31 Mart Olayı

II. Abdülhamit’in 1878 yılında Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırmasından sonra onu tahttan indirip yerine V. Murat’ı geçirmek için iki silahlı girişim olmuş fakat her ikisi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Sonraki on yıl içerisinde önemli bir örgütlü eylem olmadı ama sıkı hükümet denetimine rağmen okullarda hafif tertip bir çalkantı sürmekteydi. İlk örgütlü muhalefet topluluğunun 1889’da, Mekteb-i Tıbbiye’de kurulmuş olduğu anlaşılıyor. Bu tarihte dört öğrenci, amacı anayasa ve parlamentoyu geri getirmek olan İttihad-i Osmani Cemiyeti’ni kurmuştu. Sonraki birkaç yıl boyunca bu cemiyet çok yavaş şekilde büyüdü. Cemiyetin bazı üyeleri padişahın zaptiyesi tarafından tutuklanmış, bazıları ise dışarıya, çoğunlukla da Paris’e kaçarak tutuklanmaktan kurtulabilmişti. Bunlar Paris’te risale ve dergilerde Sultanı sertçe eleştiren mülteci Osmanlı meşrutiyetçilerinden küçük bir topluluk buldular. Bu topluluğun önde gelen şahsiyeti, Osmanlı parlamentosundan bir milletvekilinin oğlu olan Bursa eski Maarif Müdürü Ahmet Rıza’ydı. Ahmet Rıza öteki mültecilerle birlikte küçük bir cemiyet kurmuştu ve 1895’ten itibaren de Osmanlıca ve Fransızca dillerinde Meşveret gazetesini yayınlamaktaydı. Topluluk Fransa’da kendine Jeunes Turcs (Jön Türkler) adını vermişti.

Paris’te toplananların sayısının giderek artması harekete hem yeni bir ivme kazandırıyor hem de rekabete de yol açıyordu, çünkü Jön Türklerin hepsi Ahmet Rıza’nın peşinden gitmeye istekli değildi. Bunun nedeni Ahmet Rıza’nın inançlı bir pozitivist haline gelmiş olması ve dini reddedişinde çoğu Jön Türk’ün kabul edemeyeceği kadar aşırıya kaçmasıydı. Kişiliğinin de bir payı vardı; Ahmet Rıza uzlaşmaz ve geçimsiz bir kişiliğe sahipti.

1899 yılının Aralık ayında Prens Sabahattin’in Paris’e gelişiyle muhalefet hareketi yeni bir ivme kazandı. Sabahattin, imparatorluğu canlandırmak için asgari devlete ve serbest girişimin gücüne inanan katıksız bir liberaldi, oysa Ahmet Rıza gitgide bir Osmanlı milliyetçisi haline gelmekteydi. Hareket ikisi arasında bölündü ve bu bölünme 1902’de Paris’te düzenlenen ilk “Osmanlı Liberalleri Kongresi”nde açığa çıktı. Sabahattin’in grubunun dahil olduğu çoğunluk, gerek şiddetin ve gerek Osmanlı İmparatorluğu’na yabancı müdahalesinin II. Abdülhamit’i ortadan kaldıracak vasıtalar olarak kabul edilebilir olduğunu ilan etti. Ahmet Rıza ise İmparatorluğun bağımsızlığı için endişe ettiğinden her iki vasıtayı da kabul etmedi. Kongre sonrasında Prens Sabahattin önce “Osmanlı Hürriyetperverân Cemiyeti”ni ve sonra 1906’da “Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kurunca, bölünme resmiyet kazandı. Jön Türkler, Prens Sabahattin’in önderliğindeki Adem-i Merkeziyetçiler ile Ahmet Rıza’yı lider kabul eden İttihatçılar olmak üzere ikiye ayrılmışlardı.

Yurtdışında II. Abdülhamit karşıtı hareketler kendi aralarında bölünme yaşarken, Eylül 1906’da genç bürokrat ve subayların Selanik’te kurduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Mehmet Talat’ın örgütleme dehası sayesinde Makedonya’da hızla yayılmıştı. Örgüt 1907’de Paris’teki mültecilerle temas kurmuş ve Ahmet Rıza’nın düşüncelerini Prens Sabahattin’inkilere göre daha uygun bulduklarından, gruplarını onun grubuyla birleştirme kararı almıştı. Selanik’e gidip görüşmeler yapan Doktor Nazım’ın çabaları sonucu iki grup 27 Eylül 1907 tarihinde resmen birleşti. Birleşme sırasında cemiyetin adı da değişti ve Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) adını aldı. Bu birleşme ile İttihat ve Terakki siyasi niteliğinin yanı sıra askeri bir nitelik de kazandı.

İttihat ve Terakki gizli cemiyetinin devrim stratejisi doğrultusunda, Resneli Niyazi  ve yaklaşık 200 fedaisi, 3 Temmuz 1908’de eşgüdümlü bir harekâtta Ohri yakınlarında dağa çıkıp Kanun-ı Esasi’nin geri gelmesini istediler. II. Abdülhamit Makedonya’ya önce güvenilir subaylar ve sonra da Anadolu’dan asker gönderilmesi suretiyle isyanı bastırmaya çalıştı, ancak isyanı bastırmak için gönderdiği Metroviçe Fırkası Kumandanı Şemsi Paşa’ya öldürüldü, yerine gelen Müşir Osman Paşa kaçırıldı ve İzmir’den gönderilen birlikler de Resneli Niyazi’nin safına geçti. Sonunda II. Abdülhamit pes etti ve 23 Temmuz 1908 gecesi otuz yıllık bir aradan sonra Kanun-i Esasi yeniden yürürlüğe konuldu.

