortaçağın bir iç savaş görüntüsüne bürünmesine rağmen, güvenlik kuvvetleri olaylara seyirci kalıyorlardı.

Artık Mussolini bir lider olmuştu. Her yerde yeni akımın başı olarak ilgi topluyordu. Giolitti bu yeni gücü kullanmaya bir kez karar vermişti. Önce İtalya dış politikasında büyük bir engel teşkil eden D’Annunzio’yu Noel günleri sırasında Fiume’den kovdu. Daha sonra yeni seçimlere gidileceğini açıkladı ve faşistleri devlete sadık partiler safına alarak müşterek bir cephe kurdu. Milliyetçi partilerin tümü bu bloka girdiler. Amacı rakip Popolari hareketini güçsüz kılmaktı.

İtalya’da 15 Mayıs 1921’de genel seçimler yapıldı ve ilk kez “Kara Gömlekliler” 37 vekille parlamentoda koltuk sahibi oldular. Mussolini de Milano’da seçimi kazanarak parlamentoya girdi. 22 Haziran’da Meclis kürsüsünden ilk konuşmasını yaptı. Ama korkutmak istemiyor, yumuşak ve ihtiyatlı konuşuyordu. Bu olayı bir geçiş dönemi olarak gördüğünü Mussolini’nin alkış kasırgası altında Milano’da yaptığı şu konuşma çok iyi ortaya koymaktadır:

Faşistlerin saldırılarından söz ediliyor. Doğru, biz bunun tersini söylemek istemiyoruz. Ancak bize karşı sürdürülen yalan kampanyası sona erince, sadece ve sadece o zaman silâhlarımızı bırakacağız. Ama gerekli olduğu sürece karşıtlarımızın kafalarını hafif ya da kuvvetli okşamaya devam edeceğiz. Yani, ta ki gerçekler onların beyinlerine girinceye dek! Faşizmin dış politika programı tek bir sözle dile getirilebilir: Genişleme politikası! Şimdi size soruyorum Milanolular. Büyük kurbanlar vererek Güney Tirol’u, hakkımız olan Brenner’i elde etmedik mi? Burada da kalacağız. Çünkü biz şöyle düşünüyoruz: Akdeniz, Akdeniz halklarınındır. Coğrafi durumumuz ve halkımızın denizcilik gelenekleri nedeniyle bizim bu yörede öncelik hakkımız var. Bu nedenle burada kalacağız! Biz, Milano halkı! Biz ulusun öncüleriyiz! Biz Rus efsanesinin dillerden düşmediği, uçurumun eşiğindeki İtalya’da bu görevimizi sürdüreceğiz!

Mussolini sözlerini bitirir bitirmez eski Latin Yunan savaş haykırışı “eya, eya, alala” binlerce ağızdan tekrarlanıyor, havai fişekler birbiri ardından ateşleniyordu. Yine hep bir ağızdan savaş marşı “Giovinezza” söyleniyordu.

Gerçekten de Mussolini’nin 9 Kasım 1921′ de “Partio Nazionale Fascista” partisini kurmasıyla yasal bir biçim alan faşist hareket, aslında savaşın barış dönemi içindeki uzantısından başka bir şey değildi.

Siyasal gözlemciler Mussolini’yle beraber İtalya’da komünizmin adım adım gerilemeye başladığına değinmekteydi. Komünistler de yaptıkları şiddet hareketleriyle halkın büyük bir kısmını kaybetmişti. Mussoli’nin İtalyanlara yitirdikleri umutlarını, kendine güven duygusunu, mücadele azmini kazandırdığı gözlemleniyordu.

Bologna olayları için açılan soruşturma sırasında mecliste Mussolini faşizmin cumhuriyetçi yanını işaret etti. Bu arada Popolari, Bolşevik olmayan sosyalistler ve faşistler arasında bir uzlaşma yapılmasını önerdi. Fakat bu öneri aşırı sağdan gelen baskılar sonucunda geri alındı. Öte yandan faşist birlikler Po Ovası’ndaki saldırılarını sürdürüyorlardı. Zengin toprak sahiplerinin desteğini de kazanmışlardı artık. Saldırıları için kamyonlarına gerekli olan benzini onlardan alıyorlardı. Ayrıca para yardımı da görüyorlardı.

