Haçlı Seferleri Nasıl Başladı?

XI. yüzyılın sonlarında, Bizanslılar ile Araplar hâlâ tüm Anadolu’da egemenliklerini sürdürmekte idiler. Makedonya hanedanının o parlak günlerinden sonra V Mihail Kalafati’nin savaşları ile Monomahos’un dinsel başkaldırısı ve Kilise’den kopması, Zoi’nin egoist ve anlamsız davranışları ve de “Askeri” lâkabıyla tanınan VI. Mihail’in beceriksizlikleri nedeniyle Bizans Devleti güç ve huzursuz yıllar yaşamıştı.

Ne var ki, Komnenos hanedanının Konstantinopolis’te yerleşmesinden sonra bütün bu kahredici olaylar zinciri gerilerde kalmıştı. Halk yeni hanedanın cesur ve muktedir imparatorlarını görerek Anadolu Hıristiyanlığı için verimli bir çağın başlamakta olduğunu hissediyor ve yazgının Doğu Hıristiyanlarının eski ve şanlı imparatorluğu için pek çok şerefli günler hazırlamış olduğunu anlıyordu.

Her ne kadar daha o günlerde bile bir gerileme devresine girmiş bulunsalar da uçsuz-bucaksız bir devletin hâkimi durumunda olan Araplar, hâlâ Bizans’ın karşısında önemli bir güç olarak tarih sahnesinde kendilerini göstermekte idiler.

Selçuklu Türkleri de o sıralarda Anadolu’nun içlerine kadar tüm ağırlıkları ile sarkmış ve Arap mirasının önemli bir kısmına el koymuş olmalarına rağmen; Mezopotamya’nın büyük bir kısmı ile Arabistan’ın tümünü, Mısır’ı, Kuzey Afrika ile İspanya’yı ellerinde bulunduran Araplar her zaman Bizans için güçlü bir tehlike oluşturmakta idiler. Bununla beraber, Bağdat Abbasileri, Mısır Fatimileri ve İspanya Emevileri tarafından çeşitli devletler halinde bölünmüş olmaları nedeniyle, bir zamanlar tüm dünyayı fethetmelerini sağlayan o eski birliklerini kaybetmiş bulunuyorlardı.

Ancak, siyasi rakip durumunda olsalar da Doğu’da Hıristiyanlar ile Müslümanlar uygarlık ve ilerleme yolunda kusursuz bir uyum içinde bulunuyorlardı. O yıllarda Doğu memleketlerinde sanat ve edebiyat tüm parlaklığı ile ışıldıyor ve insanlık için devrin bütün önemli güzelliklerinin tükenmez kaynağı oluyordu.

Sözünü etmiş bulunduğumuz bu iki narin, uygar ve de olağanüstü uyumlu ırki sarmallanmalardan uzakta kalmış Frenk Avrupa’sı, o yıllarda Batı’da egemen olan barbarlığın ve karanlık bilgisizliğin ağır ezikliği altında kıvranarak, bu durumdan kendini kurtaracak bir çıkış yolunu arıyordu. Batı’da ne edebiyat, ne sanat, ne de sosyal kurumlar bulunduğu gibi kanun ve yönetsel işlem kavramları da oluşmuş değildi. Basit halkın ensesine çöreklenmiş ağır feodal nizam, halkın, geçici ve anlık efendiler altında ezilmesine ve kahredici bir umutsuzluğa sürüklenmesine neden oluyordu.

O dönem Avrupa’sının örgüsünde oransal bir ağırlığı olan tek kurum, Papa’nın egemenliği idi. Ancak, bu da güçlülerin çıkar dengeleri ile çevredekilerin kurnaz aç gözlülüklerine dayandığı için halkta saygı hissini yaratacağına ürkeklik ve korkuya yol açıyordu. Anlaşılıyor ki, Batı Avrupa’sı, o sıralarda dünyayı sarsan olaylara müdahale edebilecek herhangi bir girişimde bulunmasına olanak verecek ne manevi unsurlara ne de herhangi bir siyasal kurumlaşmaya sahipti.

Buna karşı, gerek Doğu gerekse Batı’da Bizans adının ve de imparatorluğun ağırlığı büyüktü.

Her ne kadar, Batılılar, 1054 yılındaki Papa tarafından aforoz edilme (kiliselerin ayrılması) olayına hep nefretle bakmış iseler de, Bizans görkeminin neden olduğu korku, kendilerinin herhangi bir öç alma girişiminde bulunmalarına engel oluyor, Tanrının koruması altındaki kente saldırma olasılığını ortadan kaldırıyordu.

