II. Abdülhamid ve Panislamizm

On dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılların başında ortaya çıkan Panislamizm ya da İttihad-ı İslam hareketinin temel amacı Batılı devletlerin Osmanlı’ya müdahalelerine karşı durabilmek için İslam’ın birleştirici gücünü yeniden ortaya çıkarmaktı. İdeolojik açıdan İslam uygarlığının temel değerlerine ve geleneklerine yeniden sarılmak, İslam Birliği olarak nitelendirilebilir. Politik açıdan ise II. Abdülhamid’in Batılı devletlerin Osmanlının içişlerine fazlaca karıştığı bu dönemde bu saldırılara karşı halifeliğin güç ve konumundan faydalanarak karşı durmak için yaşama geçirilmiştir.

Panislamizm ilk olarak Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Osmanlı Devleti’nin kendi toprakları dışındaki, özellikle Kırım’daki Müslümanlar için dini yargı hakkını talep etmesiyle tarih sahnesine çıkmış, Tanzimat Döneminin sonlarında milyonlarca Müslümanın Rusya ve yeni bağımsızlığını kazanmış Balkan devleti tarafından etkilenmesini engellemek için geliştirilmiştir.

Birçok bağımsız Müslüman devletinin ortadan kalkması ve bunların Avrupa imparatorlukları tarafından ele geçirilmesiyle, Osmanlı’nın diplomatik cephaneliğinde Halifeliğin nüfuzu yararlı bir silah olarak düşünülmüş ve Avrupalı güçlerin kendi bölgelerinde anlaşmazlık çıkarmasın diye Abdülhamid’e yaptığı baskıyı ortadan kaldırmak için kullanılmıştır.

Abdülhamid’in Panislamcı politikayı içtenlikle benimsemesinin birçok nedeni vardı:

  • Geçmiş edinimleri onu dindar bir insan yaptı ve İslam’ın resmi gereklerine uymak için din gücünün yeterli derecede huşusu içinde olma gerekliliğini hissetti.
  • Halife olarak Sultan’ın etrafında oluşturulacak İslam birliği fikrinin, Osmanlı’nın gücünden kuşku duymak için nedenleri olan Müslüman tebaasının desteğini artıracağını düşündü.
  • 1870’lerde Türkler imparatorluktaki diğer gayrimüslim gruplara göre sayıca ve servetleri bakımından azalmaktaydılar. Belki de Abdülhamid’in Müslümanları imparatorluğa girmek için teşvik etme, halifelik pozisyonunun üzerinde durma ve Panislamcı siyaseti kabul etme politikaları Türk maneviyatını arttırmak ve İslam’ın yayılmasının kehanetlerini gerçekleştirmek için planlanmıştır.
  • Panislamcı siyaseti kabul etmesinin bir diğer nedeni de imparatorluğu karışıklığa sürükleyebilecek bir tehdit olan diğer kültürel faktörlerin çeşitliliğine karşı dini birliği vurgulamak istemesiydi.
  • Ayrıca Avrupa’nın saldırı ve kontrol teşebbüslerine engel olmak için kullanılabilecek bir vasıtaydı.

1800’lerin başında Osmanlı İmparatorluğu bir kısır döngü içerisindeydi: Rusya tehlikesini bertaraf edebilmek için her şeyden önce askeri reforma ihtiyaç vardı. Bunun için para lazımdı. Para bulabilmek için ise mevcut toprak ve dolayısıyla vergi sistemini değiştirmek gerekiyordu. Bunları değiştirebilmek için ise genel bir siyasi-idari düzenlemeye ihtiyaç vardı. Hiçbir ayan sahip olduğu yetkileri kendi rızasıyla merkezi idareye devretmeyeceğine göre, bunu sağlayabilmek için de yine güçlü bir orduya ihtiyaç vardı!

