II. Dünya Savaşı Yıllarında Varlık Vergisi

II. Dünya Savaşı yıllarında, 11 Kasım 1942-15 Mart 1944 tarihleri arasında ülkemizde uygulanmış olan Varlık Vergisi basit bir vergi kanunu uygulaması değildir. Olağan dönemlerin tersine, seferberlik ya da savaş gibi olağanüstü dönemlerde kamu maliyesinin karşılaması gereken gereksinimler fazla, buna karşılık gelirler yetersizdir. Bu dönemlerde halkın bir kısmı servetinin büyük bir bölümünü kaybederken diğer bir kısmının zenginleşmesi ve servet dengesizliklerin oluşması doğal bir sonuçtur. Bu dönemlerde hükümetler hem gelir sağlamak hem de gelir dağılımındaki eşitsizliği ortadan kaldırmak ya da azaltmak için yurttaşların sahip oldukları servetin bir kısmını doğrudan doğruya vergilendirebilir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de uygulanan Varlık Vergisi de bu kapsamda olağanüstü kazançlar vergisi olarak değerlendirilebilir.

II. Dünya Savaşı koşullarının Türkiye’yi ekonomik zorluklara uğratması askeri harcamaların artması, hammadde sıkıntısının yaşanması karşısında hükümet olağanüstü tedbirlere başvurmak zorunda bırakmıştı. Bu bağlamda hükümet önce savaş ekonomisi koşullarında karaborsa ve gayrı meşru yollardan elde edilen gelirleri hazineye çekmeyi amaçladı. Bunun için hazırlanan 4237 sayılı “Fevkalade Hallerde Haksız Olarak Mal İktisap Edenler Hakkındaki Kanun” 29 Mayıs 1942’de TBMM’de kabul edildi.

Ne var ki aşırı fiyat artışları karşısında halkın ve ordunun iaşesini karşılamak mümkün değildi. 18 milyonluk Türkiye nüfusunun neredeyse %9’u silah altındaydı. 1938-1943 yılları arasında fiyatlar ortalama 5 kat artmış, buğdayın kilogramı 13,5 kuruştan 100 kuruşa çıkarken zeytinyağının kilogramı 85 kuruştan 350 kuruşa fırlamıştı. 1938 yılında 89 milyon TL olan emisyon hacmi, 1943’e gelindiğinde 773 milyon TL’ye dayanmıştı. Savaşın neden olduğu spekülatif kazançlar öylesine yüksekti ki, aşırı kazanç beklentisine giren birçok kamu görevlisi, memuriyeti bırakarak ticarete atılmış, hatta bir kısmı ülkede yokluğu çekildiğinden karaborsaya düşen zeytinyağı ticaretine başlamıştı. Hükümet 1942 yılının sonuna doğru bir diğer girişimde bulunmak zorunda kaldı ve 11 Kasım 1942’de Şemsettin Günaltay başkanlığında toplanan TBMM, 4305 sayılı “Varlık Vergisi Kanunu”nu kabul etti.

Başbakan Şükrü Saraçoğlu ve Maliye Bakanı Fuat Ağralı, Varlık Vergisi’nin konulma nedenleri şöyle açıklıyordu:

  • Savaş kazançlarını ve toprak sahiplerinin gelirlerini vergilendirmek,
  • Savaşın neden olduğu enflasyonla mücadele etmek için tedavülden para çekmek
  • Kamu gelirlerini artırmak.