Aynı şekilde, Batılıların Müslüman Araplara karşı duymakta oldukları hislerin daha dostça olduğunu söylemeye olanak yoktur. Araplara karşı duymakta oldukları dinsel nefretin yanında Ortodokslara göre onları daha zayıf ve az tehlikeli olarak görmeleri de, besledikleri hınç ve kini arttırmakta idi. Arapların Batı memleketlerine karşı yapmış oldukları tahkir edici ve küçültücü akınların acılarını, Avrupalılar bir türlü içlerine sindirememekte idiler.

Haçlı Seferlerinin Temel Nedeni: Kör Fanatizm

Demir zırhlar içindeki korkusuz Arap emirlerinin Fransa, İspanya ve Sicilya’daki zaferleri anılarda öylesine canlıydı ki, Papa’nın kendisi de Müslüman orduların Roma’nın kapılarına dayanıp önceki papaları vergiye bağlamış olduklarını panik içinde hatırlamaktaydı. Batı’nın nefreti, yıllarca Frengistan’a korku salmış, ancak şimdi bir dereceye kadar zayıflamış gibi görünen bu “İsa düşmanı Müslümanlar”a karşı odaklaşıyor ve patlayacağı bir neden arıyordu. Kendileri fakirlik içinde boğulurken Doğu’nun zenginliği ve ihtişamı gözlerini kamaştırıyor, bir gün Doğu’nun bu servetini ele geçirecekleri günü iple çekiyorlardı.

Bununla beraber, XI. yüzyılın sonlarına doğru Doğu’ya ve İslâm’ın “ulaşılmaz” yuvasına karşı Katolik dünyanın bir saldırıya kalkışmış olması, inanılmaz derecede cesur bir eylem olarak kabul edilmiştir.

Bu “akılsız” hareketin gerçekleşebilmesi için, bilinen ve mûtad insani dürtülerin de ötesinde, milyonlarca insanın kör fanatizmi ile bağnaz inancının harekete geçmiş olduğunu görmekteyiz. Ve böylece, İsa düşmanlarına karşı savaşmanın ve de yıkım ile kan dökmenin “Tanrı isteği” olduğunu iddia eden birkaç meczubun hezeyanlı bağrışmalarına kapılıp giden milyonlarca insan ayaklanıp çılgın bir hareketi başlattılar. Tarih, bu akımlara Haçlı Seferleri adını vermiş. Avrupa da, bunları gururlu bir kendini beğenmişlik içinde, tarihinin en şerefli sayfalarında kaydetmiştir.

Avrupalılar, kişi ve de millet olarak, kendilerini Haçlıların ahfadı olarak görürken de, “dedelerinin imansız Araplar ile savaşmış olmaları” nedeniyle kendilerini diğer insanlardan üstün gördükleri gibi, tüm insanlığın ve de Tanrının kendilerine sonsuza kadar minnet duymaları gerektiğine inanmaktadırlar.

Böylece de Batı, o seferlerin en önemsiz bir ayrıntısına dahi saygı ile bakmaya kendisini şartlandırmış olmakla, pek çok tahrif ve yalanları da bilimsel bir havaya büründürmüştür! Sonuçta da, çıplak ve trajik gerçeğin ikiyüzlü bir yalanlar yumağı ile sarmallanıp olduğundan bambaşka bir şekilde takdim edilmesi sağlanmış oldu. Ancak bu gibi olaylarda sıklıkla görüldüğü gibi, kişilerin egoizmaları öyle istiyor diye, bilimsel gerçeğin göz kamaştırıcı ışıltısının örtülmesine imkân yoktur.

Tüm tarih gelişimi içinde, kendilerini insan olarak kabul eden kimseler için, Haçlı Seferleri’nden daha aşağılık, daha barbar ve daha sefil bir devir yaşanmamıştır.

Haçlı Seferleri bütün Avrupa’nın en ağır bir ayıp lekesi olarak karşımıza çıkar. Ve de, asil ve uygar Araplarla savaşları sırasında o necip ve ünlü kenti harabeye çevirirlerken o görgüsüz Batı şövalyelerinin, tüm cehaletlerine rağmen kendi içlerinde bulunması beklenen o en basit insani erdemden dahi mahrum oldukları görülmüştür.

Haçlı Seferleri Avrupa tarihinin en karanlık ve ayıplarla dolu sayfalarını oluşturmaktadır.

Gerçekten de, vicdan sahibi birkaç Avrupalı tarihçinin bu hususu belirttiklerini ve olaylardan açık yüreklilikle söz etmiş olduklarını görmekteyiz.