Oysa 19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti iki büyük tehlikeyle karşı karşıyaydı: Rus askeri tehdidi ve gayrimüslim milliyetçiliği/ayrılıkçılığı. Rusya, seferberlikte bir milyona yakın asker çıkarabiliyor ve her istediğinde Edirne’ye kadar gelebiliyordu. Bu tehdidi Osmanlı ordusunun, hele Yeniçeriliğin ilgasından sonraki yeniden yapılanma döneminde, karşılayabilmesi mümkün değildi.

Osmanlı’nın bu durumda yapabileceği bir tek şey kalıyordu: o da devletin bekasını diplomasi yoluyla sağlamak. İşte bu nedenle Tanzimat devlet adamları mahir bir diplomasi uygulayarak, Rusya karşısında İngiltere ve Fransa’ya dayanan bir politika izlediler. Dış politikada ellerindeki tek araç diplomasiydi. Bu siyasetin meyveleri Kırım Savaşı’nda alındı. Bu da ikinci kuşak Tanzimatçıları siyasetlerinin haklılığına inandırdı. Mevcut politikanın doğruluğu hakkındaki kanaatlerini iyice pekiştirdi.

Bir Tepki Olarak Panislamizm

Ancak 1860’ların sonlarına ve 1870’lerin başlarına gelindiğinde Balkanlarda ayrılıkçı ayaklanmalar tekrar baş göstermeye başladı. Kırım Savaşı sonrasında oluşan siyasi, sosyal ve iktisadi yapı 1871’den, Ali Paşa’nın ölümünden, itibaren oluşan iktidar boşluğunun da etkisiyle bir kriz içine girdi ve giderek iflas noktasına geldi.

Son çözüm parlamento ve anayasa idi. Bir başka deyişle, siyasi eşitliğin sağlanması. Böylece Batı’daki aynı kurumlar Osmanlıya da taşınmış olacak, artık gayrimüslimlerin ayaklanması için hiçbir sebep kalmayacaktı.

Bu havanın o dönem Osmanlı İmparatorluğu’nda yeni oluşmakta olan kamuoyuna yansıması iki şekilde oldu: Batı aleyhtarlığının ve İslami duyarlılığın artması. Bunun iki temel boyutu vardı: Bir kere, genel olarak Türk dünyasına, Orta Asya ve Kafkasya Türk Müslümanlarına duyulan ilgi arttı. Birtakım diplomatik (hatta askeri) münasebetler başladı. Bu bölgeyle ilgili kitaplar basılmaya, gazete ve dergilerde dizi yazılar yayınlanmaya başladı. Bu zaten var olan Rusya karşıtı havayı büyüttü. İkinci olarak, Avrupalı devletlerin sömürgesi altında yaşayan dünya Müslümanlarına ilgi arttı. Aynı şekilde, Hindistan, Açe-Sumatra, Güney ve Kuzey Afrika’daki Müslümanlarla ilgili kitaplar basıldı, gazete ve dergilerde dizi yazılar yayınlandı, heyetler gidip geldi. Bu da Batı karşıtı söylemi besledi.

Sonuçta, Rus Panslavizm’ine ve Batı emperyalizmine karşı neden Panislamizm olmasın görüşü ağırlık kazanmaya başladı. İç politikada da, “yeter artık çok taviz verildi” ve “Müslümanlar ihmal edildi” görüşü “İslami vatanserverlik” olgusunu geliştirdi. İşte Abdülhamid’in Panislamizm politikasının iç ve dış boyutlarının köklerini bu dönemde aramak gerekiyor.

Hiç şüphesiz Panislamik söylem bizzat Abdülhamid tarafından belli zamanlarda kullanılmıştır. Fakat bu genellikle manevi/kültürel düzeydedir: Madalya vermek, huzura kabul etmek, atiye vermek, maaş bağlamak vb. Bütün bu emarelere bakarak Batı, Panislamizm’i tabii ki büyük bir tehdit olarak algılamış, bir tehdit olarak ciddiye de almıştır. II. Abdülhamid ise tüm Panislamizm politikası boyunca sömürgeci devletlerle doğrudan karşılaşmaktan kaçınmıştır. Çünkü cihadın yalnızca adı olan bir güç olduğunun farkındadır. Bu düşüncesinin en belirgin kanıtlarından biri kızı Ayşe Osmanoğlu’nun anılarında anlattıklarıdır:

Babam, Birinci Umumi Harbin safhalarını büyük bir üzüntü içinde takip ediyor, Rasim Bey ile de konuşup tamamlayıcı malumat almak istiyormuş. Gazete havadislerini bazen hayret, bazen üzüntüyle okuyor, pek müteessir oluyormuş. “İki gemi için (Goeben ve Breslau) feda olduk. Üç büyük devlete karşı bu harbe girmemiz akıl karı değil. Vahim bir neticeden pek korkuyorum,” diyormuş. Bir kaç defa da, “Nasıl olur? Bu bir deliliktir,” demiş. Cihat ilan olununca babam büsbütün şaşırmış ve “Cihadın kendisi değil, fakat ismi bizim elimizde bir silahtı. Ben bazen sefirleri tehdit etmek istediğim vakit, ‘Bir İslam halifesinin iki dudağı arasında bir kelime vardır. Allah bunu çıkartmasın’ derdim. Cihat bizim için ismi olup da cismi olmayan bir kuvvetti. Bunun altından nasıl çıkacaklar, İngiltere buna aldanacak mı?” diyerek teessürlerini bildirmiş.

II. Abdülhamid ve Çinli Müslümanlar

İslam Birliği politikasıyla II. Abdühamid nüfuzunu dünyanın her bir köşesine hatta Çin’e kadar ulaştırmayı hedeflemiştir. Zaman zaman Sultan Çin’deki Müslümanları kendi çıkarları doğrultusunda buyruğu altına alabilmek için Çin’e resmi bir heyet ve gizli ajanlar göndermiştir.

O zamanlar Çin’de en abartılı istatistiki veriye göre bile 150.000’den az Avrupalı vardı. Çoğu yeni gelmişti ve Çin’e ya ticaret için ya da dini görevli olarak yerleşmişlerdi. Sayılarının oldukça az olmasına rağmen üstün bir askeri güç tarafından desteklenmekteydiler. Fakat Osmanlıların Çin’de oldukça farklı bir konumu vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Çin’de önem kazanmasıyla Çin’deki elli milyondan fazla Müslüman Sultan’ın yararına büyük bir politik faktör oluşturmaya başladılar çünkü Çinli Müslümanların çoğu Osmanlı Sultanını halife olarak tanımışlardı ve Cuma hutbesinde onun için dua etmekteydiler. İslami hedeflerin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun destekçisi olan Çinli Müslümanlar Avrupalı güçlere karşı ekonomik rekabette Osmanlı ortaklığına yardım etmeye hazırdılar.

Tüm bu etkenleri dikkate alan Sultan II. Abdülhamid Çin’deki Müslüman nüfusla ilgili kesin bilgiler almak için resmi ve özel görevlileri (ulema ve özel ajanlar) Çin’e gönderdi ve Çin’deki Müslüman liderlerle bağlantı kurdu. Bunlara ek olarak Sultan, Wang Kuan (Abdurrahman) gibi Çinli Müslüman liderleri davet etti ve onlarla Çinli Müslümanları İslami Halifelik bayrağı altında toplama yollarını görüştü.

Çin’in isteği üzerine Sultan Çin’e öğretmenler ve İslami kitaplar göndermiştir. Bu çabaların sonucunda 1908’de Sultan II. Abdülhamid’in yetki ve gücünü gösteren “Pekin Hamidiye Koleji” Çinli Müslümanlar tarafından Pekin’de açılmıştır.

Gönderilen resmi heyetler arasında en önemlisi Alman İmparatorunun isteği üzerine 1901’de Enver Paşa liderliğindeki heyet idi. Enver Paşa heyetinin resmi amacı Batılara karşı başlayan Boxer Ayaklanması’na Çinli Müslümanların katılmasını engellemekti.