Gittikçe varlığı tehlikeye giren devlet ise olayları memnunlukla karşılar bir tutum almıştı. Yöneticilerin birçoğu hâlâ faşistleri gerçek bir tehlike olarak görmüyorlardı. Onların gözünde sosyalistler daha büyük bir tehlikeydi. Cezalandırma hareketleri de bir askeri düzenin içine girmişti artık. Belirli bölgelere ayrılan topraklarda askeri birlikler düzenindeki Kara Gömlekliler dehşet saçmaya başladılar. Sosyalist yöneticiler istifaya zorlandı. Birçok bölge faşistlerin eline geçti. Faşizmi eleştiren Popolari gazeteleri ise yakıldı. Bologna, birkaç günlüğüne savcının istifa etmesi için faşistler tarafından işgal edildi. Bu grupların yoğunluğunu sosyalist derneklerin yıkılmasından sonra işsiz kalan toprak işçileri oluşturuyordu.

Faşistlerin bu ilerlemesi karşısında sol gruplar 1922 yılında “Alleanza del Lavaro” (Çalışanların Birliği) adı altında birleştiler. İşçilerin bu uyanışı ve güçlü bir biçimde faşistlere karşı çıkmak istemesi, endüstri çevrelerinde ve toprak sahipleri arasında kuşku uyandırdı. Bu arada liberaller arasında faşistlere karşı solcu milletvekilleriyle iş yapma düşüncesi yayıldı. Kurulacak antifaşist bir cephenin iktidara gelmesiyle aşırı sağcıların bu yayılmalarının durdurulabileceği kanısı birden ortalığa egemen oldu. Ancak eğilim önce Vatikan’ın, ardından da Giolitti’nin tepkisiyle karşılaştı. Giolitti’nin bu fikre karşı çıkmasında en büyük etkenlerden biri, Mussolini’nin konuşmalarında öne sürdüğü yumuşak düşüncelerdi. Giolitti bu sözlere inanıyordu. Bu arada orta tabakanın bir bölümü Mussolini’nin liberallerle birlikte iktidara gelmesinden yanaydı.

Bu sırada ilk Facta hükümetinin iktidardan çekilmesi tarihin akışını değiştiriverdi. 16 Ekim’de Mussolini, Faşist Parti içinde bir direktuar kurdu. Direktuar’ın amacı ne olursa olsun hükümeti ele geçirmekti. Direktuar’ın üyeleri: Balbo, Bianci, Di Bono ve De Vecci’ydi ki, ilki milis kuvvetlerini, ikincisi sendikaları, üçüncü üye orduyu ve dördüncüsü burjuva sınıfını olmak üzere dört eğilimi temsil ediyordu.

Popolari ve sosyalistler antifaşist bir cephe kurmaya çalışırken faşist birliklerin genç lideri devlete kafa tuttu. Bir gece içinde birkaç bin adamıyla sosyalist kooperatifi taş taş üstüne taş bırakmayacak şekilde yaktı. Hem de güvenlik kuvvetlerinden en küçük bir tepki bile görmeden. Bunun üzerine Alleanza del Lavaro genel grev uygulamasına başvurdu. İçişleri Bakanlığı ise faşistlerin de yardımıyla bu grevi kırdı.

O tarihten sonra İtalya’nın birçok bölgesinde iki ayrı güç göründü. Biri sözde geçerli olan devlet gücü, diğeri ise birçok bölgeyi egemenliği altına almış bulunan faşist güçtü. Birçok yerde sosyalist yöneticiler canlarını kurtarmak için kaçacak delik aramaya başladılar. Mussolini bu sıralarda Giolitti ile pazarlıklarını sürdürüyordu. Onun yanı sıra Balbo ve Bianchi, Roma üzerine yapılacak olan bir yürüyüşün planlarını hazırlıyorlardı. Vatikan, askerler, iş çevreleri ve dört yıldır süregelen başıbozukluktan bıkan halk, Mussolini’nin şu sözlerini duyunca rahat bir nefes alacaklarına inandılar: “Programımız çok basit. İtalya’yı yönetmek istiyoruz.”

