Divan Edebiyatında Sadeleşme Akımı

Din ve medresede okutulan İslami bilimler dolayısıyla dilimize girmeye başlayan Arapça sözcükler yanında İran edebiyatının örnek olarak alınması, vezinde ve edebi anlayışta İran edebiyatı modellerine uyulması yüzünden daha ilk metinlerden başlayarak bu iki dilin sözcükleri Türkçeye girmeye başlamıştır. En eski dini metinlerde bile çok az da olsa Arapça, Farsça sözcükler bulunmaktadır. Din, İslam kültürü ve aruz vezni yüzünden bu yabancı sözcüklerin Türkçeye girebilmeleri için daha başlangıçta kapılar açılmış bulunmaktadır.

Anadolu’da yetişmiş ilk şairlerden Ahmet Fakih, Şeyyat Hamza ulusal edebiyatın etkisinden büsbütün kurtulamayarak hece vezniyle de şiirler yazmışlarsa da daha çok aruz ölçüsünü ve az da olsa Arapça, Farsça sözcükleri kullanmışlardır. Türk dilinin büyük şairlerinden olan Yunus Emre aruzla yazdığı şiirlerinde hatta ulusal hece vezniyle yazdıklarında bile çok az da olsa Arapça, Farsça sözcükler kullanmıştır. Kuşkusuz bu yabancı sözcükler bu eserlerde Türk dilinin güzelliğini ve doğallığını bozacak oranda değillerdir.

Yine XIII. yüzyılda yaşamış ve sanat kaygısıyla din dışı şiirler yazmış olan Hoca Dehhani zevkte ve söyleyişte çok iyi bildiği Farsça yazılmış örneklere benzemek özen-tisini göstermiş, bunda da büyük bir başarı elde etmiştir. XIV. yüzyılda İran modellerinin etkisi altında ve sanat göstermek özentisi ile eser vermiş olan Ahmedi, Kadı Burhaneddin, Ahmed-i Dai gibi şairler İran edebiyatının konularını, mazmunlarını, mefhumlarını edebiyatımıza aktarırlarken Arapça, Farsça sözcükleri ve tamlamaları bir önceki yüzyıl şairlerine göre daha çok kullanmışlardır.

Selçuklular zamanında, önceleri Arapçanın sonra da Farsçanın resmi dil olarak kullanılması yüzünden Türk aydınları yanında Türkçe bilim ve edebiyat dili olarak bir önem taşımıyordu. Beylikler zamanına kadar bu durum sürüp geldi, Arap ve İran dil ve edebiyatlarını bilinmeyen, geleneklerine bağlı Türk beyleri Türkçenin resmi dil olarak önem kazanmasında ve gelişmesinde büyük rol oynadılar. Âşık Paşa’nın,

Türk diline kimsene bakamaz idi
Türklere her giz gönül akmaz idi

diyerek Türk diline kimsenin bakmadığından yakınması Selçukluların İran dil ve edebiyatına karşı göstermiş oldukları aşırı ilgi yüzündendi.

Halkın okuması ve yararlanması için yazılmış olan dini sofiyane, ahlaki, tarihi ve destansı eserlerde ise manzum olsun, mensur olsun, telif olsun, çeviri olsun sade bir dille yazılmış olduklarını görüyoruz. Bir bölüm eserlerin de yalnız baş kısımlarındaki tevhit, münacat ve naat bölümleri özentili bir üslupla yazılmış olmakla birlikte daha sonraki bölümlerin dili oldukça sadedir.

Aruz ölçüsünün Türkçenin yapısına uymaması güçlüğü şairleri Arapça, Farsça sözcükleri ve tamlamaları kullanma kolaylığına yöneltmiştir. İlk eserlerde Türkçe bu yabancı dillere üstün durumda iken gittikçe Arapçanın ve Farsçanın akımına uğramıştır. XV. yüzyılda sanat göstermek özentisi ile din dışı eser veren şairler ve yazarlar üzerinde İran edebiyatının etkisi büyük ölçüde artmış, şairlerimizde İran şairlerinin eserlerine karşı büyük bir hayranlık duyulmaya başlanmıştır.

XV. yüzyıl edebiyat tarihimiz bakımından çok önemli bir devredir. II. Murad, Fatih, II. Bayezit gibi doğrudan doğruya edebiyatla uğraşan şair padişahlardan başka II. Murad’ın emirlerinden Umur Bey, Fatih’in veziri Mahmut Paşa, Sinan Paşa, Ahmet Paşa, Kasım Paşa, Nişanı Mehmet Paşa gibi edebiyatla uğraşan, şairleri, sanatçıları, bilginleri koruyan devlet büyüklerinin yakın ilgileri ile dil ve edebiyat iyice gelişmiş, sayısız eserler yazılmıştır.  Bu yüzyılda saray şairleri üzerinde İran edebiyatının etkisinin büyük ölçüde artması yüzünden Arapçanın, Farsçanın sözcükleri, tamlamaları ve gramer özellikleri geçmiş yüzyıllardakinden daha çok dilimize girmiştir.