Bununla beraber Osmanlı heyeti Mayıs 1901’de Çin’e vardıklarında Boxer’ların ayaklanması bastırılmıştı bile. Çin’de bulundukları süre zarfında Şangay’daki bir takım Çinli Müslümanlar Sultan’ın sefiriyle görüşerek Çinli Müslümanların durumu hakkında bilgi verdiler. Sultan ve politikasının destekçisi olmaya hazır olduklarını vurguladılar.

Çinli Müslüman çocuklarAynı zamanda görevli heyette din işlerinden sorumlu olan Mustafa Şükrü ve Hacı Tahir, Şeyhülislam Mehmet Cemaleddin Efendi ve Sultan II. Abdülhamid’in Çinli Müslümanlara mesajlarını içeren risaleler dağıttılar. Bu risale Çin’deki Müslümanlarla Osmanlı Devleti arasındaki dayanışmayı arttırmak için Çince hazırlanmıştı. Sultan’ın heyetinin Çin’e gelmesi yalnızca yerli Müslümanlar için önemli bir fırsat olmakla kalmadı aynı zamanda Enver Paşa’ya Halifeyle Doğu Asyalı Müslümanlar arasında gelecekte yapılacak işbirliklerinin potansiyel avantajlarını gösterme olanağı yarattı.

Enver Paşa yönetiminde Çin’deki Osmanlı heyeti, Çin’de etkili politik ve ekonomik bir nüfuza sahip olan Avrupalı ülkelerin büyük tepkisini çekti. Dahası Enver Paşa heyetinin Çin’e gönderilmesiyle açığa çıkan Osmanlı-Almanya işbirliği, Almanya ve Çin’le güç rekabetine girmiş olan Avrupalı güçleri korkuttu.

Enver Paşa heyetinin beklenen amaca ulaşamamasına rağmen, Osmanlıların başka güçler tarafından kullanılmayan Çinli Müslümanların büyük potansiyelini fark etmelerini sağladı. Bu heyet deneyimi Osmanlıya yeni bir Çin politikası oluşturma fırsatını sunacaktı. Bu politikaya göre gizli planlar yapılarak Çinli Müslümanlarla gayri resmi yollardan bağlantı kurmaya önem verilecekti. Çin’e gönderilen Sultanın din görevlilerinden biri de Muhammed Ali’ydi.

Osmanlı ulemasından Muhammed Ali, Çin’e 1902 Mayıs ayının başlarında vardı. Pekin’e Japonya’dan gitti ve Mançurya bölgesinin dini lideri olan İmam Wang’in evinde misafir olarak kaldı.

Muhammed Ali’den başka, bir Osmanlı memuru olan Süleyman Şükrü Bey de 1905’de Orta ve Doğu Asya bölgelerine gönderildi. II. Abdülhamid’in sadrazamı olan Tahsin Paşa’nın himayesiyle, Sultan’ın hedefini Avrupa, Rusya, Orta Asya, Hindistan ve Çin’e taşımasıyla görevlendirildi. Örneğin Fransa yolculuğu sırasında Şükrü Bey Abdülhamid’e karşı muhalif tutumlar sergileyen Jön Türkleri şiddetle suçlamıştır.

Şükrü Bey Çin’de Çinli Müslümanların nüfus, sosyal ve ekonomik statüler, organizasyonlar ve eğitim sorunlarıyla ilgili ciddi bir araştırma yapmıştır. Avrupalıların Çin’deki politik ve ekonomik imtiyazlarını ve sömürge faaliyetlerini incelemiştir. Daha sonra da Halifeliğin önemini ve Sultan’ın pozisyonunu Şangay, Pekin ve diğer şehirlerdeki Müslümanlara anlatmıştır.

Ayrıca çabaların bir sonucu olarak Pekin Hamidiye Üniversitesi (Da-ru’l Ulumi’l Hamidiyye) açıldı ve üniversiteye Sultan Abdülhamid’in ismi verildi. Açılış töreninde Pekin Müftüsünün ve binlerce yerli Müslümanın dışında Çin hükümetinin ileri gelenleri de hazır bulundular. Törenin sonunda Çinli Müslümanlar halifeleri için dua ettiler.