Hedefe Varış: Roma’ya Yürüyüş

Giderek genişleyen işgal ve yıldırım hareketleri Bolonya, Ravenna ve Ferrara’da yavaş yavaş askeri bir karakter alıyordu. Mussolini’nin iktidarı, tüm iktidarı istediği artık en küçük köylerde bile bilinen bir gerçekti.

18 Ekim’de Milano’da, Parti Yüksek Kademesi ve şefleri bir büyük gizli toplantı yaptılar. Duçe planını izah etti: Bu plan “Roma’ya Yürüyüş” adını verdiği bir hareketle iktidarı elde etmek amacını güdüyordu. Silah kullanabilecek bütün faşistler gerçek bir ordu düzeni içinde silah altına toplanacak, sonra Napoli’de bir merkez kurularak savaşa hazırlanacaktı. Bu plan, fazla atak hatta delice bir teşebbüs olarak göründüğünden büyük tartışmalara neden oldu.

19 Ekim’de plan tekrar gözden geçirildi ve kabul edildi. Kararlar yarımadadaki bütün faşist merkezlere gönderildi. Merkezlerdeki şeflere, bölgede mümkün olduğu kadar çok faşist militanın silah altında toplanması ve bu hazırlığın çok büyük gizlilik içinde yapılması emredildi.

21 Ekim’de Mussolini büyük Faşist Kongresi bahanesiyle Napoli’ye geldi. Bu, izinli ve resmi bir toplantı olduğundan dikkati de çekmedi.

Mussolini yeni kurulacak hükümette beş koltuk: İçişleri, Dışişleri, Maliye, Milli Savunma ve Deniz bakanlıklarını istedi.

22 Ekim akşamı Kara Gömlekliler Napoli ve çevresinde büyük topluluklar halinde harekete geçtiler. Bunun üzerine Roma derhal bir Korunma Teşkilatı kurdu; yirmi bin kişilik bir ordu General Diaz’ın emrinde başkenti korumakla görevlendirildi.

Bu sırada, 24 Ekim’de ünlü San Carlo Tiyatrosu’nda, “Milli Faşist Kongresi” toplandı. Benito Mussolini kongreye faşist üniforması giymiş olarak geldi. Mussolini o gün iki kez konuştu. San Carla Tiyatrosu’nda büyük arazi sahipleri ve soylu çevreler önünde, “bu güneyin Akdeniz kentinin saygıdeğer geleneğinden” söz ediyor, Piazza del Plebiscito’da 40 bin Kara Gömlekli ve 20 bin işçinin önünde, “eski politik sınıfın gırtlağının sıkılacağını” söylüyordu. Yeni kurulacak hükümette istediği bakanlıklar verilmediği takdirde, bir koalisyona girmeyeceğini söylüyordu. Mussolini ayrıca Kral karşısında tutumunu da kesin olarak açıkladı: “Kanun dışına çıkmaya gereksinim yoktur. Taç, yalnız muhafaza edilmekte kalmayacak, aynı zamanda bizim için etrafında toplanılacak bir sembol olacaktır. Kara Gömlekliler hiç bir zaman, kardeşleri olan askerle bir anlaşmazlığa düşmeyeceklerdir.”

Ertesi gece Vesuvio Oteli’nde “Ölümsüzlük Yürüyüşü” planlarını hazırladı.

26 Ekim günü Mussolini faşistlere genel seferberliği duyurdu. Faşistler aynı gün uzak bölgelerde hemen hiçbir karşı koyma olmadan posta merkezlerini, yerel yönetimlere ait binaları, istasyon ve yol kavşaklarını ele geçirdi.

San Rossere’deki sarayında dinlenmekte olan Kral Emmanuel 27 Ekim’de Roma’ya döndüğünde Facta kabinesi, Roma’daki savaş sonrası son liberal kabine istifa etti. Görevinden ayrılmış İçişleri Bakanının masasına eyaletlerden mesajlar yağıyordu. Bu mesajlarda faşistlerin büyük çapta bir harekete hazırlandıkları, silah fabrikalarını ele geçirdikleri, trenlere el koydukları belirtiliyordu. Her tarafta savaş birlikleri toplanmaktaydı.

