Kral Arthur Efsanesi Nasıl Doğdu?

Efsanevi kral Arthur, Camelot kenti, taşa saplanan kılıç ve benzeri öyküler. Yaklaşık 1200 yıldır sayısız öykü, şiir, resim ve filme konu olan Arthur ve şövalyelerinin maceraları, Avrupa’nın temel mitosunu oluşturuyor, sahip çıkmaya çalıştığı ahlaki değerleri yansıtıyor. Günümüzde de popülerliğini sürdüren Kral Arthur efsanesi birçok kişi tarafından gerçek bir tarihi olay gibi algılanıyor. Bunda kuşkusuz yaratılan efsanenin popülerliğinin ve insanın soylu duygularına hitap eden mükemmel kurgusunun payı büyük. Peki Kral Arthur efsanesi gerçek mi? Ya da Kral Arthur diye birisi tarihte hiç var oldu mu?

Kral Arthur ve Yuvarlak Masa şövalyelerinin serüvenleri, en azından özünde belli bir tarihsel gerçekliğe dayanır. Ancak, Arthur isminde bir kralın, tarihin herhangi bir döneminde yaşadığına ilişkin tek bir kanıt bile yoktur. Tarihsel olarak gerçeğe en yakın olabilecek arka plan bir hayli farklıdır. Tarih MS 5. yüzyıl. Britanya son 400 yıldır Roma İmparatorluğu’nun işgali altındadır. Ne var ki Kavimler Göçü’nün yarattığı yıkım ve kargaşa nedeniyle Roma İmparatoru askerlerini geri çağırarak Britanyalıları tek başına bırakır. Roma’nın baskısı nedeniyle uzun yıllar boyunca boyun eğmek zorunda kalan barbarlar karışıklığı fırsat bilerek ayaklanır. Ayaklanmayı bastırmakla zorlanan Britonlar, paralı askerler olarak Anglo-Saksonları adaya çağırır. Anglo-Saksonlar ayaklanmayı bastırırlar ama bir süre sonra adanın zenginliği kendilerini de etkilediğinden teker teker bütün kentleri ele geçirmeye başlarlar. Bugün birçok tarihçiye göre Kral Arthur olarak bilinen kişi, 5. yüzyılda Saksonların İngiltere’yi işgali sırasında onlara karşı savaşan Artorius ya da Ambrosius adıyla bilinen kabile şefidir. Kral Arhur efsanesinin gerçeğe en yakın tarihsel arka planı böyledir.

Oysa Ortaçağ Avrupası’nda, özellikle geç dönemde Kral Arthur gerçek bir tarihsel figür kabul edilmeye başlar. Bu inancın dayandığı temel metinler Nennius’un “Britonların Tarihi” ve Monmouthlu Geoffrey’nin “Britanya Krallarının Tarihi” adlı eserleridir.

Arthur adıyla karşılaştığımız ilk yazılı kaynak olan Britanyalı tarihçi Nennius’un “Britonların Tarihi’’ adlı eserinde Arthur kral değil, Sakson istilasına karşı Briton krallar tarafından seçilmiş bir dux bellorum, yani savaş önderidir. Saksonlara karşı on iki savaş yapmış ve Hıristiyan Britonları, pagan Saksonlara karşı zafere taşımıştır. Bunların sonuncusu, 500’lerde gerçekleştiğine inanılan Badon Dağı Savaşı’nda Arthur tek başına 960 Sakson savaşçı öldürmüştür. Nennius, Britonları da köken olarak Troya ve Roma’ya bağlamaktadır.

Arthur’un Bir Kral Olarak İlk Tasviri

Arthur bir kral olarak ilk defa Geoffrey’nin eserinde ortaya çıkar. Monmouthlu Geoffrey “Britanya Krallarının Tarihi” adlı büyük başarı kazanan eserinde Arthur’un Saksonlara karşı yaptığı savaşlara bir de Romalılara karşı yaptığı savaşları ekler. Geoffrey’nin getirdiği en önemli yenilik şövalyelik, asil aşk (courtly love) ve turnuvalar gibi kendi döneminin popüler olgularını öykülere katmasıdır. Geoffrey, Britonlar için kökeni antikçağa dayanan bir tarih yaratmış ve bunu döneminin değerlerini kullanarak yapmıştır. Tarih açısından güvenilmez olan eserin ozanlar açısından çok verimli bir kaynak olduğu ise kuşku götürmez. İlginç olan nokta Geoffrey’nin, kendisinden önce Arthur’dan bahseden kaynakların hiçbirinde olmayan pek çok ayrıntıya yer vermesidir. Nereden bulmuştur bu kadar bilgiyi? Kendi iddiasına göre “Britanya dilinde yazılmış çok eski bir kitaptan…” Ne yazık ki bahsettiği bu kitap hiçbir zaman bulunamamıştır. Böyle bir kitap hiç olmadıysa Geoffrey neden böyle bir tarihsel figür ve olaylar silsilesi yaratmıştır?