Ne var ki, resmi tarihin, “ideal bir amaç” mazeretinin arkasına sığınarak, en aşağılık dürtülerle kişisel arzularını tatmin etmekten başka bir şey yapmamış olan o kana susamış serseri güruhunu hâlâ defne taçları ile onurlandırmakta olduğunu görmekteyiz.

Kudüs'ün Fethi

Avrupa’da Hıristiyanlığın resmi din olarak kabulünden ve özellikle Charlemagne’ın Halife Harun el-Reşid ile diplomatik ilişkilerde bulunmaya başlamasından sonra, Batı Avrupa’da dindar hacılardan oluşan ve İsa’nın Kudüs’teki mezarını ziyaret amacını güden kervanların tertiplenmekte olduğunu görürüz.

Bu kervanlar daima kalabalık bir hacı kafilesinden oluşmakta idi.

Beşyüz, bin, iki bin hatta yedi bine ulaşan bu mümin kafileleri, başlarında bir-iki papaz veya piskopos olduğu halde, bir bilgisizlik lâkaydîsi içinde bu tür zorlu gezilere katılırlardı.

Ancak, bu gezilerin genelde kahredici bir başarısızlıkla sonuçlandığı da bir gerçektir.

Akla hayale gelmeyecek güçlükler, büyük masraflar, bilinmeyen hastalıklar, eşkıya baskınları, fırtınalar ve kavgaların bu karmakarışık kitleleri, çoğunlukla daha amaçlarına bile varmadan darmadağın ettiklerini görürüz.

Sonunda, bu tür seyahatler öylesine güç ve yorucu bir hal almışlar ki, Katolik din adamları, İsa’nın Mezarı’nın ziyaret edilmesini ağır bir günah veya suçun işlenmesi durumlarında, Kilise düşmanlarına tatbik edilecek dini açıdan resmi bir ceza olarak vaz etmişlerdir. İşte, bu suretle, Kilise de bu dini bütün (!) kararı ile kendi düşmanlarından kurtulmuş oluyordu.

Görülüyor ki, bir taraftan da her yıl Kilise tarafından bu şekilde cezalandırılmış binlerce günahkâr ve suçludan oluşan güruhlar tertiplenmiş olmakla, Kutsal Mezar’ı tavaf edenler de eksilmemiş oluyordu. Ama kolayca anlaşılıyor ki, böylesi bir insan çöplüğünden oluşan bu Hıristiyan kervanlar, aslında, kendi yaşamları pahasına cehennem ateşi ile zebani mızraklarından kurtulabilecekleri umudu ile hareket eden birer eşkıya çetesinden başka bir şey değillerdi. Ortaçağ Avrupa toplumu çöplüğünden oluşan ve her yıl yola çıkan bu iğrenç kervanlar, geçtikleri her memleket için gerçek birer sosyal yara ve tehlike oluşturuyorlardı.

Devlet kuruluşu açısından kusursuz özellikler gösteren ve uygar bir toplum olan Arapların egemenliği boyunca Suriye’de durum o kadar da vahim görünmüyordu.

Kudüs’e genellikle binlerce küstah, tehlikeli, terbiyesiz, her an kavga çıkarmaya hazır kimselerden oluşan hacı grupları geliyor ve orada, yörenin efendileriymişçesine, hoşgörülü Arapların sakin denetimi altındaki sokaklarda bağrışıyor, ellerinde flamalar olduğu halde davullar ve borularla dinsel törenler ve gösterilerde bulunuyorlardı.

Ne var ki, Suriye’de Arapların yerini Türkler aldığında, işler tamamen değişti. Yörenin yeni efendileri bir taraftan hacılardan vergi almaya başladıkları gibi, o terbiyesiz ve kendini bilmez hacıların Kudüs’te aylarca kalmalarını önlemek amacıyla ellerinden geldiğince güçlük çıkarmaya başladılar. Bu suretle de, yılların geçmesiyle, Kudüs’teki hac görevinin yerine getirilmesi daha da güçleşiyor ve tehlikeli bir hal alıyordu.

Fakat hacca gitmenin giderek daha tehlikeli bir hal almasıyla beraber, zamanın din çevrelerinde o görevi gerçekleştirme arzusu da artıyor ve sonuçta gerçek inananlarla günahlarından arınma gayesi ile İsa’nın Mezarı’nı ziyarete kalkışan canilerin birleşip çılgın bir fanatizm yumağını oluşturdukları görülüyordu.