Varlık Vergisi bir kereye mahsus toplanacaktı. Mükellefler tüccarlar, emlak ve akar sahipleri ve büyük toprak sahiplerinden oluşmaktaydı. Yasa zengin çiftçileri de kapsamı içine almakla beraber, esas itibariyle ticaret ve sanayi burjuvazisine konmuştur. Savaştan en büyük kârı iki grup sağlamıştı; tarım fiyatlarının yükselmesinden muazzam kazanç sağlayan büyük çiftçiler ve hem Türk ihracat maddelerinin yüksek değerini hem de zaruri ithal mallarının korkunç kıtlığını istismar edecek mevkide olan İstanbul tüccar ve komisyoncuları. Ülkedeki çiftçiler hemen tamamen Müslüman Türklerden ibaretti; tacirler, tamamen olmamakla beraber geniş ölçüde üç azınlık topluluğuna mensuptular, Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler. Gerçekten de o dönemde nüfusun %1’ini oluşturmalarına karşılık azınlıklar Türkiye ekonomisin % 18’ini temsil etmekteydi. Bu nedenle Varlık Vergisi yoluyla toplanan tutarın yüzde 53’ü azınlıkların, yüzde 36.5’i Müslümanların ve yüzde 10.5’i de yabancıların ödemelerinden meydana gelmiştir.

Şevket Süreyya Aydemir, Varlık Vergisi Kanunu hakkındaki hükümet görüşünü şöyle açıklamaktadır:

Savaş ve ihtikar dolayısıyla kazanılan fevkalade kazançları, kanunlarımızın vergilendirmekte olduğu, bu sebeple bilhassa azınlıkların büyük servetler iktisab ettikleri piyasada acele tedkikat yapılarak, kimlerin bu şekilde fevkalade kazanç temin ettiğinin tespiti ile azınlıkların ayrı bir cetvelden gösterilmesi yoluna gidilmiştir.

Varlık Vergisi’nin Uygulanışı

Hareketin bu görüşten başladığını belirten Aydemir, verginin asıl yükünün İstanbul ve İzmir gibi iki şehrin üzerine düştüğünü, bütün ülkede 114.368 mükellefin (3877’si azınlıklar) 465.384.820 lirayı on beş gün gibi kısa bir sürede ödemeleriyle piyasadan toplu bir para çekilişi sağlanarak bütçeye bir yıllık gelir hacminde bir kaynak sağlanmasının amaçlandığını belirtmektedir. Tarh edilen yaklaşık 465 milyon TL’lik verginin tahsil edilen miktarı 315 milyon TL olmuş bu para ise toplam bütçe harcamalarının %34.4’ünü karşılamıştır.

Varlık Vergisi Kanunu’nu uygulayacak olanlar defterdarlıklardı. Vergi, büyük çiftçileri, tüccarları, iş adamlarını, çok sayıda bina ve arsası olanları yükümlü olarak tutuyordu. Ancak matrahı ve nispeti kanunlarla tayin edilmiş değildi. Mükelleflerin tespit edilebilmiş varlıkları dikkate alınarak ve üst tarafı tahmine dayanarak belirlenmişti. İl ya da kaza merkezlerinde, yörenin en büyük mülki amirinin başkanlığında kurulan komisyonlar aracılığıyla kimin ne kadar vergi vereceği belirlenecekti. Komisyonların aldıkları kararlar vergi dairelerinde, köylerde ise uygun yerlerde ilan edilecek, gazete çıkan yerlerde de gazetelerde yayınlanacaktı. Yükümlülerin vergilerini ödeyebilmeleri için 15 gün süre tanınmıştır. Verginin ödenmemesi halinde ilk hafta %1, ikinci hafta %2 zam uygulanacaktı. Eğer bu süre 1 ayı geçerse Tahsil-i Emval Kanunu hükümleri uygulanarak borçlarını ödemeyen yükümlüler, borçlarının tamamını ödeyinceye kadar, ülkenin herhangi bir yerinde bedensel durumuna göre askerlikle ilgisi olmayan genel hizmetlerde ya da belediye hizmetlerinde çalıştırılacaklardı. Bedenen çalışanlara, verilen ücretin yarısı borçlarından düşülecekti. Varlık Vergisi ödeme süresinin bir ay gibi kısa bir süreyle sınırlandırılmasının nedeni, karaborsayı ve vurgunculuğu önleyerek malların piyasaya çıkmasını sağlamak, böylece fiyat artışlarını dizginleyebilmekti.