Britonlar, Britanya adasında Demir Çağı’ndan Erken Ortaçağ’a kadar yaşamış Kelt ırkına mensup bir halktı. 43 yılında Romalıların adayı fethetmesiyle birlikte Briton kültürü dönüşüme uğradı. 5. yüzyılda adaya bu defa Angol ve Saksonlar göç etti ve Britanya’nın yeni efendisi oldular. 11. yüzyılda Normanlar adayı ele geçirdiklerinde, Britonların torunları artık Galler, Cornwall ya da Fransa’daki Brötanya gibi değişik yerlerde, farklı dil ve kültürleri olan topluluklar halinde yaşıyorlardı. Özellikle Galler denilen, ancak 13. yüzyılın sonunda Londra’nın tam egemenliği altına giren “vahşi” bölgede, eski Britonların yaşadığı varsayılıyordu.

12. yüzyılda yaşamış, Galler kökenli bir Briton olan Geoffrey, halkının tarihte hak ettiği yere sahip olmasını istiyordu şüphesiz. Eseri tam da bu işlevi yerine getirdi. Britonlara, en az Şarlman (Charlemagne) kadar ünlü ve güçlü bir figürü, Kral Arthur’u kazandırırken, aynı zamanda Roma’nınkine eşit görkemde bir tarihsel geçmiş yarattı. Kısacası Kral Arthur, Britonlar için yaratılmaya çalışılan tarihin en etkileyici figürüydü.

Tarihsel Hatalar

Geoffrey’nin, eserini yazarken yararlandığını iddia ettiği o kayıp kitabın gerçekten var olduğunu düşünelim bir an. Kitapta Kral Arthur ve dönemiyle ilgili olarak yazılanlar acaba Geoffrey tarafından bize sunulanlar gibi olabilir miydi? Saksonlara karşı savaştığına göre, Arthur’un 6. yüzyılda, yani Karanlık Çağ denilen bir dönemde yaşaması gerekiyordu. Oysa Kral Arthur efsanesini anlatan yazarlar, 11. yüzyıl ve sonrasında kendi dönemlerinin kültürünü de bu efsanelerin içine kattılar. Arthur’un öykülerinde betimledikleri kıyafet ve silahlardan barınma ve ulaşıma kadar her şey 6. yüzyıla değil kendi yaşadıkları yüzyıla aitti. Arthur ve şövalyeleri kalede yaşıyor, zırh giyiyor, turnuvalarda çarpışıyor, hanedan armaları taşıyordu.

Şövalyelik kurumunun Avrupa’da 8. yüzyıldan önce var olmadığı, Britanya adasında ise Norman istilasına kadar bilinmediği göz önüne alınırsa Geoffrey’nin anlattığı efsane ile gerçekte olması gereken tarihin ne kadar birbiriyle uyumsuz olduğu anlaşılır. Lancelot ve Yuvarlak Masa şövalyeleri büyük olasılıkla 12. yüzyılda Fransız yazarlar tarafından Haçlı Seferleri’nin neden olduğu çalkantılara tepki olarak yaratıldı. Geoffrey ve sonraki yazarlar öyküyü kendilerine göre yorumlamış, kendi benzersiz karakterlerini yaratmıştı. Ama hepsi de Kral Arthur’un etrafında geçen bir Briton mitolojisinin yaratılmasına katkıda bulun­dular.

Arthur öyle bir kraldı ki, ihanete de uğrasa, kılıç, adalet ve Tanrı sevgi­siyle kurup yücelttiği ülkesi bir enkaza da dönüşse her zaman bütün kralların kralı olarak hatırlanacaktı. Ve Britanya’nın ona gereksinim duyduğu gün mutlaka geri dönecekti:

İhanetin ve karanlığın egemen olduğu bir çağda, bir kral ülkesine barış ve refah getirdi. Onu her tür tehlikeden korurken Roma’ya rakip olabilecek bir imparatorluğa dönüştürdü. Bilge danışmanı, ona hem adil olmayı hem gerçeğe değer vermeyi öğretti. Emrindeki korkusuz ve asil şövalyeler düşkünleri korudu, kötülüğe karşı savaştı ve en kutsal emanetin peşinde, hayal bile edilemeyecek tehlikelerle yüzleşti. Kraliçesi ve en iyi şövalyesi ona ihanet etse de, oğlu karşısına dikilse de, hatta elleriyle kurup büyüttüğü muhteşem krallığı yıkılsa da, o hâlâ yüzyıllar boyu bütün liderlerin uygulayacağı bir düzenin kurucusudur.

