27 Mayıs 1960 Demokrat Parti’nin Eseriydi

Demokrat Parti dönemi oldukça büyük umutlarla başlamıştı. Çünkü muhalefette iken DP’nin temel vaatleri hep daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi üzerineydi. Kısacası DP, İnönü döneminde iyice yıpranan CHP’ye karşı halkın gözünde yeni bir soluk yeni başlangıçtı. Ne var ki DP kendisine bağlanan umutları boşa çıkarmakta gecikmedi, verdiği vaatlerin hepsini iktidar olduktan sonra unutuverdi. Daha fazla özgürlük vaatleriyle iktidara gelen DP, özgürlük alanını genişletmek bir yana uygulamaya geçirdiği baskıcı politikalarla Türk insanını eski dönemleri mumla aratır hale getirdi.

Oysa her şey Demokrat Parti’nin lehinde başlamıştı. 1950’de patlak veren Kore Savaşı dünyada birçok hammaddenin ve tarımsal ürünlerin fiyatlarını yükseltmiş, bu durum ekonomisi neredeyse tamamen tarıma bağlı olan Türkiye’ye geçici bir refah dönemi sağlamıştı. Savaştan sonra ABD’nin özendirmesiyle 1948’de başlayan geniş çaplı karayolu yapımı sürdürülerek, o güne değin piyasaya açılamamış olan birçok kırsal kesim ürünlerini rahatça satma olanağına kavuşmuştu.

Fakat bu iyi gidişe rağmen Demokrat Parti’nin önderleri Celal Bayar ve Adnan Menderes’in bir huzursuzluğu, bir hırçınlığı vardı. Nesnel koşullar bu kadar kendi lehlerine olmasına karşın iktidara geldikten sonra bile her an iktidardan ayrılabileceklerinin rahatsızlığını duyuyorlardı. Belki de kimi yazarların dediği gibi gerçekten de Menderes ve Bayar’da bir “İnönü fobisi (yılgısı)” bulunuyordu.

İnönü korkusunun ilk adımı 8 Ağustos 1951’de TBMM Halkevleri ve Halkodalarını devletleştiren bir yasanın Meclis’ten geçirilmesiydi. Bu kurumlar CHP’nindi ama siyasi bir kurum olmalarının çok üstünde bir eğitim, kültür yuvasıydılar. Demokrat Parti belki farkında değildi ama bu kurumları işlevsizleştirerek Türk toplumuna kültürel bir darbe indirmişti. İkinci adım 1953 yılında CHP’nin bütün malvarlığına “haksız iktisap” denilerek el konulması oldu. Bu, CHP’nin tüm hareket alanını kısıtlamak, maddi olanaklarını elinden alarak kendisine karşı yapılacak muhalefeti engelleyebilmek için atılmış bir adımdı. Fakat DP’nin düşmanlığı yalnızca CHP’ye yönelmiş değildi. Temelinde kendisine muhalefet edebilecek her oluşuna karşı düşmandı. Nitekim Atatürk Devrimleri’ni kendi elleriyle yozlaştırmalarına karşın, Atatürk ve devrimlerinin karşısında diyerek Millet Partisi’ni 8 Temmuz 1953’te kapatmaları tam bir ironiydi. Keza 1954 seçimlerinde Demokrat Parti yerine Cumhuriyetçi Millet Partisi’ne oy verdiği için Kırşehir’in ilçeye dönüştürülmesi de Menderes’in demokrasiye ve çok partili sisteme bakışını yansıtıyordu.

Demokrat Parti’de İlk Çatlaklar

1954 seçimleri yaklaşırken artık DP içindeki çatlaklar da iyice gün yüzüne çıkmaya başladı. Hükümetin basının kendisini eleştirmesine ağır cezalar getiren, daha doğrusu basını sansürleyen bir yasayı çıkarması Demokrat Parti içindeki demokrasi yanlılarını bile artık isyan ettirmişti. Yasayla Menderes hükümeti mahkemeye verilen gazetecileri iddialarını ispatlamak hakkından yoksun bırakmıştı. Sanığın en temel haklarından biri olan kendini savunma hakkı engellenmişti. “İspatçılar” olarak adlandırılacak 19 DP milletvekilinin “ispat hakkı” uğrunda verdikleri savaşım, Menderes tarafından alay konusu yapılarak sonuçsuz kalınca, bunlar da DP’den istifa etmek zorunda kaldılar ya da çıkarıldılar. 1955 sonunda Hürriyet Partisi’ni kurdular. Milletvekileri partiden istifa ederken, Menderes onlarla alay etmeyi sürdürüyor, kendisini alkışlayan Demokrat Parti grubuna seslenerek “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diye diyordu.