Suriye’nin ve Anadolu’nun Türklerin eline geçmesi Bizans için de büyük bir yıkım olmuştu. Araplardan çok daha iyi savaşan bu yeni ırk kısa sürede Anadolu’nun büyük kısmını ele geçirmiş ve neredeyse Bizans’ın kutsal başkentine kadar dayanmıştı. Yapılan savaşlar göstermişti ki, Bizans’ın bu yeni düşmanı kendi başına Anadolu’dan atması olanaksızdı. Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos Türkleri, Anadolu, Suriye, Filistin ve Akdeniz’den atmak için Avrupalıları bir sefer düzenlenmesi için kışkırtıyor ve bir taraftan Papa’dan yardım istiyordu. Türklere karşı olası bir Haçlı Seferi’nin en büyük destekçilerinden biri olan Bizans’ın bilmediği ise, düzenlenecek olan bu seferler sırasında Müslümanlardan sonra en büyük zararı görecek olanın kendilerinin olmasıydı. Başkentleri bu seferler sırasında bağnaz Hristiyan kitleler tarafından yağmalanacak, evleri ve tapınakları ateşe verilecek, binlerce kişi öldürülecekti.

Keşiş Pierre Adında Bir Fanatik

Keşiş PiyerHaçlı Seferleri’nin nedenlerinden bahsederken, bu çılgın fanatiklerin arasına karışan, başından geçen birçok talihsiz evlilik aksilikleri sonunda manastır yaşamını tercih eden emekli bir askerin  adını anmamak olmaz. Kendisi çılgıncasına fanatik, ölçüsüz, mütecavizdi. Adının Pierre olması nedeni ile tarih kendisine “Keşiş Pierre-Pierre l’Hermite” lâkabını vermiştir. Bir önceki hac ziyareti sırasında oradaki Müslümanlarca kötü muameleye uğradığı söylenen bu zat, İslâm’a karşı düşmanlık hezeyanlarıyla dolu bir halde dönmüştü. Keşiş Pierre, Tanrı’nın kendisiyle görüşüp İsa’nın Mezarı’nın Arapların günahkâr mevcudiyetinden temizlenip kurtulması için tüm Katolik dünyasının İslam’a karşı savaşması gerektiği hususunda tebliğ vermiş olduğu yönündeki varsam ve sanrılarını etrafa yaymaya başlamıştı. Biraz sonra da, aynı hezeyanların etkisi altında Roma’ya- giderek Papa II. Urban’ın ayaklarına kapanmış ve bu Tanrısal görevin yerine getirilmesi hususunda kendisine dua etmesi ve yardımlarda bulunması için yalvarmıştır.

Papa onu kabul etmiş ve kendisinden dualarını esirgemediği gibi, Tanrı tarafından verilmiş bulunan bu kutsal görevin gerçekleştirilebilmesi için de istediği yerde dolaşarak halka gerekli telkinlerde bulunmasına da izin vermiştir. Beklendiği gibi, keşiş hemen yola koyulup Fransa, İtalya ve Almanya’da dolaşmaya başlamış ve oralarda yaptığı konuşmalarla da, İsa’nın Mezarı’nın kurtulması konusunda halkı harekete geçirmeye başlamıştır.

Keşişin köpük dolu ağzından dökülen coşku, gözyaşı, beddualar, dualar ve de histerik gösterilerle dolu konuşmaları, Ortaçağ Avrupası’nın cahil kitleleri üzerinde korkunç bir etki yaparak onları köklerinden sarsmıştır. Artık herkes Keşiş Pierre’i Tanrı tarafından görevlendirilmiş seçkin bir kimse olarak görüyor, bağrışmalar eşliğinde çılgına dönüyor ve bütün bunların sonunda da, macera peşinde koşan o serseri, kutsal bir güç ve vahiy ile taçlanmış bir peygamber olup çıkıyordu.

Pierre’in o ateşli konuşmalarının etkisi ile her geçen gün çoğalıp güçlenen bir halk hareketi ortaya çıkınca, zamanın devlet büyüklerinin dikkatleri de o yöne çekilmiş oldu.

Cahil Katolik güruh tarafından oluşan böylesine geniş bir hareketin gerek kendisine gerekse dini çevreye birçok faydalı sonucu beraber getireceğini gören Papa da, konuyu inceleyip, müminlerin dinsel arzularını gerçekleştirebilmesi için önce İtalya ve sonra da Fransa’da geniş bir toplantının tertiplenmesi kararına varmıştı. Kuşkusuz, düzenlenecek bir Haçlı Seferi en çok Katolik Kilisesi’nin işine yarayacaktı. Düzenlenecek bir Haçlı Seferi ile Papa, kendisinden zaten yardım isteyen Ortodokslar (Bizans) üzerinde siyasi egemenlik kuracağını hesaplıyor, Papalığın görüşlerini benimsemeyen “Heretik” Doğu Hıristiyanlarını denetimi altına alacağını düşünüyordu. Ayrıca Kudüs gibi kutsal bir kentin geri alınması gücüne güç katacaktı.