31 Mart Olayı’na Giden Süreç

Devrim sonrasındaki ayların en önemli olayı otuz yıl sonra ilk kez yapılan seçimler idi. Seçimlerde İTC’nin yanı sıra aday olan tek örgüt Osmanlı Ahrar Fırkası’ydı. Fırka, 2 Eylül 1908’de İstanbul’a gelen fakat İTC’den umduğunu bulamayan Prens Sabahattin tarafından sütkardeşi ve yardımcısı Ahmet Fazlı’ya 14 Eylül’de kurdurulmuştu. Partinin çekirdeğini Türkler oluştursa da, İttihatçılara muhalif olan ne kadar Arap, Ermeni, Rum ve Arnavut varsa bu partide örgütlenmişti. Ancak bu partinin ülke çapında bir örgütü yoktu ve seçimlerden galip çıkan İTC’nin aksine yalnızca bir sandalye kazanabilmişti.

Cemiyet üyeleri iktidara geldiklerinde daha demokratik bir düzen getirme, özgürlük alanlarını genişletme ve parlamenter rejimi yerleştirme düşleri görmüşlerdi. Oysa Meşrutiyet rejiminin dayanakları fazla güçlü sayılmazdı. Her şeyden önce Osmanlı İmparatorluğu’nda düşünce özgürlüğü ile beslenen ve belli bir kültür düzeyine ulaşmış orta sınıfa mensup bir halk kitlesi henüz oluşmamıştı. Kandırılmaları, manipüle edilmeleri son derece kolaydı. Meşrutiyet ile başlayan özgürlük ortamı, daha en başından itibaren bir kısım halk, basın ve diğer etnik gruplar tarafından kötüye kullanılmaya başlanmıştı. Köylüler, Meşrutiyet’i vergi ödememek olarak görürken memurların Meşrutiyet’ten tek anladıkları terfi ve maaş zammıydı. İstanbul sokaklarına dökülen halk, özgürlük sarhoşluğu içinde eski rejimden ve onun baskıcı memurlarından öç almaya başlamıştı. Kimi devlet adamlarının arabaları limon ve çürük yumurta yağmuruna tutuldu. Dönemin gazeteleri olaylar yerine kişilerle uğraşmaya, doğruluğu anlaşılamayan haberler vermeye ve halk adına yalan yanlış fikirlerin savunuculuğunu yapmaya başladı.

Özgürlükleri yeni dönemin bir gereksinimi olarak gören İTC, Kanun-i Esasi’ye eklediği 120. madde ile tüm Osmanlı yurttaşlarına önceden haber vermeksizin örgütlenme ve toplantı yapma hakkı tanımıştı. Bundan en çok faydalanan Türk unsuru dışında kalan etnik guruplar olmuş, siyasi çizgileri giderek milliyetçiliğe ve bağımsızlığa kayan azınlıkların kurduğu örgütler mantar gibi çoğalmaya başlamıştı.

Gün geçtikçe büyüyen bu anarşi ortamında doğrudan olmasa bile İttihat ve Terakki’nin payı oldukça büyüktü.

İTC liderleri padişaha güvenmedikleri halde, onu azledecek gücü de kendilerinde bulamıyorlardı. Hele hükümetin dizginlerini kendi ellerine geçirecek güvene hiç sahip değillerdi. Yaş ve kıdem, Osmanlı toplumunda otoritenin çok önemli önkoşullarıydı ve çoğu yüzbaşı ve binbaşı ya da küçük bürokrat olan yaşları yirmilerinin sonlarında ve otuzlarının başlarında olan bu Jön Türklerde ikisi de yoktu. İktidara açıkça el koymanın sonucunda düzenin bozulacağı endişesiyle hükümeti, en azından bir süreliğine Osmanlı Seçkinlerine bırakmaya karar vermişlerdi. Yapılan ilk seçimlerde Türk tarihinin ilk siyasi partisi olarak büyük bir başarı kazanan İttihat ve Terakki üyeleri kabine kurma görevini üzerlerine almayarak sadece bir iki üye yerleştirmekle yetindi. Fakat ilk günden itibaren de kurdurduğu her hükümetin işine karışarak onları perde arkasından yönetmeye çalıştı.

Ne var ki bu durum aslında bir yönetim boşluğunu da beraberinde getirmiş; durumdan faydalanan Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini açıklamış ve Girit, Yunanistan’a katılmıştı. Hem iç hem de dış politikada yaşanan sıkıntılar, “hürriyet, musavvat ve uhuvvet” ilkeleri ile yola koyulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı şiddetli bir muhalefetin doğmasına neden olmuştu

Devrimin şaşırtıcı başarısından sonra ülkedeki en sözü geçen güç olduğu halde 1908 yılı boyunca ve 1909’un ilk aylarında Ahrar Fırkası’nın dozunu giderek artıran muhalefeti, nasıl bir yol izleyebileceklerini hala tespit etmemiş olan İttihatçıları daha da bunalttı.  Fakat Ahrar Fırkası ile asıl çekişme konusu, İTC’nin, denetim altında tutmak istediği İngiliz yanlısı Sadrazam Kâmil Paşa ile geçinememesi üzerine belirecekti. İTC’nin perde arkasından her işe karışmasına Ahrar Fırkası üyeleri gibi öfke duyan Kâmil Paşa da bu topluluğa katılmış ve kendisiyle İTC arasındaki ilişkiler gittikçe gerginleşmişti.