Geoffrey’nin eseri Wace tarafından Fransızcaya çevrildi. Eklemelerle eseri zenginleştiren ve “Roman de Brut adıyla” yayımlayan Wace aracılığıyla, Arthur destanı Avrupa’ya yayılır. Eser Anglo-Saksonca’ya da çevrilir. Wace, Arthur’un Britonlar için gerektiğinde geri döneceğine yönelik inanışla ilgili olarak şöyle yazar: “Arthur Avalon’da (bir tür cennet) sonsuz gençliği yaşıyor. Yaraları iyileşti ve Britonlar kendisine ihtiyaç duyduğunda geri gelecek.” Arthur’un bir gün geri döneceği inancı o kadar kuvvetliydi ki zaman zaman politik amaçlar için kullanılıyordu. Örneğin 1113’te bir Fransız keşiş Cormvall’da bu inanışı alaya aldığı için halk ayaklanmıştı. 1119’da Glastonbury’de bir mezarın Arthur’a ait olduğunun söylenmesi, büyük ihtimalle Galler direnişinin kırılması için düzenlenen bir kampanyanın parçasıydı.

İşin ilginç yanı, ezilen Britonları ve zapturapt altına alınan Galler’i temsil etmesine rağmen, Arthur’u Norman asıllı İngiltere krallarının da ideal hükümdar imgesi olarak benimsemesiydi. 15. yüzyıl sonunda, Galler kökenli Tudor ailesi İngiltere tahtına çıktı. Hanedanın ilk kralı VII. Henry, büyük oğluna Arthur adını koydu. Oğlunun Yuvarlak Masa efsanesinin çıkış yeri olan Winchester’de doğduğuna dikkat çekerek halkın sempatisini kazanmaya çalıştı.

Arthur Efsanelerinin Doruk Noktası

Kral ArthurDaha önce hep şiir formunda yazılan Arthur romansları 13. yüzyıldan başlayarak düzyazı olarak kaleme alınmaya başlar. Bu yüzyılın en dikkati çeken örneklerinden biri, Orta Fransızca ile yazılmış beş düzyazı öyküden oluşan seridir. “Aziz Graal’ın Öyküsü”, “Merlin’in Öyküsü”, “Lancelot”, “Kutsal Kâse’nin Peşinde” ve “Arthur’un Ölümü” öykülerinden oluşan bu seri Arthur efsanelerindeki ilk tutarlı ve birbiriyle bağlaşık dizidir. Bu seride Arthur’un rolü azalmış, Galahad karakteri ile Büyücü Merlin öne çıkmış, Arthur’un şehri Camelot’un önemi artmıştır. 1230’lardaki ikinci akımda yer alan öykülerde ağırlık Kutsal Kase arayışıdır.

Arthur destanlarını konu alan Ortaçağ metinlerinin doruk noktasına, ya da günümüzde bildiğimiz Kral Arthur efsanesine hiç beklenmedik bir yerde, 15. yüzyılda Britanya’nın en kötü hapishanesi ününe sahip olan Londra Kulesi’nde ulaşıldı. Eski bir parlamento üyesi olan Sir Thomas Malory gasp, tecavüz ve cinayete teşebbüs suçlarından yargılanacağı günü beklerken efsanenin hemen bütün versiyonlarını tek bir kitapta toplayan “Arthur’un Ölümü” adlı eseri kaleme aldı. (Le Morte d’Arthur). Thomas Malory’nin 1469 yılında Kanlı Güller Savaşı şiddetini artırırken tamamladığı bu ünlü eserinin asıl adı “Kral Arthur ve Yuvarlak Masanın Soylu Şövalyelerinin Tam Kitabı”dır. Malory kendinden önceki pek çok romanstan faydalanmıştır. Hem bu nedenle hem de “Arthur’un Ölümü”nün İngiltere’de matbaada basılmış ilk kitaplardan biri olması nedeniyle sonraki dönemlerde Kral Arthur üzerine yapılan pek çok çalışma Malory’nin kitabına dayanır.

