Tarih Öncesi Döneme Ait Kalıntılar Neden Çok Az?

Günümüzde, tarih öncesi insanların ilk yerleşimlerine ilişkin daha çok bilgimiz olmasına karşın, arkeologların incelediği ilk taş aletlerin çoğu, tarih öncesi insanlarının bıraktıkları gibi bulunmamıştır. Tarih öncesi insanları, herhangi bir nedenden dolayı bir yeri terk edip başka bir yere göç ettiklerinde, doğanın güçleri bu terk edilen yerleşim yerlerinin yüzeyinde bırakılanların düzenini değiştirmiştir. Bu doğal olaylar, özellikle buzul dönemlerini ve Pleistosen’de iklim ile ilgili başka yoğun olayları yaşayan Avrupa’da ve kuzeydeki yörelerde oldukça şiddetliydi. Bazı yerleşme yerleri tümüyle buzlarla kaplanmak gibi korkunç bir sonla da karşılaşmıştı. Bu büyük buzul kitlesinin önü, tıpkı dev bir buldozer gibi, her önüne çıkanı ezip parçalayarak ve harman gibi savurarak her yeri kaplamıştı. Böyle yerinden oynatılan ya da ezilen ya da buzula yakalanıp içine katılanlar arasında, yerleşme yerinin asıl özgün tabanında bırakılmış çeşitli aletlerin yanı sıra, çadır ya da barınak temelleri, çadır ağırlıkları, gömütler, ateş izleri ve başka her şey bulunuyordu. Sonunda buzul eriyip, bütün bu sürüklediklerini ardında bıraktığında, bu sonucu biz ikincil birikinti olarak niteleriz. Buradaki buluntular yerlerinden oynatılmıştır ve ikincil bir ortam içindedir. 

Tarih öncesi yerleşim yerlerinin çoğunu (belki de buzullar ile kaplananlardan daha çok) olumsuz etkileyen ve bu kadar olağanüstü görünmese de aynı oranda yıkıcı olan bir başka etken, yamaçlardaki buzu yeni çözülmüş pis toprağın bayır aşağı çok yavaş ilerlemesidir. Toprak akması adı verilen toprağın böyle kendi kendine yavaşça devinimi, buzuldan yüzlerce kilometre uzakta olan sert iklimli bölgelerde yer alabiliyordu. Eğer eski bir arkeolojik yerleşim yeri toprağın akışından etkilenen bir eğimde (hafif bile olsa) yer almışsa, tüm aletler, kemikler, ateş kalıntıları ve başka kalıntılar birbirine karışacak ve az çok bağdaşık bir karmaşa içinde eğimin dibine sürüklenecektir. Tüm bunlar sonunda bir akarsu aracılığıyla bir vadinin dibine taşınmış olabilirler. İlk yerleşim yerlerinden çoğu, bu ikincil yer değiştirme süreciyle yıkılmış olmalıdırlar.

İklimleri daha yumuşak olan bölgelerde bile, doğal güçlerin tarih öncesi ilk insanların yerleşim alanlarını yıkabileceği başka yollar da vardı. Bir nehrin yatağının çok az değişmesi bile nehrin kıyısının, üstünde ya da altındaki tüm yerleşim alanlarıyla birlikte, çökmesine ve bazı bölümlerinin sürüklenmesine yol açabilirdi. Deniz kıyısındaki toprak aşınması da aynısını yapabilirdi. Deniz ya da göllerin su düzeyleri yükseldiğinde, bu sular yerleşim alanlarını önce dalga hareketiyle yıkıntıya uğratabileceği gibi, buraları sel de basabilirdi. Rüzgarın oluşturduğu aşınma da bir başka yıkıcı etken sayılabilir. İlk insanların çoğunlukla yaşadıkları, fazla derin olmayan mağaralar ya da kaya barınakları bile doğal olayların etkisindeydi; jeologlar kaya barınaklarının birçoğunda aşınma olaylarının izlerini ve bu olaylar sırasında, içlerinde çoğunlukla suyun hareketiyle barınaktan dışarı taşınmış ve dağılmış insan yapımı kalıntı ve aletlerin olduğu mağara çökeltileri buldular.

Aslında böyle düzeni bozulan tüm taş aletler, kemikler ve diğer cisimler bir daha bulunmamak üzere yok olmamıştır. Doğal olarak bazıları tanınmayacak kadar küçük parçalara bölünmüş, bir nehir ya da buzul döneminin buzul katmanlarınca denize taşınmış ve buzul eridiğinde de dibe çökmüştür. Yine de bu ilk aletlerin ve kemiklerin birçoğu, özellikle karmaşayı yaratan bir nehir ya da toprak kayması ya da bu ikisinin bileşimiyse, çok uzağa sürüklenmemiştir. Arkeologlar yoğun buluntuları daha çok nehirlerin çakıllarına iyice karışmış durumda (olasılıkla bu aletlerin nehir tarafından başlangıçta sürüklendiği yerin birkaç yüz metre ya da kilometre uzağında) ya da yamaçların dibinde, artık durulmuş toprak akışının çökeltisi içinde bulmuşlardır. İkincil bağlamda olmakla birlikte, bu buluntu yerleri de arkeolojik konumlar sayılırlar. Bu buluntular, yamacın üstündeki ya da yukarı nehir yatağındaki bir ya da birden çok yerleşim alanının, gerçekte birincil bağlamlı olan yerinden oynatılmış ya da karıştırılmış kalıntılarıdır.

İkincil bağlam içindeki buluntu ya da birikintilerden zengin bir taş alet topluluğu çıkarılabilir ise de, bunlar kültürel yorumlamalar yönünden bir arkeolog için pek doyurucu değildir. Özgün birincil bağlam içindeki her buluntunun ve özellikle küçük buluntuların, ikincil bağlam içinde bulunması beklenemez. Bunun yanı sıra, taş aletler taşınma sırasında bazen o kadar aşınırlar ki, ne olduklarını saptamak bile olanaksızlaşır. Ayrıca, hangi buluntuların birlikte olduğunu saptamak bile olanaksızdır (değişik çağlara ve kültürlere ilişkin değişik alanlarda bulunan aletler aynı akarsuyun yatağının çakılları arasına karışmış olabilir). Böylece aletlerin yapıldığı ve kullanıldığı görece sırayı ya da aletlerin belli bir yerleşim alanındaki kulübeler, ocaklar ve diğer yapılar ile mekansal ilişkilerini bilemeyiz.

Arkeologlar geçtiğimiz yüzyıldan başlayarak giderek daha çok sayıda birincil bağlam içindeki alanları bulup kazı yapmaya başladılar. Bunlar yerleşim alanlarıyla, ilk insanların, av hayvanlarını öldürüp parçalamak için kullandıkları daha küçük yerler gibi, özel amaçla kullanılan alanlardaki karışmamış yerleşim tabanlarıdır. Bu gibi yerlerden, en eski çağlardaki yaşama ilişin çok daha fazla bilgi elde edilmektedir. Buralar, arkeologların çoğunlukla ikincil bağlam içindeki alanlarda bulduğu taş alet toplulukları üzerinde çalıştıklarında ortaya çıkan kuşkulardan bazılarını gidermekte ve bazı karışıklıkları açıklığa kavuşturmaktadır.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.