Japonya’daki Panislamcı Hareketler

Türk-Japon İlişkileriOsmanlı Devletiyle Japonya arasındaki resmi ilişkiler, Japonların batılı güçlerin kaybettiği alanı elde etmek için kapılarını dış dünyaya açarak olumlu diplomatik ilişkiler başlattığı XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlamıştır. Başlattıkları açık politika uygulaması çerçevesinde ve Batıyı araştırma misyonlarının bir parçası olarak bazı yüksek kademeli Japon görevliler İstanbul’a geldi. Resmi ilk temas Japon Dışişleri Bakanı Sekreteri olan Fukuçi’nin 1871’de İstanbul’a gelmesiyle gerçekleştirilmiş oldu.

İki imparatorluğu yaklaştıran önemli diğer bir faktör de iki ülkenin de komşusu, büyümekte olan Rusya tehdidiydi. Rusya Avrupa ve Asya’nın Güney Doğu bölgelerini ele geçirmişti fakat sömürgeci arzularının sonu gelmiyordu. Çin’le yapılan savaşı (1894-1895) Japonya’nın kazanması Kore ve Kuzey Çin’deki nüfuzunu arttırmasını sağladı. Japonya’nın Mançurya’ya kadar genişlemesinin doğal sonucu olarak Rusya bu durumdan rahatsız oldu ve Doğu Asya’da imtiyazlara sahip olan Almanya ve Fransa yardımıyla Japonya’ya karşı tepkiler başlattı.

Avrupalı düşmanların birleşme ihtimaline karşı Japon hükümeti, 1902’de her iki tarafın da diğer tarafa yapılacak bir saldırıda yardım etmeyi taahhüt ettiği ve aynı zamanda Asya ülkeleriyle, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’yla işbirliğinin yollarını açacak Anglo-Japon ittifakını kurdu.

Bu dönemde Osmanlı hükümeti Pan-İslamcı politika çerçevesinde Japonya ve Çin gibi Asya ülkeleriyle dostane ilişkiler kurmaya karar verdi. Sultan II. Abdülhamid Japonları desteklemiş ve Japonya’yla bir tür ittifak kurmak istemiştir. Anılarında Sultan şöyle anlatmaktadır:

Birkaç yüzyıldan bu yana Rusya her iki ülkenin de ortak düşmanı olmuştur. Bu yüzden de Japonya’yla kurulacak resmi bir ittifakın ne tür avantajlar sağlayacağının ciddi bir biçimde incelenmesi gerekir.

Osmanlılar bu politik stratejilerle Pan-İslamcı faaliyetlerini Çin’e hatta Japonya’ya kadar yayabilmişlerdir. Rusya tehdidine karşı ortak bir plan oluşturulması gerekliliği bu iki Asya imparatorluğunu işbirliği yapmaya itmiştir. Coğrafi mesafeye rağmen bu iki Asya imparatorluğu arasında işbirliği yapılması kaçınılmazdı. Sonuç olarak Abdülhamid’in Pan-İslamcı faaliyetleri Japonya’da Çin’dekinden daha başarılı olmuştur.

Rus-Japon Savaşı süresince Osmanlı İmparatorluğu ilerleme ve kararlılık kaydettiği bir dönem geçirdi çünkü Rusya tüm gücünü Asya’daki doğu sınırına yönlendirmişti. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu savaşın gidişatını çok dikkatli bir biçimde takip etti. Yerel gazetelerin çoğu Avrupa’dan gelen bilgilerle savaş haberlerini detaylarla verdiler. II. Abdülhamid’in bazı anıları, Osmanlı hükümetinin Japonları manevi olarak nasıl desteklediğini göstermektedir.

Japonların Rusya’ya karşı elde edecekleri bir zafer bizi memnun edecektir, Bu zafer bizim zaferimiz olarak da kabul edilebilir. Rus-Japon Savaşı başladığından beri Rusya’nın küstahlığını yok edecek Japonya zaferi için dua etmeye başladım. Japon donanmasının manevi destekçisi oldum.