Gerçekte belki hiç var olmasa bile Kral Arthur, Batı dünyası için ideal bir kralın nasıl olması gerektiğini gösteren bir figürdü. Yüzlerce şövalye ve kral onu örnek aldı, binlerce sanatçı onu anlattı, milyonlarca sıradan insan da onun gibi bir önder bekledi.

Arthur Efsanesi’nin Yapıtaşları

ExcaliburCamelot: Camelot adı Arthur efsanelerine 12. yüzyılda Chretien de Troyes’nın yazdığı Lancelot öyküsüyle girdi. Bu saray ve etrafındaki yerleşim birimi, adalet, doğruluk ve Hıristiyan değerlerle yönetilen bir ütopya kentti. Camelot bir ırmağın yanında kurulmuştu. Etrafı ormanlar ve ovalarla çevriliydi. Merkezinde Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin ibadetlerini yerine getirdiği muhteşem Aziz Stephen Katedrali bulunuyordu. Bu katedralin mimarı, Camelot’un Hıristiyanlaşmasını sağlayan Arimathealı Aziz Joseph’in oğlu Josephus’tu. Şehrin diğer önemli bir yapısı, Yuvarlak Masa’ya da evsahipliği yapan görkemli kaleydi. Londra dahil pek çok gerçek mekanın, şairlere Camelot için esin verdiği söylenir.

Yuvarlak Masa ve Şövalyeler: İlk olarak Wace’in Roman de Brut isimli eserinde karşımıza çıkar. Yalnızca bir masa değil şövalyelik düzeninin en yüksek değerlerini temsil eden bir motiftir. Üyeleri, yani Kral Arthur’un şövalyeleri bu düzenin temsilcileridir. Arthur, Camelot’un kralı olsa da temel anlayış hiçbir şövalyenin masada otururken birbirine üstün olmadığıdır. Masa bu nedenle yuvarlaktır, yani başköşesi yoktur.

Arthur hayranı olan İngiltere Kralı I. Edward (saltanatı: 1272-1307), Winchester Şatosunda bir yuvarlak masa yaptırmıştır. Bu masanın 1250-1280 arasında yaptırıldığı dendokronolojik çalışmalarla kanıtlanmıştır. Bugün şatoda duvara asılı duran masaya, Kral Edward efsanelerde yer alan 25 şövalyenin ismini kazıtmıştı. Batı Ortaçağı deyince insanların gözünde canlanan şövalyelik imgesi bu efsaneye dayanır. Thomas Malory,“Arthur’un Ölümü’’nde ideal şövalyelik yasalarını şöyle sıralar:

  • Asla şiddet uygulama, cinayet işleme.
  • Asla ihanet etme.
  • Asla zalim olma, merhamet dileyene aman ver.
  • Hizmet ettiğin hanımına, iyi aileden gelen kadınlara ve dullara yardım elini uzat, onlara asla zor kullanma.
  • Dünyevi zevkler ya da aşk uğruna çıkan haksız kavgalara karışma.

Excalibur: Excalibur, Arthur’a kral olduktan bir süre sonra “Gölün Hanımı” denilen büyülü bir varlık tarafından verilmiştir. Büyülü bir maddeden yapılmış kılıcı kırmak olanaksızdır. Kını, taşındığı müddetçe sahibini yenilmez hale getirmektedir. Ancak kılıç, Arthur’un kötü kız kardeşi Morgan Le Fay tarafından çalınır. Arthur kılıcı geri almayı başarır, ama kın kaybolur. Cammlan Savaşı’nda Arthur, oğlu Mordred’i Excalibur ile öldürür, ancak kın olmadığı için kendisi de ölümcül bir yara alır; kılıcı Bedwyr’e (veya Griflet) verip göle atmasını söyler. O anda gölden çıkan bir el kılıcı yakalayıp suyun derinliklerine çeker. Arthur kılıcın gerçek sahibine geri döndüğünü anlayarak ebedi uykusuna çekilir.

Başka Arthur öykülerinde ise, Excalibur dışında, Arthur’un krallık hakkının kanıtı olarak taştan çekip çıkarttığı bir kılıçtan daha söz edilir. Bütün mitolojilerde, kahramanın, krallık hakkını kanıtlamak ya da görevleri başarmak için büyülü bir kılıçla donatılması sık karşılaşılan bir durumdur. Bugün İngiltere taç giyme törenlerinde, Danimarkalı kahraman Ogier’in efsanevi kılıcının 17. yüzyılda yapılmış halefi “Curtana” hâlâ kullanılmaktadır. Excalibur da önceki efsanelerden esinlenilerek hikayeye katılmıştır. İskandinav ve İrlanda mitolojilerinde bu tür kılıçlar vardır. Yunan mitolojisindeki demirci tanrı Hephaistos ve onun Perseus ve Achilleus gibi kahramanlar için dövdüğü kılıçlar da unutulmamalı. Keltler arasında kutsal göllerde kılıç saklanması inanışının yaygın olduğunu da eklemeliyiz.