Resneli Niyazi

Ahrarcılar Kâmil Paşayı istememenin İngiliz düşmanlığı anlamına geleceğini söylüyorlardı. İttihatçılar da hem İngilizlerle arayı hoş tutmaya çalışıyorlar hem de Kamil Paşa’yı devirmek istemelerine karşın bunun İngilizlerle aralarını bozacağını düşündüklerinden kararsızlık içindeydi. Nitekim kimi İttihatçıların Sarayda (6 Aralık 1908) ve Mebusan Meclisi’nde (13 Ocak 1909) Paşayı devirmek istedikleri halde bu işi başaramamaları, Ahrarcılara ve Paşa’ya büyük güven verdi. Paşa bunun üzerine İttihatçıların onaylamış olduğu Harbiye ve Bahriye Nazırlarının görevlerine son verip, kendi adamlarını getirmeyi denedi. Böylece İttihatçıların İstanbul’da askeri bir dayanak olmak üzere Rumeli’den getirmiş olduğu avcı taburlarını başkent dışına çıkarabileceğini düşündü. Bu, İttihat ve Terakki’nin hükümet üzerindeki baskısını boşa çıkarabilirdi. Fakat Paşa’nın bu yoldaki darbe girişimi boşa çıktı. Sadrazam Kâmil Paşa’nın niyetini anlayarak tam bir seferberliğe giren İttihatçılar, daha bir ay önce oybirliğiyle Paşaya güvenoyu vermiş olan Meclis’i Mebusan’ın bu sefer ezici bir çoğunlukla güvensizlik oyu vermesini sağladı. 14 Şubat’ta İTC Kâmil Paşayı görevinden almayı ve yerine Cemiyet’e yakın olan Hüseyin Hilmi Paşa’yı geçirmeyi başardı.  Ne var ki Meclis’te çoğunluk olmalarına karşın artık kendilerini güvende hissetmiyorlardı.

İç ve dış sorunlar arasına sıkışan ve muhalefetin baskısıyla bunalan İTC giderek otoriter bir yola sapmaya başladı. Kraldan daha çok kralcı olan İTC destekçilerinin muhalif gazetecileri tehdit etmeye başlaması da işin tuzu biberiydi.

31 Mart’ın Elebaşı: Derviş Vahdeti

İTC’nin karşısına çıkan diğer muhalefet türü, özellikle ulema ile tarikat şeyhlerinin alt tabakasından olan muhafazakar dinci çevrelerden gelmekteydi. 1908 yılının Ekim ayına rastlayan Ramazan sırasında, meyhane ve tiyatroların kapanması, fotoğraf çekiminin yasaklanması, kadınların hareket özgürlüğünün kısıtlanmasının talep edildiği ve hatta Türk gölge oyununun tek temsilcisi Karagöz oyununun şeriata aykırı olduğunu ileri sürerek yasaklanmasının istendiği birçok olay ve en az iki ciddi ve şiddetli gösteri olmuştu. Çoktandır Nakşibendi şeyhi Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesi etrafında toplanmış olan bu şeriat yanlıları sonunda örgütlenerek 3 Nisan’da İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’ni kurdular.

Derviş Vahdeti karikatürlerdeki gerici tiplere pek de benzemeyen bir insandı. Kâmil Paşa’nın memleketi olan İngiliz yönetimi altındaki Kıbrıs’ta esnaftan birinin oğlu olan Derviş, sefalet içinde büyümüş ve uzun süre hafızlık yaptıktan sonra, İngilizlere yanaşmak için İngilizce öğrenerek ve gerektiğinde onların kıyafetine bürünerek yanlarında işe başlamıştı. Kendi ifadesiyle, redingotlu ve eldivenli bir adam olarak kraliçe adına verilen balolara bile katılmıştı. Asıl amacı Saraya kapağı atmak olduğundan İstanbul’a gelmiş, Dahiliye Nazırı Memduh Paşa sayesinde “Göçmen Komisyonu”na atanmış ve Paşa’nın yalısında imamlık yapmaya başlamıştı. Fakat Saraya girmek isteği onu jurnalciliğe kadar götürmüş ve hamisi Memduh Paşa’yı maaşına zam yapmadığı için padişaha jurnallemekten çekinmemişti. Olayı bizzat padişahtan öğrenen Memduh Paşa da onu Diyarbakır’a sürgüne göndermişti. Fakat Meşrutiyet’in ilanıyla oluşan özgürlük ortamında serbest bırakılınca tekrar İstanbul’a geldi. Önce İTC’ye girdi, fakat kişisel tatminsizlik yüzünden onlardan da ayrılarak Fedekaran-i Millet’e katıldı. Şimdi ise Volkan’da, Ahrarcıların safında adem-i merkeziyetçi, özel girişimi destekleyen, Meşrutiyetçi, insaniyetçi, medeniyetçi, İngilizci ve Osmanlıcı (azınlık eşitliğini savunucu) bir tutum sürdürüyordu. Kısacası net bir fikir dünyası olmayan, çıkarları neyi işaret ederse oraya yönelen bir kişiydi.