Sultan, Albay Pertev Demirhan’ı (1871-1961) Rus- Japon Savaşına gönderdi. Demirhan askeri tesisleri teftiş etti ve Japon ilerlemelerini kaydetti. İstanbul’a dönüşünde Sultana Japonların genel durumuyla ilgili geniş bir rapor sundu.

Japonya’nın Rusya’ya karşı kazandığı beklenmedik zafer, Sultan ve Türk halkı üzerinde büyük etki yarattı. Bu durum Osmanlıların, kendilerinin de Rusları yenebileceklerine dair bir güven hissetmelerine yol açtı. Aynı zamanda Türk ve Japon halklarını daha da yakınlaştırdı. Türkiye’deki Müslüman liderler ve alimlerle, tarafların tüm güçleriyle çarpıştığı bir savaşta büyük güçlerden birine karşı elde edilen bu zaferi Doğu halkının zaferi olarak kabul eden İslam dünyası dikkatlerini Japonya’ya yönelttiler ve Japonların kaydettiği ilerlemeleri incelemeye başladılar.

Japonlardan çıkar elde etmeyi uman bazı Pan-İslamcılar, Japonlarla işbirliği gerçekleştirmenin ve Pan-İslam propagandasıyla Japonları İslamiyet’i kabul etmeye çağırmanın yollarını aramaya başladılar. Sultan II. Abdülhamid’in gerçekleştirmesi zor görünen arzusu Japonların İslamiyet’i kabul etmelerini sağlamaktı. Sultan Japonlara hayrandı çünkü modernizasyonu gerçekleştirirken, kendi karakterlerini ve geleneksel kültürlerini koruyabilmişlerdi.

Aynı zamanda Rus-Japon Savaşı (1904-1905) sırasında Abdülhamid tarafından Japonya’ya gönderilen ve Japon sarayında yaver olarak görev yapan Pertev Paşa’ya göre, Meici İmparatoru Abdülhamid’den İslam’ın özünü anlatmak ve Japon halkını bilgilendirmek üzere Müslüman din adamları göndermesini rica etmişti. Sultan, Pertev Paşa’dan Meici İmparatoru’nun bu içten ricasını öğrenince, Japonya’ya ehliyetli ve dindar alimler gönderirse Japonların İslam’ı çok daha kolay benimseyeceğini düşünmeye başladı. Ne var ki II. Abdülhamid İslam felsefesini, düşüncesini, tarihini ya da hukukunu ne ana dillerinde ne de Japonca veya batı dillerinde anlatabilecek alimler bulamadılar.

Sonunda Sultan, İmparator’un bu jestine olumlu bir cevap veremedi. Bir yandan zaman kazanmak, diğer yandan da Rusların lüzumsuz yere dikkatini çekmemek için çeşitli din kitapları göndererek kendini tatmin etti.

Bu arada Japonların dostça ve toleranslı yaklaşımı, öteden beri Japonların İslamiyet’i kabul etmeye hazır olduklarını düşünen Müslüman alimleri etkiledi. Sonuç olarak, Japonya’da “Japon Dini Gerçekleri Araştırma Derneği” kuruldu. Önde gelen Japon alimlerinden ve diğer önemli vatandaşlardan oluşan dernek, Nisan 1906’da din inancıyla ilgili bir araştırma kongresi yapmaya karar verdiler. İslam dünyası için bu kongre Japonya’da İslamiyet’i yaymak ve böylece Asya’da da İslamiyet’in etkisini arttırmak için büyük bir fırsattı. Osmanlı Sultanı Japonya’daki Pan-İslamcı teşebbüslere özel bir ilgi gösterdi. Japonya’da yapılacak kongreye Kuran suretleri, İslami eserler ve kütüphanesinden çok nadide kitaplarla bir delegeyi gönderdi. Dahası Doğu Asya’daki Osmanlı temsilciliklerine Japonya’daki Pan-İslamcı hareketlere dikkat etmelerini söyledi.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.