Kutsal Kase: İsa’nın kanını taşıyan kap olduğuna inanılan Kutsal Kase imgesi ilk olarak “grail” (kase) kelimesiyle Chretien de Troyes tarafından kullanılmıştır. Grail büyük olasılıkla Eski Fransızcadaki Graal (derin çanak) kelimesinden türetilmiştir. Bu obje, kase, tabak, boynuz, kitap ya da taş gibi farklı şekillerde tasavvur edilmiştir. İnanışa göre Kutsal Kase, İsa tarafından “Son Akşam Yemeği”nde kullanılmıştı. Sonra Arimathealı Aziz Joseph çarmıhtaki İsa’nın terini ve kanını bu kaseye doldurdu. İsa’nın ölümünden sonra Joseph hapse atılarak açlığa mahkum edildi. Ancak her gün kendisine taze yiyecek ve içecek sağlayan Kutsal Kâse’nin gücüyle yıllarca dayandı. Esaretten kurtulduktan sonra Britanya’ya gelip Ynys Witrin’e (Glastonbury) yerleşti. Kutsal Kase’yi Corbenic’te bir kalede muhafaza etti. Kızı Anna ve kocası Bronşun soyundan gelen krallar kâseyi koruma görevini üstlendi.

Yüzyıllar sonra kalenin yeri unutuldu. Bir gün Kutsal Kase imgesi, Arthur ve Yuvarlak Masa şövalyelerine görünür. Yuvarlak Masa’da kimsenin o güne kadar oturamadığı yere oturma hakkına sahip bir şövalyenin geleceği ve Kutsal Kâseyi bulacağı müjdelenir. Bu olayın akabinde Lancelot’un oğlu Galahad, Yuvarlak Masa’ya katılır ve şövalyelerin şövalyesi için ayrılmış yere oturma hakkını kazanır. Ardından Arthur ve şövalyeleri Kutsal Kase’yi bulmak için Britanya’nın dörtbir yanına dağılırlar. Nihayet şövalye Parsifal kayıp kaleyi bulur. Kalede mızrakla yaralanmış halde “Balıkçı Kral”ya da “Kutsal Kase Kralı” ile karşılaşırlar. Ama Parsifal sorması gereken soruyu unutur; eli boş döner. Kalenin sonraki konuğu Sir Lancelot’tur; o da kraliçeyle zina yaptığı için içeri alınmaz. Sonunda Galahad gelir ve Kutsal Kase’yi görmesine izin verilir. Galahad, Kutsal Kase ile beraber cennete alınır.

Kutsal Kase Arayışı zamanla Arthur efsanelerinin en önemli öğesi haline gelmiştir. Kelt mitolojisinde ölüleri dirilttiğine inanılan “Büyülü Kazan” imgesiyle Hıristiyan inanışlarının birleştirilmesi sonucunda ortaya çıktığı açıktır.

Avalon: Bu adadan Monmouthlu Geoffrey’nin eseri “Britanya Krallarının Tarihi”nde bahsedilir. Kral Arthur, son savaşında aldığı yaraları iyileştirmek için Avalon’a gider. Burası aynı zamanda Arthur’un büyülü kılıcının yapıldığı yerdir. Adada Arthur’un yaraları iyileştirilecek, gerektiğinde ülkesini düşmanlara karşı korumak üzere geri dönecektir. Insula Pomorum yani Elma Adası olarak da geçen Avalon, Geoffrey tarafından şöyle anlatılır: “(Adada) tarlaların ekilmeye ihtiyacı yoktur çünkü ekinler kendi kendilerine yetişir. Dokuz kız kardeş tarafından adil bir şekilde yönetilen bu yerde insanlar yüz yıldan fazla yaşarlar.”

Avalon Adası druidlerle rahibelerin bir arada yaşadığı bir yerdir. İnanışa göre Britanya’da paganlığın yerini Hristiyanlık almaya başladığında, artık diğer inançlardan olanlarla barış içinde yaşayamayacaklarını anlayan ada sakinleri adanın çevresini kalın bir sis örtüsüyle kapatır. Bundan sonra yalnızca yolu bilen insanlar adaya ulaşabilecektir.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.