Böylece, 19095 yılında Fransa’nın Clermont şehrinde İkinci Büyük Sinod toplanmıştır. Doğal olarak, bu Sinod’da başroldeki hatip olarak gene meşhur Keşiş Pierre’i görmekteyiz. Konuşmalarındaki sürükleyici güç ve yobazlığının inandırıcılığı ile kişiliğindeki marazi coşku binlerce insanı öylesine etkilemişti ki, İsa’nın Mezarı’nın kurtarılması gayesi ile kendi yaşamını bir an önce feda etme arzusu etrafında örülen kitlesel bir deliliğin ifadesi olarak “Tanrı böyle istiyor – Dieu le veut!” sesleri semalarda yankılanıp durdu. Papa da tüm Hıristiyan alemini Kudüs’ü ve doğu topraklarını ele geçirmek özellikle havarilerin yaşadığı yerlerin ve onlara ait kalıntıların Sarazen Müslümanlardan temizlenmesi için yapılacak kutsal savaşa davet etti.

Ve tüm bu güruh, kökleşmiş kararlılığını vurgulamak için, kalın çuha kumaşından haçlar keserek elbiselerine iliştiriyor ve bu nedenle de kendilerine “Haçlılar” lâkabını uygun görüyordu.

Halkın o sıralarda göstermekte olduğu coşku ve heyecanın tarifi mümkün değildir. Kitlesel bir deliliğe yakalanmış insanlar… Bunların zekaca en geri olanları ancak bu suretle Cennet’e gidebileceklerine inanırken, bir kısmı da gidecekleri o bilinmez memleketlerde kolaycasına zengin olup döneceklerine, bazıları da kendilerini istismar eden feodal toplumdaki efendilerinin gaddarlığından ancak bu suretle kurtulabileceklerine inanmakta idiler.

Haksızlığa uğramış, toplumdan dışlanmış, bir zamanlar sahip oldukları zenginlikleri yitirmiş ve de zarara uğramış bu büyük kitle, Hıristiyanlığın iyiliği uğruna giriştikleri böylesine kutsal bir amaç nedeniyle tüm umut ve beklentilerinin gerçekleşmesini tamamen doğal bir hak olarak görüyor, bu durum da, Tanrısal görevlerine duydukları sadakati bir kat daha arttırıyordu. Derin bir taassubun karanlığında boğulan cahil kitlelere göre cennete gitmenin tek yolu Kudüs’ü ziyaret etmekten geçiyordu. Kudüs’e ulaşamasa bile, İsa yolunda savaşırken ölen birisi cennet dışında başka nereye gidebilirdi ki? Şimdi ise bekledikleri cennet fırsatı kendi ayağıyla karşılarına çıkmıştı…

Asiller ve burjuvalar, efendiler ve köleler, papazlar ve keşişler, kadınlar ve çocuklar delicesine bir arzu ile Haçlı Seferleri’ne katılmak için çabalıyorlardı.

Bu gelişmeler sonucunda, seferin masraflarını karşılayabilmek için herkes varını-yoğunu yok pahasına elden çıkarmaya çalışıyordu. Geniş araziler, şatolar, mücevherler, atlar, hayvan sürüleri, elbiseler… Her şey yok pahasına satılıyordu. Herkes, bir an önce hazırlıklarını tamamlayıp ilk seferde kendisine de bir yer ayırabilmekten başka bir şey düşünmüyordu. Cahil halk güruhlarının Haçlı Seferleri’ne katılmasını anlamak kolaydı. Peki soyluların sonu bilinmeyen Haçlı Seferleri’ne katılmasının nedeni neydi? Bu sefere katılacak soylular için öncelikli amaç maddi çıkarlar ve yeni topraklara sahip olmaktı. Elbette diğer nedenleri de gittikleri yerde kendilerine şöhret kazandıracak işler yapmak ve adlarını tüm Hristiyan alemine duyurmak, ayrıca bitmek bilmeyen serüven tutkularıydı.

Gerçek bir kitlesel delilik Avrupa’yı sarmıştı.

Bu suretle de, kısa sayılabilecek bir süre içinde 1.300.000’i aşkın kalabalık bir güruh 1096 yılında Filistin’e doğru hareket etmeye hazır bir hale gelmişti. Birinci Haçlı Seferi ve Avrupalıların utanç serüveni başlıyordu…

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.