31-mart-ayasofyaDerviş Vahdeti’nin çıkardığı Volkan gazetesi amansız bir İTC düşmanı, koyu bir şeriat taraftarı ve İngiliz yanlısıydı. İşin ilginci zaman zaman II. Abdülhamit’i eleştiren yazılar da yayınlamasıydı. Şeriatçılıktan faydalanarak öne çıkmak düşüncesini ana hedefiydi. Gerçekten ümmetçilik ve şeriatçılık akımı bu dönemde hızla yayılmaktadır. Derviş Vahdeti giderek Meşrutiyet aleyhinde gelişen bu ortamı şeriatçılığa kanalize etmek ve şeriatçılığı örgütleyerek kendi önderliğinde siyasi bir topluluk haline sokmaya çalışmaktadır. Üstelik Volkan’daki yazılarında pervasız ve korkusuzdur:

Ey zabit! Sana ihtar edeyim ki siyah sakalımla elâ gözlerimle, münevver yüzümle ara sıra göğsüne çökeceğim. İntikamımı kendi elimle alacağım. Seni mecnunlar gibi sokak ortasında bağırtacak, dağ başlarında süründüreceğim… Ey zabit! Cemiyetiniz birkaç kişiden ibaret diyorsun! O halde niçin bizden korkuyorsun. Fakat korkan sen değilsin. Ahmet Rıza Beydir, (Meclisi Mebusan Reisi) Baha Şakir Bey’dir, (Mebus, ünlü İttihatçılardan) Dr. Nazım Rahmi ve Cavit Beylerdir. Ve daha birkaç hâris anarşisttir…

6 Nisan’da İTC’ye karşı sert muhalefetiyle tanınmış “Serbesti” gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi’nin, subay kılığında olduğu söylenen biri tarafından Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi bardağı taşıran son damlaydı. Cinayeti kimin işlediği belli değildi, ama cinayet İTC’nin üzerine yıkıldı. Halk arasında yayılan söylentilere göre cinayet Abdülkadir adındaki bir İttihatçı tarafından İTC’nin verdiği bir emirle işlenmişti. İTC ise giderek yayılan bu söylentiyi yalanlamak için fazla bir çaba harcamaya gerek görmedi. Katil ya da katillerin yakalanamaması ve olayın üzerine fazla gidilmemesi halkın öfkesini artırmıştı.  Düzenlenen cenaze töreni Derviş Vahdeti’nin de gayretleriyle medrese öğrencilerinin geniş ölçüde katıldıkları büyük bir gövde gösterisine dönüştü. Sanki İstanbul’da İTC’ye karşı olmayan hiç kimse yok gibiydi.

Bu elverişli kargaşa ortamı içinde, 13 Nisan 1909’da (Rumi takvimle 31 Mart 1325 tarihinde başladığından bu ayaklanma 31 Mart Olayı ya da 31 Mart Vakası olarak anılmaktadır) 31 Mart Olayı patlak verdi. O gün çıkan -ve bir gün önceden hazırlanmış- muhalif gazeteler sanki olacakları önceden haber almışlardı. Mizan’da alışılmışın dışında olağanüstü olarak iri puntoyla çıkan bir yazı, ulemayı İTC aleyhindeki akımı desteklemeye çağırıyordu. Mevlanzade ise gazetesinde “bizi bizden çok düşünen” İngilizlerin öğüdünü açıklıyordu: İTC giderse Avrupa sermayesi Osmanlı Devleti’ne büyük yatırımlar yapacaktı.

İttihatçılar ve yabancı gözlemciler, geçmiş aylardaki bütün bu iç çekişmeye ve yaşanan gerginliklere silahlı bir ayaklanma patlak verdiğinde tam bir şaşkınlığa uğradılar. O gece, Taşkışla’da bulunan ve İTC tarafından henüz bir hafta önce güya daha az güvenilir Arap ve Arnavut askerlerinin yerine geçmeleri için getirilmiş olan Hamdi Çavuş komutasındaki Makedonya taburunun askerleri ayaklanarak subaylarını esir aldılar. Subaylar tutukladıktan sonra sabahın 4’üne doğru kışlanın kapıları açılmış ve askerler Ayasofya Meydanı’na ilerlemeye başlamışlardı. Sayıları giderek artan askerlere bir süre sonra yüzlerce hoca ve medrese öğrencinin katılması ve “şeriat isteriz” sloganlarıyla, ilk başta askeri bir isyan olarak başlayan hareket kısa sürede irticai bir kimliğe büründü.

Bu sırada hükümetinin başındaki Hüseyin Hilmi Paşa’nın tutumu son derece trajikomiktir. Ayaklanmayı elindeki askeri güçlerle bastıracağı yerde isyancılara nasihat çekmekle, topu başkasına atmakla vakit geçiriyordu. İsyancıların Galata Köprüsü’nden geçerek diğer isyancılarla birleşmesini önlemek için köprünün her iki başını tutacak makineli tüfekli birlikler yollayan 1. Ordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa bastırma buyruğunun gelmesini bütün gün boşuna bekledi durdu. Mahmut Muhtar Paşa olayların ancak zor kullanılarak bastırılacağını biliyor ama beklediği yetki bir türlü gelmiyordu. Sonunda akşamüzeri kendi emrindeki birliklerin de isyancılara katılabileceği endişesiyle askerleri kışlalarına yolladı ve görevinden istifa etti. Oysa bu sırada isyana katılanlar tüm kışlaları dolaşıp yavaş yavaş başka birlikleri de saflarına çekmekteydiler.

