İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Dış Politikası

İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin dış politikası, tarafsız olmaktan daha çok savaş dışı kalmak olarak da nitelendirilebilir. Gerçekten Türkiye 1939 yılında İngiltere ve Fransa ile yaptığı askeri antlaşmanın kurallarına sonuna kadar uyarken, karşı cephede yer alan Almanya ile yaptığı ticari antlaşmalar da hiçbir biçimde daha önce yaptığı antlaşmalarla çelişmiyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, tarafsız kalan altı Avrupa ülkesinden (İrlanda, İspanya, Portekiz, İsviçre, İsveç ve Türkiye) yalnızca Türkiye savaşa girdi ve yalnızca altı hafta sonra Almanya’ya karşı olan savaş sona erdi. Bu geç kalmış girişe rağmen, tarafsız ülkeler içinde Türkiye savaş öncesi ve savaş süresince İngiltere ve müttefiklerini desteklemeye, Almanya ve müttefiklerinin çıkarlarına karşı koymaya hazırdı.

Hükümet ve silahlı kuvvetler içindeki bazı unsurların Almanya yanlısı bir politika izlenmesi gerektiği iddialarına rağmen, II. Dünya Savaşı’nda Türk dış politikasına egemen olan temel strateji kendi ulusunun bölgesel bütünlüğünün korunması, Batı pazarlarına ve kaynaklarına ulaşma, Almanya ve İtalya’nın Balkanlar ve Yakın Doğu’daki emellerini bertaraf etmekti. Stratejik konumu dolayısıyla, gerek müttefik gerekse mihver devletlerin Türkiye’yi kendi yanlarında II. Dünya Savaşı’na sokmaya yönelik yoğun baskılarına karşın, savaş boyunca Türkiye’nin dış politikası hep toprak bütünlüğünden ve bağımsızlığından ödün vermemek için savaşın dışında kalmak ve büyük devletler arasında bir denge unsuru olma politikasını yürüterek saldırılardan korunmak olmuştur. Bu politikanın yürütülmesinde İsmet İnönü‘nün en büyük yardımcısı ise Numan Menemencioğlu‘dur.

Almanların Çekoslovakya’yı işgalinin hemen bir ay sonrasında İtalyanların Arnavutluk’u işgal etmesi İsmet İnönü’yü Mihver Devletlerin işgalci politikalarına karşı güvenlik arayışına yöneltmiş ve 12 Mayıs 1939’da İngiltere ile imzalanan Türk-İngiliz Ortak Deklarasyonu ile Türkiye “Barış Cephesi”ne bağlanmıştı. Benzer bir deklarasyonun Fransa ile de imzalanması, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında izleyeceği dış politika cephesini de belirlenmiştir.

Dış Politikada Hitler Etkisi

Ne var ki Almanya ve müttefiklerinin gerçek veya olası saldırı tehdidi, özellikle Fransa’nın işgalinden sonra 1941’de Hitler’in önemli kuvvetlerinin Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarına ilerlemeleri, savaşın erken dönemlerinde Türk dış politikasında çok daha cüretli bir İngiltere yanlısı tutumu engelledi. Türkiye’nin İngiltere ve Fransa’ya müttefik olmasının temel nedeni, toprak bütünlüğünü koruma düşüncesiydi. Bunun da ötesinde Türkiye, bir İngiliz zaferini arzuladı. Çünkü politik sisteminin Yakın Doğu’da bir faşist Nazi veya Sovyet zaferine uygun olmadığını düşünüyordu.

Türkiye, Fransa ve İngiltere ile kurduğu yakın ilişkilere rağmen, dış politikada kuzeydeki güçlü komşusu Sovyetler Birliği’ni üzecek herhangi bir davranışta bulunmayacağını, dünyaya hatırlatmakta gayet dikkatli idi.Fakat Hitler’in işini kolaylaştıran Alman-Sovyet paktının imzalanması, Türkiye’nin durumunu çarpıcı bir şekilde değiştirdi. Türk liderleri şaşırtmıştı ve başlangıçta müttefiklerine olan bağlılığını açıklamasına rağmen dış politikada nasıl hareket edecekleri konusunda emin değillerdi. Artık ya Sovyetler’den ayrılarak İngiltere’ye iyice yaklaşmak ya da zor olasılık olan İngiliz ve Sovyet dostluklarını bağdaştırmaya çalışmak gerekliydi. Fakat Sovyetler’in, Boğazlar’ın ortak savunulması ya da Montrö Antlaşması’nın koşullarının değiştirilmesi gibi istekleri yüzünden bir uzlaşma sağlanamadı.