Hükümet partilerinin son anda Giovanni Giolitti’ye, altıncı kez başbakanlık yapması için döktükleri diller fayda vermedi. O gün 80. doğum gününü kutlayan yaşlı politikacı bu krizin çözülebileceğine inanmıyordu. Faşistlerin akşamleyin Perugia’dan Roma’ya yolladıkları ültimatom, onun bu görüşünü doğrulamaktaydı: Ya kayıtsız şartsız iktidar olunacaktı, ya da gece yarısı hareket başlatılacaktı.

Şaşkınlık içinde bulunan, istifa ettiği halde görevini sürdüren hükümeti büsbütün şaşırtmak istercesine kısa süre sonra bu kez Milano’dan ikinci bir haber geldi: Mussolini az önce karısı ve kızı Edda ile Teatro Manzoni’ye, bir opera temsili seyretmek üzere gelmişti.

Acaba bütün bu haberler önemsiz miydi? Gerçek bir tehlike yok muydu? Luigi Facta ve Kral Victor Emanuel “denize düşen yılana sarılır” atasözündeki gibi bu inanca bağlanma gereksinimi duymaktaydılar. Mussolini’nin tiyatrodaki locasında sürekli yeni haberleri aldığını ve ikinci perdenin ortalarında Rachele’ye, “Tamam, vakit geldi!” diye fısıldadığını bilmiyorlardı. Bunun üzerine Mussolini ailesi sessizce tiyatrodan ayrılmıştı.

O gece Mussolini’lerin evinde kimse gözünü bile kırpmadı. Ama aynı saatlerde görevi yenisine devredemeyen kabine üyeleri de hiç dinlenememişlerdi. Ülkenin bütün bölgelerindeki Kara Gömlekliler için de durum aynıydı. Perugia’dan dört bir yana telefonla harekata yeşil ışık yakıldı: “Makina dönüyor, kimse onu durduramaz!”

Roma’ya Yürüyüş başlamıştı. 28 Ekim 1922 sabahı güneş yükselirken sayıları 40.000’i bulan Kara Gömlekliler Roma’ya doğru yürümek üzere Napoli’den yola çıkmışlardı. Düzenli bir askeri eğitim almamışlardı, ellerinde güvenilir silah yoktu. Sadece yenice durumda karabinaları ve fişeklerinde kurşunları vardı.

Roma’da ise eski kabine sabahın saat beşinden beri toplantı halindeydi. Facta birdenbire güçlenmiş gibiydi. Emirleri Roma’daki alay komutanlığına eyaletlerdeki valilere, bölgelerdeki askeri komutanlıklara gidiyordu: “Faşistleri tutuklayın!” deniyordu bu emirde. “Yöneticileri tutuklayın, demokrasiyi kurtarın!” Bir yandan da Facta Kralın olağanüstü durum ilan etmesini sağlamıştı. Olağanüstü durum öğlen saat 12’den itibaren yürürlüğe girecekti. Artık kan dökülmesi olanaksız gibi görünüyordu.

Bu saatlerde cephenin çok gerisinde biri sanki olaylarla hiç ilgili değilmiş gibi son derece sakindi. Mussolini gününü evinde ve “Popolo d’İtalia” gazetesinin idarehanesinde geçiriyordu. Öğlen saatlerinde yazı işlerinden biri önüne kralın olağanüstü durum ilânını geri aldığını açıklayan haberi koyduğunda Duçe’nin yüz hatları yumuşadı, dudakları hafif bir gülümsemeyle gerildi. Artık kazandığını biliyordu. Şimdi Kralın son isteklerine de boyun eğmesini ve kabineyi kurmakla kendisini görevlendirmesini beklemekten başka yapılacak bir iş yoktu.

Bu da ertesi gün, pazar günü gerçekleşti. Akşam eve geldiğinde elinde bir telgraf vardı. Karısı Rachele’ye; “Bavulumu hazırla. Biraz çamaşır ve bir pijama koy. Roma’ya gitmem gerekiyor” diyordu.