Ayaklanmanın daha bu ilk aşamalarında başlarında subay olmayan, yalnızca erlerden ve çavuşlardan oluşan dağınık askerlerin önüne düzenli bir ordu çıkarılsaydı bu ayaklanma başlamadan ve kansız biterdi. Ancak bazı mevkilere gelmiş kişiler o mevkiinin koltuğunu doldurma becerisini ve basiretini gösterememişlerdi.

Hükümet ne yapacağını bilmez halde iken, saatler ilerledikçe sayıları giderek artan isyancılar, klasik yeniçeri ayaklanmalarında olduğu gibi, Şeyhülislam Ziyaettin Efendi’yi Ayasofya Meydanı’na getirerek isteklerini hükümete ilettiler:

  • Sadrazamın, Harbiye ve Bahriye nazırlarının azledilmesi,
  • Bazı İttihatçı subayların başka yerlere gönderilmesi,
  • Meclis-i Mebusan’ın İttihatçı Başkanı’nın (Ahmet Rıza) değiştirilmesi,
  • Bazı İttihatçı milletvekillerinin İstanbul’dan uzaklaştırılması,
  • Şeriatın geri getirilmesi,
  • İsyancı askerler için genel af.

Bu talepler karşısında Sadrazam öğleden sonra saraya gidip istifasını sundu. İstifası II. Abdülhamit tarafından kabul edildi. Ertesi gün, renksiz bir diplomat olan Tevfik Paşa’nın sadrazam olarak atandığı ilan edildi. Yeni kabinenin Harbiye Nazırı Müşir Ethem Paşa askerleri ziyaret etti, onlara övgüde bulundu ve bütün isteklerinin karşılanacağına dair söz verdi. Askerler ve gericiler zaferlerini coşkun bir şekilde kutladılar.

Olaylar sırasında İttihatçılara yönelik en az yirmi kişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin yaralandığı bir katliam gerçekleşmişti; ölenlerin çoğu subaydı, ama içlerinde ünlü İttihatçılarla karıştırılan iki de milletvekili bulunuyordu: Ahmet Rıza zannedilen Adliye Nazırı Nazım Bey ve Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahid sanılarak öldürülen Lazkiye vekili Arslan Bey.

Sokaklarda mektepli subay avına çıkan isyancılar subayların çoğunu vahşice öldürmüştü. Örneğin Yıldız Sarayı subaylarından altı tanesi mutfağa götürüp boğazlanmış, “Padişah, ancak millet olursa vardır. Milleti mahvetmek isteyenleri bu toplarla kahretmek boynumuzun borcu olmalıdır” dediği için Asâr-ı Şevket Zırhlısı’nın komutanı Deniz Binbaşı Ali Kabuli Bey kendi askerleri tarafından II. Abdülhamit’in gözleri önünde öldürülüp cesedi bir ağaca asılmıştı.

Ahrar liderleri ilk andan itibaren isyanı tamamen İTC aleyhtarı bir olaya dönüştürmeye ve isyanın gerici, Meşrutiyet aleyhtarı ve II. Abdülhamit taraftarı bir yöne gitmesini önlemeye çalışmışlar ama başaramamışlardı. Ayaklanma ortamını hazırlayan muhalefetin bu işi sağlama bağlamamış olması iki nedenden ileri gelmiş olabilir: Ayaklanmanın kötü planlanmış olması, İTC’ye karşı darbe başarıya ulaştığında meydanın nasıl olsa kendilerine, dolayısıyla adamları olan Kâmil ve Nazım Paşalara kalacağına inanmaları. Oysa bir olasılık daha vardı: O da meydanın II. Abdülhamit’e kalması.

Gerçekten de öyle oldu, meydan o gün II. Abdülhamit’e kaldı. Muhalefetin ayaklandırdığı askeri, muhalefetin can düşmanı II. Abdülhamit kazanmıştı. O gün akşamüstü başlamak üzere, İstanbul’daki birtakım askeri birlikler Yıldız’a gelip bağlılıklarını sundular. Abdülhamit de hiç değilse balkona, çıkıp karşılık göstermeyi ihmal etmedi, çünkü muhalefetin kendisini de tahttan indirmeyi düşündüğünün pekâlâ farkındaydı

31 Mart Olayı’nın Nedenleri

mahmud-sevket-pasa31 Mart Olayı’nın nedeni hakkında birkaç farklı şey söylenebilir. Farklı topluluklar farklı nedenlerle Meşrutiyet yönetiminden hayal kırıklığına uğramıştı. Eski rejimin yıkılması II. Abdülhamit düzeninin üyeleri olarak yaşamlarını kazananları çok kötü etkilemişti, bunlara padişaha jurnaller vermiş olan İstanbul’da faal binlerce hükümet casusu da dahildi ve bunlar yanlış ve yanlı bilgiler yayarak halkı İTC’ye karşı kışkırtıyordu. Yeni hükümetin akılcı ve hesaplı politikaları, hükümet dairelerinde eski yönetimin adam kayırmacılığından kaynaklanan istihdam fazlalığına son vermeyi amaçlamıştı. Her kademeden binlerce devlet memuru işlerini kaybetmiş bulunuyordu. İstanbul gibi, devletin ana gelir kaynağı olduğu bir kentte bunun geniş kapsamlı sonuçları olmuştu. İşten çıkarılan memurlar doğal olarak yeni düzenin karşısına geçmişlerdi.