Böylece Fatih devrinde bilginleri ve sanatçıları koruyan bir saray çevresinin meydana gelmesiyle nesirde ve nazımda İran edebiyatı örnekleri göz önünde bulundurularak daha büyük bir özentinin başladığı görülür. Fatih’le II. Bayezid sanatçı yaratılışlarım tatmin etmek amacıyla yazdıkları şiirlerinde divan şiiri özelliklerine bağlı kaldıkları gibi Fatih Şehdi’ye, II. Bayezid İdris-i Bitlisi’ye Osmanlı Şeyhnamesini Farsça olarak yazdırmışlardır. İran’dan İstanbul’a gelen şairlere Fatih’in göstermiş olduğu iltifat ve ihsanların o devir şairleri üzerinde nasıl bir tepki yaptığını

Mesihi gökten insen sana yer yok
Yürü var gel Acemden ya Araptan

beyti pek güzel açıklar. Padişahların Farsçaya ve İran şairlerine göstermiş olduğu bu yakın ilgi yüzünden Türk şairleri de İran örneklerine benzeyen eserler yazmakta birbirleriyle adeta yarışmışlardır. Bunun sonucu olarak da Divan Edebiyatı dili Arapça, Farsça sözcükler ve tamlamalar yüzünden çok ağırlaşmıştır.

Divan Edebiyatında Sadeleşme, Şiir Diline Tepki Olarak Doğuyor

İşte divan edebiyatında dilde sadeleşme dediğimiz akım yine bu yüzyılda bu ortam içerisinde şiir diline karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. II. Murad Mercimek Ahmed’e Kabusname’yi açık bir dille Türkçeye çevirmesini emrederken Umur Bey de İksirü’s Saâde’yi Türkçeye çeviren yazara aynı yolda emir vermiş, yazar bunu bütün güçlüğe karşı yerine getirmeye çalıştığını söylemiştir. Bundan başka XV. yüzyılın bir bölük şairlerinde Türkçenin dil ve ifade olanaklarından yararlanma, yerli konulara ve tasvirlere yönelme gibi bir kendi kendini bulma çabasının başladığı görüyoruz.

Bu yüzyıl şairlerinin çoğu şiirlerinde halk tabirine, atasözlerine yer vermek, Türkçe sözcüklerden yapılmış kafiye ve redifleri bol bol kullanmak, yerli tasvirler yapmak suretiyle dilde bir sadeleşme akımı yaratmışlardır. Bu yüzyılının her bakımından önemli bir şairi olan Necati kasidelerinde ve gazellerinde İran şiirini örnek almış, Arapça ve Farsça sözcük ve tamlamaları kullanmış olmakla birlikte hayranlıktan ve taklitten kurtularak kendi kendisini bulmaya çalışmıştır. Âşık Çelebi, tezkiresinde Fars şairlerinin attıkları ayıplama taşlarının insafsız yaralarından Anadolu şairlerini onun kurtarmış olduğunu söyler. Necati Türkçeyi şiir dili olarak işlemek için büyük çaba göstermiştir. Sade beyitleri yanında pek çok kullandığı halk tabirleriyle, atasözleriyle, Türkçe sözcüklerle yapılmış kafiye ve redifleri ile şiirlerine bir sadelik, doğallık ve yerlilik vermeye çalışmıştır.

XV. yüzyılda büyük ölçüde artan İran edebiyatı hayranlığına karşı yine bu yüzyılda başlayan bu kendi kendisini bulma, şiir dilinde sadeleşme ve doğallaşma hareketiyle birlikte İran mesnevi konuları örnek alınmadan yazılmış orijinal mesnevilerin de meydana getirilmeye başladığı görülür. XVI. yüzyılın başlarında yazılmış olan Mesihi’nin Edirne güzellerini öven Şehrengiz’i ile Tacızade Cafer Çelebi’nin Hevesname’si yerli konuları işleyen ilk orijinal mesnevilerdir.

XVI. yüzyılda ise Türk edebiyatı nazımda ve nesirde daha çok gelişmiştir. Şairlere büyük güven gelmiş, imparatorluğun haşmetine uygun değerde eserler ortaya koymuşlardır. İran’la siyasi alanda baş gösteren rekabet edebi alanda da kendisini göstermiştir.