Demokrat Parti’nin demokrasi söylemlerine inanan yalnız siviller değildi. Korgeneral Fahri Belen ve Kurmay Albay Seyfi Kurtbek ordudan istifa ederek 1950 seçimlerinde DP’den milletvekili olmuştu. Ordu-DP ittifakı imajı seçimlerin DP tarafından kazanılması ve bürokrasiden gelen direnişin kırılması üzerinde etkili olmuştu. Ancak ordu tabanının DP iktidarından beklentileri gerçekleşmedi kısa zamanda hayal kırıklığı doğdu. Bayındırlık Bakanlığına getirilen Fahri Belen DP’nin hükümet etme biçimi ve adam kayırmacılığıyla bağdaşmadığından istifa etti. Buna karşılık doğrudan doğruya DP hükümetinin isteklerine uygun davrananlar yükselmeye ve iktidar olanaklarından yararlanmaya başladılar. Ordu çevrelerinin DP iktidarından beklediği, aralarından bir bölümüne kişisel nüfuz ve itibar sağlanması değil, toplumun modernleşmesinin motor gücü olarak gördükleri Silahlı Kuvvetlerin modernleşmesi, etkinleşmesi ve böylelikle Silahlı Kuvvetler’in toplumsal öncü rolünün pekiştirilmesiydi.

Demokrat Parti iktidarı 1950 seçimlerinde arkasına aldığı seçmen gücünü, 1954 seçimlerinde de korumayı başarınca rejim içindeki dayanaklarından bağımsızlaşmaya ve parlamentodaki iktidarını bürokrasi ve ordu ile paylaşmaktansa parti aygıtında toplamaya yöneldi. DP’nin iktidardaki tavrı giderek sertleşirken arka arkaya birçok baskıcı uygulama birbirini izlemeye başladı. Memurların siyasi haklarının kısıtlanmasının ardından, yargıçların ve profesörlerin erken emekli edilmesini ve memurların görev sürelerine bakılmaksızın işten çıkarılmasını sağlayan yasalar çıkartıldı. Menderes gücünün doruğundaydı ve TSK’ya korkusuzca meydan okuyordu: “Ben orduyu yedek subaylarla idare ederim, kravatlı şövalyelerin burunlarını kıracağım.

Ancak 1955, DP’nin egemenliğindeki gelişmenin ve gücünün sınırlarına varılmasına tanık oldu. Ekonomik bunalım ve artan enflasyon, kentlere yığılmaya başlamış olan çalışanlar kitlesinin huzursuzluğunu ve sınıf çatışmalarının şiddetini artırırken, artan eğitim ve iletişim olanakları dolayısıyla tabanı genişleyen aydınlar arasında gelişen yeni düşünceler DP politikalarına alternatif muhalefet arayışlarını güçlendirdi. Bu genel yönelişin Silahlı Kuvvetler üzerinde de iki katlı etkisi oldu. Silahlı Kuvvetler, DP’nin tutucu köylü kitleleri yanında tutmak için dizginlerini salıverdiği şeriatçılıkla kendisini ideolojik olarak derin bir karşıtlık içinde hissetti. Ordu mensupları kendilerini aşağılayan sözlerin yanı sıra, ayrıca DP egemenliği döneminde büyük geçim sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştı.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki İlk Kıpırdanış