Ordudaki başlıca sıkıntı kaynağı, askeri okullar ve Harbiye’de eğitim görmüş mektepli subaylarla, alt kademelerden yetişip gelen alaylı subaylar arasındaki sürtüşmeydi. Alaylı subaylar eski rejim taraklıdan kayırılmış, maaşları düzenli ödenmiş ve İstanbul içinde ve civarında Birinci Ordu’ya tayin olunmuşlardı. Mektepli subaylardansa kuşku duyulmuştu. Bunda haklıydılar da, çünkü 1908 Meşrutiyet Devrimi’ne yol açanlar bu modern eğitim görmüş subaylar olmuştu. Oysa İTC iktidara geldikten sonra Harbiye mezunu olmayan alaylıların ordudaki sayı ve rollerini azaltmak için harekete geçmiş ve ilk aşamada I. Ordudan 1400 alaylı subayı kadro dışına çıkarmıştı. Şimdi bu mektepli subaylar yönetimi ele almışlardı. Alaylı subayların birçoğuna yol verildiği gibi çoğunun rütbeleri indirilmiş ve daha kötüsü alt kademeden yükselip subay olmaya son verilmişti. İTC’nin, alaylı subaylarının hepsini kısa bir süre sonra tasfiye edeceği söylentileri ordu içerisinde hızla yayılmaya başlamıştı ve bu söylentilerden etkilenen alaylı subayların, mektepli subaylarla arası her geçen gün biraz daha bozulmuştu.

Üstelik Alaylılar eski ordunun gevşek disiplinine ve rahat ortamına alışmışlardı; şimdiyse Prusya talim yöntemlerini kendilerine benimsetmek isteyen genç subaylar sıkı bir talim ve eğitim uyguluyordu.  Hassa ordusunda geceleri “Nasihat” adıyla verilen dini vaazların yerini çıkarılan bir emirle askeri eğitim almıştı. Bu durum İlmiye sınıfına bağlı din adamları tarafından istismar edilerek, “kafirlerin ordudan namazı kaldıracakları ve artık erlerin namaz kılamayacakları” şeklinde propaganda malzemesine dönüştürülmüş ve bu askerler yönetime karşı kışkırtılmıştı.

31 Mart Olayı’nın en büyük destekçisi şeriat yanlılarının da kendilerine göre haklı nedenleri vardı. Meşrutiyet devriminden bu yana sekiz aydır açıkça laik yasalar çıkartılmadığı halde, alt rütbeden ulema belirli bir şekilde, devrimin yol açtığı ortam değişiminin kendilerini tehdit ettiği duygusuna kapılmıştı. İTC’nin kurucusu ve şimdi Meclis Başkanı olan Ahmet Rıza’nın dine bakış açısı bazı Jon Türkleri bile rahatsız edecek kadar keskindi. Bu topluluğu özellikle tahrik eden bir durum, sınavlarından zamanında geçemeyen “Talebe-i Ulûm” adı verilen medrese öğrencilerinin askeri hizmetten artık muaf tutulmamaları idi.

İsyanın Arkasındakiler

İşin kanlı bir biçim alması dolayısıyla onu başlatanların ona sahip çıkmaktan çekinmeleri, askerin sonradan II Abdülhamit’e yönelmesi, Harp Divanı’nın da siyasal nedenlerle ayaklanmanın derinine gitmekten kaçınması (cezalandırılanların çoğu askerler gibi fiilen ayaklanmaya katılmış olanlardı), olaya bir bilinmezlik havası katmıştır. Bu yüzden 31 Mart Olayı’nın arkasındaki güç olarak üç farklı açıklama yapılagelmiştir.

Birincisine göre olayı diktatörlük kurmasına olasılık sağlasın diye isyanı İTC düzenlemiş, fakat ipin ucunu kaçırmıştır. Askeri kuvveti elinde tutan, kendisi de iktidarda bulunan bir siyasal kuruluşun kendi aleyhinde kendi askerlerini -yapmacık da olsa- ayaklandırması görülmüş şey değildir. II. Abdülhamit de anılarında ayaklanmayı ilk başlatan Hamdi Çavuş’un Kamil Paşa’nın oğlu Sait Paşa tarafından para verilerek isyana teşvik edildiğini, Sait Paşa’nın amacının Meclis önünde askerlerin gösteri yapmasıyla İTC hükümetini düşürmek olduğunu belirtir. Zaten olayların da gösterdiği üzere bu iddianın üzerinde durmaya bile gerek yoktur.

İkinci sav ise bu isyanının II. Abdülhamit tarafından düzenlendiğidir. Kendisi düzenlemiş olsaydı, suçu esas itibarıyla istibdatçı özlemler taşımaktan ibaret olanları bile idama mahkûm eden ordunun Harp Divanı, bunun açık kanıtlarını ortaya koyarak tahttan indirmeyi haklı göstermeyi herhalde isterdi. Elbette II. Abdülhamit’in Kanun-i Esasi’nin yürürlüğe girmesinden sonra gizlice istibdatçılarla ilişki kurup jurnal almaya devam etmesi, ayaklanmadan sonra ayaklananları kınamaktan kaçındığı gibi onları okşayacak bir tutum benimsemesi, pencereye çıkıp isyancı askerleri selamlaması, asi askerlerin elindeki sancağa Mecidi nişanı takması yüzünden Meşrutiyet’i destekleyen bir padişah gibi davrandığı söylenemez. Fakat bunlar ayaklanmanın sorumluluğu ile ilgili konular değildir. En fazla bu ayaklanma sonrası iktidarı yeniden ele geçirebileceği umuduyla yaşananlara kayıtsız kalması olarak açıklanabilir. Ayrıca II. Abdülhamit’in 31 Mart Ayaklanması’ndan kendine bir zarar gelir diye haklı olarak korktuğu ve telaşa düştüğü bilinmektedir. Zaten kendisiyle uzlaşmış durumda bulunan İTC’ye karşı II. Abdülhamit’in bir harekette bulunması mantıksızlık olurdu.