Kanunun baş uygulayıcılarından biri olan İstanbul Defterdarı Faik Ökte, bu vergiyi bir “facia” ve “cumhuriyet mali tarihinin yüz kızartan bir sahifesi” olarak nitelendirmektedir. Örneğin İzmir’de pek çok mükellef 15 gün gibi kısa bir sürede taşınmaz mallarını satamadıklarından dolayı iflas etmiş, yok pahasına elden çıkarmak zorunda kaldıkları malları alabilmek için İzmir dışından çoğu kişi İzmir’e alıcı olarak gelmiş ve hatta o tarihlerde İzmir’de bu tür satımlardan dolayı mobilya fiyatlarında aşırı bir düşme görülmüştür.

Doğan Avcıoğlu ise “vergiyle dış ticaretin Türk ellere geçmesi isteği ise, radikal tedbirlere cesaret edilemeyip, uygulamada haksızlıklar yaratan bir vergiye gidildiği için, amacına ulaşamamıştır. Unutmamak gerekir ki, Türk dış ticaretine egemen bulunan azınlıklar, milletlerarası bir ticari şebekenin Türkiye deki ayaklarını temsil etmektedir” demektedir.

Doğan Avcıoğlu’nun yorumunu haklı gösteren kanıtlar azımsanmayacak ölçüdedir. Gerçekten de Varlık Vergisi’ni hazırlayan koşulların kökenleri İkinci Dünya Savaşı’ndan çok öncelere mi dayanmaktaydı, azınlıkların tarihi süreç içinde kendilerine sağladıkları haksız avantajlarla bir hesaplaşmanın sonucu muydu? Örneğin 1915 tarihli sanayi sayımında Türklerin ve azınlıkların sermaye ve işçilikteki payları tabloda bulunabilir:

Sermaye Sahibi Olarak İşçi Olarak
Türkler %15 %15
Rumlar %50 %60
Ermeniler %20 %15
Yahudiler %15 %10

Tablodan da görüleceği üzere Türkler Osmanlı İmparatorluğu zamanında nüfusun büyük kısmını oluşturdukları halde sermayenin yalnızca %15’ine sahipti. Azınlıklar 1838 Baltalimanı Antlaşması sayesinde yabancı tüccarların ortağı olarak büyük imtiyazlar kazanmış, Osmanlı ekonomisini kontrol eder duruma gelmişlerdi. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nun zor dönemlerinde devlete yüksek faizle borç para verip Osmanlı’yı borç batağına düşüren Galata Bankerlerinin ya da  Düyun-u Umumiye yöneticilerinin  azınlıklardan oluştuğu unutulmamalıdır.

Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun CHP’nin basına kapalı toplantısında yaptığı konuşma da bu hesaplaşmadan izler taşıyordu:

Bu yasa aynı zamanda bir devrim yasasıdır. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz. Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu zor anda görevlerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu yasa, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.

Sonuçta Varlık Vergisi Kanunu olağanüstü koşullarda ve belirli amaçları gerçekleştirmek için uygulanmış olan bir kanundur. Tek parti hükümetlerinin uyguladıkları iktisat politikalarının konjoktürünün de etkisiyle tıkanması ve halkın dolaysız olarak etkilendiği sorunların (enflasyon, karaborsa vb.) çözümlenememesi ile oluşan arayışın Varlık Vergisi ile sonuçlanması, verginin içeriğinden çok sonuçlarının önem kazanmasına yol açmıştır. Esas itibariyle azınlıklar açısından bir yıkım olan bu verginin kısa bir zaman aralığında uygulanmasına karşın etkileri sonraki yıllara da yansıyan bir dizi sonuç doğurmuştur. Özellikle genelde girişimcilerin özelde ise gayrimüslim girişimcilerin yatırım eğilimlerini olumsuz yönde etkilemiş, azınlıkların ülke dışına yatırım yapmasına ve göçüne yol açmıştır. Vergi miktarının tahmine dayalı idare takdirine bırakılması büyük haksızlıklara neden olmuş, takdir ölçüleri herkes için aynı olmadığından vergi yükü altında ezilenlere de çok hafif geçiştirenlere de rastlanmıştır.