Mussolini 30 Ekim günü Roma’ya geldiğinde kendisini Napoli’den yola çıkıp Roma’ya ulaşan kalabalık bir grup faşist istasyonda karşıladı. Doğru saraya gitti, orada Kral tarafından kabul edildi. Mussolini’nin kıyafeti hiç de kralın başbakanına yakışır biçimde değildi. Üzerinde haki rengi bir pantolon, yüksek konçlu çizmeler ve kara gömlek vardı.

Kral yeni Başbakanla konuşurken başkent bir ordugâh ve bir panayır alanı görünümündeydi. Tüm ülkeden gelen halk renkli bir görünüşe bürünmüştü. Çoğunun üzerinde yoksul giysiler vardı ve son günlerin yorucu yürüyüşü ve yağmur nedeniyle bu giysileri de perişan bir hale gelmişti. Ama hepsi bu anda yorgunluklarını unutmuşlardı. Akşam saat yedide yeni Başbakan ikinci kez saraya geldi. Bu kez bakanların listesini de birlikte getirmişti. Şimdi üzerinde kiralanmış bir frak vardı. Kabine listesi, Mussolini’nin dış görünüşündeki yumuşamayı yansıtıyordu. 14 bakandan sadece dördü faşistti. Bunlardan biri ise içişleri ve dışişleri bakanlıklarını da üzerine alan Mussolini’ydi

Teslim işlemi tamamlandı ve gerekli belgeler imzalandı. Sonra Mussolini Facta’nın çalışma odasına yerleşti. Saraydan çıkan Mussolini, meydanda kendisini bekleyen büyük halk kalabalığı tarafından delicesine alkışlanıyordu. Duçe oradaki konuşmasında, “Yurttaşlar, birkaç saate kadar bir hükümete değil, gerçek bir hükümete kavuşacaksınız. Yaşasın Faşizm! Yaşasın Kral!” diye haykırıyordu. İlk emri kendi adamlarına verdi. Roma kahramanları gece yarısına kadar evlerine dönmek üzere yola çıkacaklardı. Artık başkent vakit geçirmeden düzen ve sükûna kavuşmalıydı.

Mussolini iktidara geldiğinde, liberal bir tutumla işe başlamak zorunda kaldı; kabinesine sol kanat üyelerini aldı; faşist yazarlar tarafından yeni liberalizmin kurucusu olarak ilan edildi. Mussolini, düzeni birden yok edip, yeni faşist düzeni kurabilmek olanağına sahip değildi çünkü… Başlangıçta, işler yasal bir görünümle yürütüldü. Mussolini yasal yoldan iktidara gelmişti. Krallık müessesesine, senato ve meclise karşı sesini yükseltmedi.

Kısaca, Mussolini ihtiyatlı davrandı. Diktatörlüğün erken gelişi, işçi sınıfının olsun, demokratik ve liberal partilerin olsun, tehlikeli bir biçimde tepki göstermelerine neden olabilirdi. Öyleyse işçi sınıfını uyutmak, ötekilere de güvence vermek gerekiyordu. Kurt, kuzu postuna bürünmüştü! 31 Ekim 1922’den sonra yeni hükümet başkanı, memurlarına şu telgrafı çekiyordu: “Disiplini ve başkasına karşı saygıyı korumalıyız. Hiç bir durumda, kişi özgürlüklerini çiğnememeliyiz.”

Bu taktik amacına ulaşacak ve Mussolini, liberalleri kendi yanına çekmeyi başaracaktı. Bazı safdiller, faşizmin “daha da güçlendirilmiş bir liberalizm” olduğuna inanmaktaydılar. Bunlara göre, faşizmin tek iddiası, demokratik rejime iki noktada çeki düzen vermekti: yürütmenin güçlendirilmesi; otorite ile özgürlüğün uzlaştırılması. Mussolini’nin niyeti ise açıktı: Liberallerin desteğiyle parlamentoda mutlak çoğunluk sağlamak!