hareket-ordusu-yesilkoy

Hareket Ordusu kente girdiğinde, görünüşte onları rahat karşılamış ve saraydaki askerlere direniş göstermemelerini emretmişti. Hatta I. Ordu komutanı Nazım Paşa ile yanındaki komutanlar Hareket Ordusu’na karşı koymak istediklerinde, “Paşalar! Ben Halife-i İslam’ım; Müslüman’ı Müslüman’a kırdıramam” demiş ve komutanları isyanı bastırmak için gelen Hareket Ordusu’na silah çekmemeleri için yemin ettirmişti. Sonradan anılarında, isyanla herhangi bir ilişkisinin olduğunu yalanlamıştı.

Eldeki tüm veriler gösteriyor ki, ayaklanmayı muhalefet düzenlemiş ve başlatmış fakat kontrol edememişti. Muhalefet kanadı oldukça geniş bir yelpazeyi kapsıyordu: Başta Prens Sabahattin olmak üzere Kâmil Paşa ve oğlu Sait Paşa, İsmail Kemal ve Müfit Beyler, Mizancı Murat, Mevlanzade Rıfat, Said-i Kürdi, Derviş Vahdeti gibileri ve bunların buyruğu ve etkisi altındaki siyasal örgütler. Yani Ahrar Fırkası ve onun dinsel kolu olan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti. Bu oluşumu destekleyen yardımcı güçler de vardı: Bunlardan biri özellikle El-İslam Cemiyeti ve gazetesi çevresinde kümelenmiş ulema ile neredeyse tüm medrese öğrencileridir.

Muhalefetin ikinci müttefiki, İTC tarafından ordudan çıkarılan alaylı subaylardı. Askeri yalnızca kışkırtmakla kalmamışlar, bir bölümü de er kıyafeti giyerek ayaklananlara katılmıştır.

Üçüncü bir yardımcı gücün de Arnavut ulusçuluğu olduğu söylenebilir. Osmanlı’nın çok kısa bir zaman sonra Balkanlardan tamamen gidici olduğunu anlayan Arnavutlar, II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte ulusal kongre, okul, dernek ve yayınlarla büyük bir kültür hamlesi başlatmış ve ulus devlet yoluna girmişlerdi. Fakat bu çalışmaların İTC’nin Türkleştirmeye yönelik politikalarıyla uyum sağlaması olanaksızdı. Oysa Ahrar Fırkası’nın adem-i merkeziyetçi görüşü Arnavutlar açısından biçilmiş kaftan olduğu gibi,  Ahrar’ın arkasındaki İngiltere desteği de ileride kurulabilecek bağımsız bir Arnavut devleti için güvence olarak görülüyordu. Hem ayaklanan askerlerinin başındaki Hamdi Çavuş’un Arnavut olması, hem de Meclis’teki Arnavut vekillerin ayaklanmayı her koşulda sonuna kadar desteklemeleri bunun göstergesidir.

İTC ise ayaklanmanın sorumluluğunu tamamen Sultan Abdülhamit’in ve Şeyh Vahdeti’nin öncülüğündeki dinsel muhalefetin omuzlarına yıkmıştı. O sıralarda, isyancılarda bol para bulunmasında ve askerlere ödemelerin görünüşte altınla yapılmış olmasında da Abdülhamit’in parmağı olduğu düşünülmüştü. Aynı nedenle bazıları, İngiltere ile Osmanlı liberalleri arasındaki yakın ilişkileri göstererek İngiltere’nin bulaşmış olmasından kuşkulanmıştı. İsyancılarca dile getirilen talepler, askeri mahkemeler önünde yapılan ve muhalefet liderlerinin anılarında yer alan tanıklıklar da 31 Mart Olayı’nın arkasındaki güç olarak Ahrar’ı göstermektedir. İsyancıların saldırılarında İttihatçı kişileri ve iş yerlerini seçmiş olmaları da bu görüşü desteklemektedir. Bununla beraber, Şeyh Vahdeti ve İttihat-ı Muhammedi çevresindeki dinci muhalefetin, ayaklanmanın örgütlenmesinde ve askerlerin harekete geçirilmesinde önemli bir rolünün olduğu açıktır. Ayaklanmayı ilk kışkırtan liberal muhalefet olmuş, kendi gücünü olduğundan fazla görüp, gerici kitleyi kullanabileceğini düşünmüştü. Fakat ayaklanmanın başlamasının hemen ardından onlara egemen olacak bir konumda olmadığı ortaya çıkmıştı.