Vergisini Ödemeyenler Aşkale’ye

Varlık vergisiBu bağlamda 27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında vergi borçlarını ödeyemeyen çoğu İstanbul’dan olmak üzere 1229 mükellef yol yapımında çalışmak üzere kafileler halinde Erzurum’um Aşkale ilçesine gönderilmiştir. Yöre halkı tarafından son derece iyi davranılmasına ve yardım görmesine karşılık gönderilenlerden 21 kişi yaşamını yitirmiştir. Kamplardaki çalışma koşullarının son derece ağır olup olduğu yönünde günümüze kadar propaganda yapılsa da, Varlık Vergisi’ni “facia” ve “yüzkarası” olarak niteleyen Faik Ökte’nin kamp koşulları hakkındaki düşüncesi oldukça farklıdır:

Çalışma kampındaki yaşam sanıldığı gibi meşakkatli ve güç olmamıştır. Aşkale’ye gidenler iklim dolayısıyla yılın önemli bir kısmını evlerinde, kahvehanelerde tavla, iskambil oynamakla geçirmişlerdir. O kadar ki bu seyahat, kent yaşamı ve ticari mücadeleler dolayısıyla bozulan sıhhatlerini düzeltmiş, gidenler, ailelerini şaşırtacak kadar, canlı, neşeli olarak geri gelmişlerdir.

Aşkale’ye gönderilenler incelendiğinde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta,  gönderilen 1229 kişinin hepsinin gayrimüslim azınlıklara mensup olduğudur. Gerçekten de Aşkale’ye gönderilenler içinde Türk ya da Müslüman bulunmamaktadır.

Aralık 1943’te Roosevelt ve Churchill ile buluşmak üzere İnönü’nün Kahire’ye gitmesinden hemen önce, son sürgünler İstanbul’a getirilmiştir. 15 Mart 1945’te müttefiklerin Monte Cassino üzerine nihai taarruza geçtikleri gün meclis, hâlâ tutuklu bulunan vergi borçlularını salıveren ve henüz tahsil edilmemiş Varlık Vergisi borç bakiyelerini affeden bir yasayı kabul etmiştir. Bu suretle Varlık Vergisi sona ererken vergilerini ödeyenler cezalandırılmış, herhangi bir şekilde bundan kaçınmayı becerenler ya da vergisini ödemeyenler ise ödeyenlere göre kazançlı çıkmış oluyorlardı.

Sonuç olarak II. Dünya Savaşı’nın neden olduğu ekonomik ve mali zorluklar, karaborsa ile haksız zenginleşme elbette Varlık Vergisi’ni haklı ve konulmasını zorunlu kılan nedenlerdir. Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın ardından Fransa’da uygulanan Milli Dayanışma Vergisi de, II. Dünya Savaşı ve Kore Savaşı sırasında ABD’nin koyduğu vergiler de bu olağanüstü dönemlerin ürünüdür. Bu nedenle  dönemin koşullarını dikkate almadan Varlık Vergisi’ni facia ilan etmek bilimsel olmayacağı gibi iyi niyetten de uzaktır. Ancak uygulamada temel vergi ilkelerinden uzak olması, vergi matrahının yasalarla belirlenmeyip komisyonların takdirine bırakılması, konulan vergiye itiraz hakkının bulunmaması, tahsil biçimi ve etnik ayrımcılık iddiaları nedeniyle Varlık Vergisi facia olarak tanımlanmıştır. Vergiyi ödeyemeyen mükelleflerin gönderildikleri Erzurum’un ilçesi olan Aşkale ise Türkiye siyasi tarihinin popüler deyimleri arasında yerini almıştır.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.