Yine de Türk ordusunun büyük bölümünün Batı Anadolu ve Trakya bölgesine kaydırılması, Türkiye’nin asıl askeri tehdit olarak Sovyetleri değil Almanya’yı gördüğünün kanıtıydı. Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un “Türkiye ile savaşmak için bir neden göremiyorum” şeklindeki güven tazeleyen sözleri, kısa süre için bile olsa Stalin’in Boğazlar ve Ortadoğu üzerindeki ilgisinin azalmasıyla Türkiye biraz olsun rahatlamıştı. O halde geriye iki potansiyel düşman kalmıştı: Nazi Almanyası ve Faşist İtalya.

Mihver Devletler’in 1941 yılı ortasında Balkanları işgal edip, Alman ordusunun Bulgaristan sınırına yerleşmesi sıkıntıları iyice artırdı. Şimdi Türk Dışişleri’nin yanıtını merak ettiği tek bir soru vardı: Hitler bundan sonra Türkiye ve Ortadoğu’ya mı yürüyecek yoksa Batıya mı? Türkiye de tıpkı Polonya gibi Almanya ve Sovyetler arasında paylaşılacak mıydı? Hitler, Türk tepkisinden yeteri kadar endişe duymuş olacak ki, İnönü’ye şahsi bir mektup yazarak, bu hareketin hiçbir şekilde Türk karşıtı bir hareket olmadığını, fakat bunun yerine “Avrupa Kıtası üzerinde İngiliz nüfuzunu yok etme” çabası olduğunu belirterek güvence verdi. Türkiye’nin İngiltere’nin tüm baskılarına karşın Balkanlar’da Mihver Devletler’e karşı saldırıya geçmemesi de Türk-Alman ilişkilerinin gelişmesinde etkiliydi. Hitler’in İnönü’ye verdiği güvence Türk-Alman Saldırmazlık Antlaşması için önemli bir zemin oluşturmuş ve 18 Haziran 1941’de Türk-Alman Saldırmazlık Paktı imzalanmıştır.

Almanya ile ilişkilerin düzeldiği bu dönemde Türkiye’yi rahatlatan en önemli gelişme ise Almanya’nın 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırmasıdır. Bu gelişme Türkiye’yi “Polonya Sendromu” olarak anılan en büyük korkusundan, yani aynı anda Almanya ile SSCB’nin ortak işgaline uğrama ve toprak bütünlüğünü yitirme korkusundan kurtarmıştır. Fakat bu durum Türk dış politikasında yeni bir endişeyi, İngiltere’nin, Sovyetler Birliği’ne Boğazlar ve Türk toprakları üzerinde ödün verebileceği korkusunu da beraberinde getirmiştir. Türkiye’nin bu korkusunu anlayan İngiltere ve Sovyetler Birliği, 10 Ağustos 1941’de Türkiye’ye verdikleri ortak nota ile Montreux Sözleşmesi’ne, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygı göstereceklerinin; Türkiye bir saldırıya uğrarsa ellerinden gelen yardımı yapacaklarının güvencesini vererek Türk hükümetini rahatlatma yoluna gitmişlerdir.

Kars Soyvet sınırını bekleyen Türk askerleriOysa İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin Ağustos 1941’de İran’ı işgal etmesi; verilen sözlerin, yapılan antlaşmaların ve belirlenen ilkelerin hiçbir öneminin olmadığını, ülkelerin karar alırken yalnızca kendi çıkarlarını düşündüğünü kanıtlıyordu. Türkiye kendi gücünden başkasına güvenmemeyi, sadece ona dayalı karar almayı ve dış politika belirlemenin gerektiğinin farkındaydı. Gerçekçi davranmak tek çıkar yol idi ki, Türk Dışişleri için en ideal durum, İtalyan Büyükelçisi Peppo’nun söylediği gibi gibi “Son Alman askerinin son Rus cesedi üzerine düşmesi” idi.

Savaşın yazgısının değişmeye başlamasına karşın, Türkiye’nin politik tarafsızlığının 1940 ve 1941’de olduğu yönde devam etmesiyle birlikte, 1943 yılı Almanya ve Türkiye arasında sıkı ekonomik işbirliğinin sürdüğü bir yıl oldu. Churchill’in Roosevelt’le görüşmek için Casablanca’ya giderken 1943’ün Ocak ayındaki Türkiye ziyareti, İnönü’yü savaşa katılmama düşüncesinden vazgeçirmede başarısız oldu. Türkiye, yeteri kadar askeri yardım almadıkça kesinlikle savaşa katılmayacağını Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu aracılığı ile müttefiklere açıkça bildirdi. Çünkü Türkiye’den kalkacak İngiliz uçakları Almanları çileden çıkarabilir fakat Türkiye’nin Almanya tarafından işgal edilmesini önleyemezdi. Türkiye 1943 ve 1944 yılları boyunca, Almanya ve İngiltere’nin krom için açık artırma savaşına girmelerine de neden oldu. Bu riskli bir hareketti; fakat ülkenin savaştan hiç olmazsa küçücük bir ekonomik çıkar sağlamasını garantilemek gerekiyordu.