Mussolini, 1923 yılı Temmuz ayında parlamentodan yeni bir seçim yasası çıkartmayı da becerdi. Bundan böyle parlamentodaki sandalyelerin 2/3’ü, oyların çoğunluğunu toplayan partiye verilecekti. Yeter ki bu partinin aldığı oylar, toplam oyların yüzde 25’inden aşağı olmasın! Liberaller bu yasayı kabul etmekle kalmadılar; işi 6 Nisan 1924 seçimlerinde faşistlerle ortak liste hazırlamaya kadar vardırdılar. Faşist Parti’nin tüm seçim masrafları büyük sermayenin patronu olan Confindustria tarafından karşılandı. Böylece 1921 yılında yalnızca 37 milletvekili kazanan faşistler, listelerle birlikte 1924 seçimlerinde 535 sandalyeye sahip mecliste 374 milletvekili sokarak büyük bir zafer kazanmışlardı.

Artık önlerinde kendilerini sınırlayacak fazla bir zorluk kalmamıştı. Nitekim sosyalist milletvekili Giacomo Matteotti’nin faşistler tarafından öldürülmesinden sonra, antifaşist cephenin ortak tavır alamaması ve boykot olarak meclisi terk etmesi İtalya’da faşist iktidarın önünü tamamen açtı. 30 Ekim 1922’de Meclis Başkanlığına getirilmiş olan Mussolini, 24 Aralık 1925’te, daha totaliter ve daha geniş yetkilerle donatılarak yeniden başbakanlığa atandı. Mussolini’nin artık iktidarı bırakmaya niyeti yoktu. 28 Nisan 1945’de ayaklarından asılana kadar da iktidarı bırakmayacaktı.

1925-1926 yıllarında, Faşist Parti dışındaki bütün partiler silinip yok oldular. Faşizm, sadece işçi örgütlerine ve partilerine değil, burjuva partilerine, burjuvazinin eski siyasal kişilerine de diş biliyordu. Volpe’nin yazdığı gibi, “liberaller bu süreçte ya faşist oldular, ya da siyasal yaşamın dışına düştüler. Pek çok kararlı muhalif ya kendiliklerinden yurtdışına gönüllü sürgüne gittiler ya da buna mecbur edildiler. Federzoni ve Gentile gibi burjuvazinin eski siyasal kişileri ancak, faşizme iman ederlerse bağışlandılar”

5 Kasım 1926’da bütün muhalefet gazeteleri ve bütün siyasal partiler kapatıldı; faşizmi benimsemeyen bütün siyasal örgütler dağıtıldı. 9 Kasım’da ise 120 muhalif milletvekilinin seçim belgeleri geri alındı. 25 Kasım 1926’da çıkarılan özel bir yasayla, Tribunale Speciale per la Difensa dello Stato (Devleti Savunmakla Görevli Özel Mahkemeler) kuruldu. Bu mahkemeler, hiçbir yasal güvenceyi geçerli saymıyordu.

Totaliter devletin kurulması işi, 9 Aralık 1926 tarihli bir yasayla son biçimi aldı. Bu yasayla Faşist Büyük Konsey, rejimin bütün çalışmalarını düzenlemekle görevli en yüksek organ oluyordu. Büyük Konsey, bütün hükümet sorunlarını sadece bir uygulama organı görevi yapan bakanlar kurulundan önce ele alıp görüşüyordu. Kralın rolü bile, bir imza atıcı durumuna düşmüştü. Gene 1926 yılında ülkelere göç yasağı kondu, bütün pasaport istekleri geri çevrildi; izinsiz olarak sınırı geçmeye kalkışacak olanlar için de, faşist milis kuvvetlerine “vur” emri verildi.

Devleti savunmak amacıyla kurulan olağanüstü yetkili özel mahkemeler 1927-43 yılları arasında 4700 kişiyi mahkûm ettiler. Ardından sendikalar kapatıldı. Grev yapmak yasaklandı. İnsanlara iki seçenek sunuldu. Ya faşist olacaklardı ya da ülkeyi terk edeceklerdi. İşçilere saldırılırken susmayı tercih eden liberaller zamanı gelince kendileri de faşist terörden paylarını alacaklardı.

İtalya’da faşist rejim ancak Mussolini’nin ölümü ile tam olarak sona erecekti.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.