Demokrat Parti'nin dört kurucusu27 Mayıs Devrimi’nin Silahlı Kuvvetler’deki öncüleri bu toplumsal ve siyasal gerilimler ortamından yararlanarak, orduyu siyasal iktidarın egemenlik alanından koparmak amacıyla ilk bağımsız örgütlenmeleri oluşturmaya başladılar. Ekim 1955’de İstanbul’da Harp Akademisi’nde genellikle kurmay ya da kurmay adayı subaylar arasında beliren Orhan Kabibay, Dündar Seyhan, Faruk Güventürk, Nuri Hazer, Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı vb’den oluşan ilk çevreyi 1956’da Ankara’da Sezai Okan, Osman Koksal, Talat Aydemir’in başını çektiği ikinci ve Sadi Koçaş, Kenan Esengin vb.’lerin oluşturduğu üçüncü bir çevre izledi. Birbirinden bağımsız ve habersiz olarak kurulan bu örgütler 1956 boyunca Necdet Üruğ, Ahmet Yıldız gibi sonraları önemli siyasal roller üstlenecek olan genç subayları da aralarına katarak genişlemeyi sürdürdüler. Birbirlerinden habersiz örgütlenen ilk iki çevre tek temaslar yoluyla yeni üyeler Orhan Kabibay grubu varlığını fark ettikleri Talat Aydemir çevresinin içine sızarak önce onu denetimi altına aldı; ardından da iki çevre zorunlu olarak birleşti ve Atatürkçüler Cemiyeti böylece oluştu.

Darbecilerin örgütlenme amaç ve biçimleri geleneksel İttihatçı yönteminden pek de farklı değildi. Darbecilerin taktik hedefi Silahlı Kuvvetler personelinin birliklere dağılımını yapan “Erkan Dairesi”nin denetimini ele geçirerek etkili vurucu güce sahip birliklerinin komutasına yerleşmek ve bu birliklerin subaylarını hücreler halinde örgütleyerek teşkilata kazandırmaktı.

Yalnız bu grupların içinde bile birbirinden farklı iki eğilim ayırt edilebiliyordu. “Ilımlılar”, orduda bir ıslahatın yeterli olduğunu düşünürken, “radikaller”, “memleketi ıslah” gibi daha büyük ölçekli bir eylem peşindeydi. Her iki görüşün sahipleri kendi hedeflerine ulaşma konusunda yeterince açık bir plandan yoksun da olsalar, herkesi birleştiren ortak ilke DP iktidarına muhalefetti.

İktidarı ele geçirmeyi düşünenler 1957 seçimleri öncesindeki gerginliğinin darbe için uygun zaman olduğunu düşüyordu. Bu nedenle darbeyi toplumsal ve siyasal olarak hem halk, hem Silahlı Kuvvetler hiyerarşisinin gözünde haklı gösterecek temsili bir önder arayışı şiddetlendi. Önce CHP’nin tarihsel önderi İsmet İnönü’nün ağzı dolaylı olarak yoklandı. Ama ülkeyi çok partili döneme sokan İnönü, demokrasiye zarar verecek bir  girişime sıcak bakmayacağının mesajını verdi. İnönü’den istenen yanıt alınamayınca bu sefer rota DP’nin Savunma Bakanı Şemi Ergin’e çevrildi. İstekleri bir kez daha karşılıksız kaldı. Ve tam bu sırada patlak veren 9 Subay Olayı bir anda planları değiştirdi.

İstanbul yapılanmasındaki darbe ekibi, Binbaşı Samet Kuşçu’yu da teşkilata katmak için nabız yoklamış fakat askeri bir darbeye karşı olan Kuşcu arkadaşlarını ihbar etmişti. Komplo ihbarıyla yakalanan sekiz subay Cemal Tural başkanlığındaki askeri mahkemede yargılandı. Hepsi suçsuz bulunurken onları ihbar eden dokuzuncu subay Samet Kuşçu “orduyu isyana teşvik”ten iki yıl hapis cezası aldı. Ancak bu olay, suçlananların hukuken beraat etmesine karşılık, fiilen Demokrat Parti’nin darbe girişimini sarsıntıya uğratmasına açtı. İlk iki çevredeki subaylar yurtdışı görevlere atandı. Sorgulamalar sırasında subayların konuşmasından ve dolayısıyla teşkilatlarının açığa çıkmasından çekinen diğer üyeler birbirleriyle olan ilişkilerini tamamen kesince 27 Mayıs’tan tam 3 yıl önce 1957’de düşünülen “darbe girişimi” sonuçsuz kaldı. Birleşme görüşmeleri sırasında kendisine güvensizlik belirtilen üçüncü grubun önderi Şadi Koçaş’ın darbeciler arasındaki etkisi artmaya başladı.