XVI. yüzyılda da yine İran edebiyatından çeviriler yapılmakla birlikte İran edebiyatının etkisi çok azalmıştır. Edebi türlerin her alanında orijinal eserler yaratılmıştır. Fakat orijinal ve yerli özellikler taşıyan bu eserlerde dil her zaman sade değildir. Arapça, Farsça sözcükler gramer özellikleriyle birlikte dile iyice yerleşmiş durumdadırlar. Sanat göstermek özentisiyle yazılmış olan manzum ve mensur bütün eserlerin dili ağır, üslubu çok süslüdür. Ancak menakıpnameler, dini tarihler gibi halk için yazılmış eserlerin ve bazı tarihlerin dili oldukça sadedir. Şiirde tasannu meraklısı olan Baki Arapçadan yaptığı çevirilerin önsözlerini özentili bir dil ve üslupla yazmış olduğu halde diğer bölümlerini daha sade olarak yazmıştır. Hayali, Fuzuli, Nev’i gibi her zaman sanat göstermek kaygısıyla yazmamış olan şairler duygularını dile getirdikleri şiirlerinde, özellikle gazellerinde sade, külfetsiz bir dille yazmışlardır.

Bu yüzyıl şairlerinin şiirlerini içerisinde sade olarak söylenmiş pek çok beyitleri varsa da bu sade beyit ve mısralar şairlik yeteneği ve teknik alışkanlıkla söylenmiştir. Yoksa hiç bir divan şairi için dilde tam bir sadelikten söz edilmez. Divanlarda dil bakımından sade olan mısra ve beyitler daha çok olan yabancı sözcük ve tamlamalarla yüklü beyitler arasına sıkışmış durumdadır.

XV. yüzyılda şiir dilinde başlayan sadeleşme ve yerlileşme hareketi XVI. yüzyılda yalnız iki şairde bilinçli olarak devam eder. Bunlar Tatavlalı Mahremi ile Edirneli Nazmi’dir. Bu iki şair de bütün şiirlerini ve Arapçayı Farsçayı kullanmadan yazmamışlardır. Ancak bir bölük şiirlerinde yabancı sözcükleri hiç kullanmamışlardır. Prof. Köprülü’nün incelemeleriyle ilk defa dikkati çeken bu iki şairin yapmak istedikleri davranış gerçekten çok önemlidir. Ancak bu iki şair sanatçı olarak kişiliklerinin çok zayıf olması yüzünden bu davranışlarıyla edebiyatımızda bir ilgi uyandıramamışlardır. Bu iki şair “Türki-i Basit” denilen aruzla ve yabancı sözcükleri kullanmadan yazdıkları şiirleriyle XVI. yüzyılda dilde sadeleşme akımını temsil etmişlerdir. Ne var ki bu akım XVI. yüzyılda bu iki şairden başka bir taraftar bulamamıştır.

Şeyhülislam Yahya ve Nedim başta olmak üzere daha sonraki yüzyıllarda yetişen şarirlerin Türkçeyi doğallığı ve canlılığı ile kullanmalarının, yine XV. yüzyılda başlayan yerli konulara dönüş hareketinin sonraki yüzyıllarda geniş ölçüde yer almasının divan şiirimizin dilinde az çok bir sadeleşme yaratmış olduğu görülürse de buna güçlü bir sadeleşme akımı denemez.

Böylece divan şiirindeki “Türki-i Basit” denen sade Türkçe akımın XV. yüzyılda başlayıp XVI. yüzyılda sona ermesinin nedenleri şunlar olsa gerektir:

  • Türkçe 3-4 yüzyıldır aruza uygulamakla birlikte, öz Türkçe sözcükler kullanarak aruz ölçüsüyle güzel ve ahenkli şiir söylemek kolay değildir. Fuzuli gibi büyük bir şair bile aruzla şiir söylemenin güçlüğünü duymuştur. İran edebiyatını örnek tutan divan şairlerimiz, İslam dinini ve kültürünü benimsemekle daha ilk yüzyıllarda dilimize girmiş bulunan Arapça, Farsça sözcükleri kullanmakta bir sakınca görmemişler ve kendilerine kolay gelen yolu seçmişlerdir.
  • Divan edebiyatı estetiğine uygun güzel ve ahenkli şiir söylemek İran modellerinde olduğu gibi özenti göstermeyi gerektirir. Bu yüzden şairler “Türki-i Basit” denen basit (herkesin anlayabileceği) Türkçe ile yazmayı küçümsemişlerdir.
  • Mahremi ile Nazmi’nin sanatçı kişilikleri çok zayıf olduğu için “Türki-i Basit”le yazdıkları şiirleriyle edebiyat alanında bir ilgi yaratamamışlar ve başka şairlerde bu yolda bir heves uyandıramamışlardır.

Kaynak: Türk Dil Kurumu’nda 30 Nisan 1965 yılında verilen konferans metninin özetidir. Tam metin TDK Yayınları, “Dil Yazıları I”de bulunmaktadır.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.