İsyanın Bastırılması

31_mart_idamİttihat ve Terakki’nin merkezi olan Selanik’te 31 Mart Vakası duyulur duyulmaz büyük bir öfkeyle hemen harekete geçildi. Bir yandan Selanik Redif Tümeni’nin çekirdeğini oluşturduğu Hareket Ordusu’nun kurulması ve derhal İstanbul’a doğru yola çıkarılması karar altına alınırken, ertesi gün için Selanik’te büyük bir miting düzenlendi. Hareket Ordusu’nun başında Hüseyin Hüsnü Paşa vardı. Tarih sahnesine ilk kez çıkacak Kolağası rütbesindeki Mustafa Kemal’in Hareket Ordusu’ndaki rolü ise Kurmay Başkanlığı idi.

Hareket Ordusu 14 Nisan akşamı trenle yola çıktı, 20 Nisan günü İstanbul’a ulaştı. Ordu İstanbul’a yaklaştığında komutası Mahmut Şevket Paşa’ya, Kurmay Başkanlığı görevi ise Berlin Ateşemiliterliğinden dönen Enver Paşa’ya devredildi.  II Abdülhamit’in verdiği emir sayesinde fazla direnme görmeyen Hareket Ordusu 24 Nisan’da tümüyle İstanbul’a egemen olup sıkıyönetim ilan etti. Hareket Ordusunun isyanı bastırışı sırasında en kanlı olaylar, gerek Taşkışla, gerekse Taksim Kışlası’nda başıbozuk eratın cahil komutanlarına uyarak direnişe devam etmeleri sonucu meydana geldi. Taşkışla, Binbaşı Enver Bey (Paşa) tarafından Harbiye bahçesine yerleştirilen bataryalarla topa tutulmuş, ayrıca yarma harekâtı yapmak isteyen avcı taburuna ait askerler ise makineli tüfeklerle ateş altına alınmıştır. Taksim’deki Topçu Kışlası’ndaki ise isyancı askerler kuleye “teslim olmak” anlamına gelen beyaz bayrak çekmişler ama Hareket Ordusu askerleri kışlayı almak için yaklaştıklarında ateş etmeye başlamışlardı. Bu aldatmacada Kurmay Binbaşı Muhtar Bey şehit olmuş, kışla ancak top ateşine tutulmak ve yıkılmak suretiyle teslim alınabilmiştir.

İsyan bastırıldığında Hareket Ordusu’nun kaybı 3’ü subay olmak üzere 71 askerdi. İstanbul’un Şişli ilçesindeki Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne inşa edilen Abide-i Hürriyet anıtı, işte bu ölen askerlerin anısınadır.

İsyanın elebaşı olan Derviş Vahdeti Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinden sonra kılık değiştirerek önce Gebze’ye ardından İzmir’e kaçtı. Fakat yapılan bir ihbar sonucu yakalanarak İstanbul’a getirildi. Ahrar Fırkası’nın kurucusu Prens Sabahattin de yakalanarak tutuklanmış fakat İngilizlerin devreye girmesiyle serbest bırakılmıştı.

26 Nisan 1909’da isyancıları yargılamak için Topçu Feriki Hurşit Paşa başkanlığında Divan-ı Harp kuruldu. Divanı Harp ilk idam kararını 3 Mayıs 1909’da verdi ve isyanda önemli rol oynayan çavuşlardan 13’ü asıldı. Bunun yanı sıra Divan-ı Harbin farklı tarihlerde vermiş olduğu kararlara göre, suçu sabit görülen 62 isyancı idama, 37 isyancı ömür boyu hapis ve kal’abentliliğe, 390 isyancı hapis ve 139 isyancı da sürgün cezasına çarptırılmıştır.

Derviş Vahdeti’nin yargılanması ise yaklaşık bir ay sürdü. Vahdeti savunmasında kendisinin deli olduğunu söylemiş ve cezasının ona göre verilmesini istemişti. Fakat bu savunma onu kurtarmaya yetmeyecek ve halkı kışkırttığı Ayasofya Meydanı’nda kurulan bir darağacında son nefesini verecekti.

Hareket Ordusu askeri noktaların tamamında güvenliği sağladıktan sonra Meclis-i Milli 27 Nisan 1909’da toplandı ve Sultan II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi kararlaştırıldı. Yalnız bunun için gereken fetvayı almak fazla kolay olmadı. Fetva Emini Hacı Nuri Efendi padişahın bir fetva ile tahttan indirilmesinin sonuçlarının iyi olmayacağını ve bu nedenle II. Abdülhamit’in kendi isteği ile tahtı bırakmasını istiyordu. Sonunda Şeyhülislam Mehmet Ziyaettin Efendi’den II. Abdülhamit’in hal’ edilmesi ya da tahttan feragat etmesinin uygun olduğuna dair iki farklı fetva alındı.

Meclis-i Mebusan’ın II. Abdülhamit’i tahttan indirdiğini bildirmesi için Arif Hikmet Paşa, Aram Efendi, Esat Paşa ve Emanuel Karasu’dan oluşan dört kişilik bir heyet Yıldız Sarayı’na gönderildi. Zaten bu arada taht değişikliğini belirten 101 pare top atışı yapılmış ve II. Abdülhamit durumu öğrenmişti. 27 Nisan’ı 28 Nisan’a bağlayan gece Sultan II. Abdülhamit beraberinde ailesi ve hizmetçilerinden oluşan 28 kişi önce Sirkeci’ye oradan da trenle Selanik’e gönderildi. Selanik’te kalacağı Alatini Köşkü’ne varana kadar kendisine Kurmay Binbaşı Fethi Bey (Okyar) muhafızlık etti. Tahta ise II. Abdülhamit’in kardeşi Mehmet Reşat Efendi çıkarıldı.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.