Bir yıl öne alınarak 1957 yılında düzenlenen seçimler öncekilere oranla oldukça sert geçti. Muhalefet partilerinin oyları ilk kez %47.7 oy alan DP’yi geçmiş ama uygulanan seçim sistemi yüzünden DP yine ezici bir milletvekili sayısıyla Meclis’e gelmişti: DP 428,  CHP 178, CMP ve Hürriyet Partisi 4 milletvekili çıkardı. Aslında siyasi alandaki bu gerileme ekonomik alandaki gerilemeyi de yansıtıyordu. 1954-57 yılları arasında yıllık GSMH artışı ancak % 3.5 olmuştu. Piyasaya fazla para pompalayarak hızlı bir ekonomik kalkınma hedefleyen DP enflasyonu dizginlenemez duruma getirmiş; tarım alanında ilk yıllarda görülen gelişmenin durması, bozulan dış ticaret dengesi, döviz stoklarının erimesi ülkeyi darboğaza sokmuştu. Dış borç alabilmek için IMF ve Dünya Bankası’nın tüm dayatmaları kabul edildi. Fakat ithal ikameci bir anlayışla yürütülen sanayi hamlesi artık çıkmazdaydı. Aynı yıl yapılan % 320 oranındaki devalüasyon çözüm olmadığı gibi sabit gelirli memuru, işçi kesimini ve ordu mensuplarını ezip geçti. Karaborsa, yokluklar ve kuyruklar Türkiye’nin gündemini oluşturmaya başladı. Üstelik eğitim alanında Cumhuriyet tarihinin tek gerilemesi de bu dönemde yaşanmış, 1955-1960 yıllarında okuryazar oranı %40,5’ten 39.5’e düşmüştü. Bundan sonra yapılacak ilk seçimlerden CHP’nin zaferle ayrılacağı neredeyse kesin gibiydi.

Menderes’i Devirmek Bir Vatan Borcu

Demokrat Parti’nin iyice zayıfladığı bu dönemde partinin dört kurucusundan biri olan Fuat Köprülü’nün 5 Temmuz 1957’de “kurduğu partiyi tanıyamadığını” söyleyerek istifa etmesi DP’nin demokrasi dışı uygulamalarına verilen tokat niteliğinde bir yanıt gibiydi. Köprülü istifa ederken DP’nin programından ayrıldığını, eski kimliğini yitirdiğini belirtiyor ve demokrasiye inanan herkesin Menderes’i devirmek için işbirliği yapmasının “bir vatan borcu” olduğunu söylüyordu.

Derken 14 Temmuz 1958’de Irak ordusu darbe yaptı, iktidarı ele geçirdi. Faysal ve Nuri Sait öldürüldüler. Irak Devrimi DP iktidarında darbe ya da devrim korkularını depreştirmişti. Benzeri bir darbenin Türkiye’de gerçekleşmeyeceğinin en ufak garantisi yoktu. İşte bu ruh hali içinde Menderes ve Demokrat Parti muhalefete karşı baskılarını iyice artırmaya başladı.

Menderes 6 Eylül 1958’de Balıkesir’de muhalefeti Irak’taki devrimin benzerini Türkiye’de istemekle suçladı ve gözdağı vermek için darağaçlarını anımsattı. Bunu Manisa’da 12 Ekim 1958 günü muhalefetin “kin ve husumet” cephesine karşı bir Vatan Cephesi kurulması çağrısı izledi. Çağrının ardından Türkiye’nin dört bir yanında Vatan Cephesi örgütleri kurulmaya başlandı. Vatan Cephesi’ne katılanların adları her gün devletin yayın organlarında bir bir okunuyordu. Radyo neredeyse DP’nin yayın organı durumuna geldi. Oysa bu, siyasal gerilimi iyice tırmandıran, halkı daha da bölen bir kampanyaydı. Muhalefet ise baskılar karşısında artık birleşmeden başka yol olmadığının farkındaydı. 24 Kasım 1958 tarihinde Hürriyet Partisi kendisini feshederek CHP ile birleşme kararı aldı. Köylü Partisi ise CMP ile birleşti.