1943’ün sonlarına doğru savaşın yönü artık çok belirsiz değildi. Türkiye’nin durumu, onun doğal önceliklerini tam olarak yansıtmaya başladı. 1944’ün ortalarına dek hayli güçlü Alman kuvvetleri hâlâ Batı sınırındaydı. Bu yüzden, Türkiye kendi politikalarında bazı sınırlamalarla karşı karşıyaydı. Kuzey Afrika’nın düşmesi ve Stalingrad’dan sonra Wehrmacht tarafından geniş çaplı bir saldırı olası görünmese bile, Avrupa Türkiyesi, Boğazlar ve İstanbul havadan ve karadan yapılabilecek Nazi misillemelerine karşı savunmasızdı. 1943’ün sonunda Türkiye tehlikesiz göründüğü için savaşa girmeye karar vermişti, ama kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği bu hareketi desteklemekte tereddüt etmeye başladı. Çünkü 1943 Şubat’ında Almanlara karşı kazanılan Stalingrad zaferinden sonra Sovyetler’in Türkiye’yi tehdit eden dış politikası yine kendini göstermeye başlamıştı. Sovyetler, Türkiye’yi Almanya ile gizli antlaşmalar dahilinde Pan-Türkist politika izlemekle suçluyordu. Haklıydılar, 1941 yazında Alman orduları gücünün doruğundayken Ankara gayr-ı resmi olarak Nazi diplomatlarına Orta Asya’nın Türk halklarının yeni bir bağımsız devlet olarak birleştirilebileceğini önermiş, Almanlar da Türklerin önerilerini hevesle karşılamıştılar. Sovyetler Birliği’nin parçalanmasını desteklemek, Türk dış politikalarında bir yenilikti. Türkiye’nin, gerginliği sona erdirmek için bulduğu çözüm ise Mayıs 1944’te bir grup Türkçü yazar, akademisyen, öğretmen ve öğrenciyi “Irkçılık-Turancılık” yaptıkları iddiasıyla tutuklaması oldu.

Son Anda Gelen Savaş İlanı

Türk-Alman Saldırmazlık Paktı töreniD-Day’den (D-Day: Müttefiklerin İkinci Dünya Savaşı’nda Normandiya Çıkarması’na başladıkları 6 Haziran 1944 tarihi) ve Doğu cephesinde Sovyet başarılarının sersemletmesinden sonra 1944 yazında Alman kuvvetleri Balkanlar’dan çekilmeye başladı. Son olarak hava saldırısı tehlikesi geçince, 2 Ağustos’ta Türkiye, Almanya ile arasındaki diplomatik ilişkilerini kesti. Almanya’ya Türk ihracatı durdu ve Ankara’daki Nazi diplomatları sınır dışı edildi. Artık Nazi yenilgisi kesindi. Türkiye savaşa girse de girmese de İngiliz İttifakı savaşı kazanacaktı. Belki bu noktada Türkler savaşa girmeliydi; ancak askeri kuvvetlerinin dağılımının izin vermemesi veya Almanlara zarar vermek istemediği için bunu yapmadı. İngiltere Şubat’ın başında Yalta’daki konferansta Türkiye’ye, Almanya ve Japonya’ya karşı savaş ilan etmesi için 1 Mart 1945’e kadar süre tanımaya karar verdi. Aksi halde Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Konferansı dışında tutulma riski vardı. Sonunda Türkiye 23 Şubat’ta savaş ilan etti, fakat Berlin’e veya Tokyo’ya karşı herhangi bir özel önlem almadı.

II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye dış politikasını kendi çıkarları doğrultusunda yönetti. Türkiye’nin bu tutumunu yadırgamamak gerekir. Bu daha çok Türk liderlerinin, Türkiye’nin büyüklüğüne ve stratejik önemine rağmen, büyük güçler ve onların işgal ettiği topraklarla (güneyde İngiliz imparatorluğu, batıda Almanya ve kuzeydoğuda Sovyetler Birliği) çevrilmiş olduğunu iyice bildikleri şeklinde yorumlanmalıdır. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sırasındaki dış politika sicilini başarılı olarak değerlendirmek gerekir.  İsmet İnönü, Türkiye’yi savaşa sokmama konusunda izlediği kararlı politika ile tarihin en kanlı savaşından Türkiye’yi uzak tutmayı başarmış, belki de milyonlarca Türk’ün ölmesine engel olmuştur. “Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na neden girmedi” sorusunun yanıtı da bu politikada bulunabilir. Çünkü Türkiye bu savaştan hiçbir şey elde edemeyeceğinin ama çok şey kaybedeceğinin farkındaydı.

2 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.