İnönü’yü Öldürme Girişimleri

Sıradaki adım İnönü’nün yurt gezilerinin önlenmesi hatta öldürülmesiydi! 30 Nisan 1959’da İnönü Uşak’ta Kurtuluş Savaşı’nda karargâh olarak kullandığı evi ziyaret etmek istemiş, ama hükümetten emir alan Vali, İnönü’nün evi ziyaretini engellemeye çalışmıştı. Valinin İnönü’yü engelleyin emrine uymayan Emniyet Müdürü ve Jandarma Komutanı aynı gün görevden alındı. Ertesi gün Demokrat Parti sempatizanı bir grup kalabalık kalabalık, istasyona gitmekte olan İnönü’nün otomobilini durdurdu, İnönü yalnızca başına aldığı bir taş darbesiyle saldırıdan ucuz kurtuldu

Aynı saldırının bir benzeri İnönü İstanbul’da havaalanından kente gelirken gerçekleşti. Taşlı, sopalı DP’liler Topkapı’ya yığıldılar. İnönü geldiğinde yolu bir Trafik Müdürünün arabası tarafından kesildi. İnönü’nün arabası durunca, çevresi Demokrat Partililer tarafından sarıldı (Yıllar sonra TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun raporu, İstanbul Belediye Başkanı ve DP İl Başkanı Kemal Aygün’ün DP Beykoz İlçe Başkanı Mehmet Kaptan’ı telefonla arayarak, Beykoz’daki fabrika işçilerini Topkapı’da İnönü’ye saldırmak için hazır bulundurulmaları emri verdiğini ortaya çıkaracaktı). Olaylar sırasında tesadüfen orada bulunan bir binbaşı, olayı seyretmekle yetinen askerlere arabanın çevresini dipçikle açmaları komutunu verdi ve Trafik Müdürünün arabasını yol ortasından çekmesini sağladı. Bu olayların gazetelerde yazılması yasaklandı, basın beyaz sütunlarla çıktı.

Topkapı olayının İnönü’yü öldürme girişimi olduğu söylenebilir. DP üst düzey yöneticilerin cezai sorumluluğu olup olmadığı kanıtlanamasa bile, siyasal sorumlulukları olduğu açıktır.

İsmet İnönü'yü linç girişimi

1960 Devrimi’nin Kadroları Tamamlanıyor

1960 Devrimi öncesi siyasi ortam böylesine gerginleşmişken Şadi Kocaş, darbenin önderliği için yüksek rütbeli bir general bulunmasını gerekli görüyordu. 1959 kışında 3. Ordu Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel ihtilalcilerin önerisini kabul etti. Bu katılmayla ihtilalcilerin iradesi, içinde iş göreceği ordu hiyerarşisinin nesnel gücü ile birleşmiş ve teşkilatın ülke ölçeğine güvenle yayılabilmesinin maddi olanakları sağlanmıştı. 1959 ve 1960’ın ilk ayları ihtilalciler için DP iktidarını devirmek üzere elde tutulması zorunlu bütün stratejik mevzilerin birer birer ele geçirilmesiyle geçti.

DP hükümeti, yöneldiği baskıcı yönetim biçimi nedeniyle halk üzerindeki güvenini ve dayanağını yitirirken, bürokrasi ve güvenlik örgütlerinin tam bir işbirliğinden de yoksun kalmıştı. ABD ve ClA’dan da hükümete bilgi gelmiyordu. Orduya karşı beslediği derin güvensizlik içinde DP hükümeti kendi haber alma görevlilerinin verdiği bilgilere göre kendisine bağlı olmadığını düşündüğü subayları görevden almaya başladı. Bu çerçevede hükümet Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanmış olan Cemal Gürsel’i emekliye ayırmaya yönelince, darbenin fiili önderliği için Korgeneral Cemal Madanoğlu ile anlaşıldı. Kayseri ve Uşak olaylarında DP’li komutanların emirlerine subayların itaat etmemesi ve aralarından bazılarının istifaları Celal Bayar ve Adnan Menderes’in darbe endişelerini artırıyordu. Fakat kimin darbeci olup kimin olmadığını bilmeleri olanaksızdı. Kendisini her yönden kuşatılmış hissettiği bu ortamda hükümetin muhalefet üzerindeki baskılarını daha çok artırarak adımı CHP’yi parlamento dışı bırakmak üzere kurdurduğu “Tahkikat Komisyonu”ydu.

Tahkikat Komisyonu olağanüstü yetkiler ile donatılmış, aldığı kararlara karşı mahkeme yolu kapatılmıştı. İlk işi siyasi gösterileri yasaklamak oldu. Bunu basına getirilen sansür izledi. Komisyonun kararlarına ne şekilde olursa olsun muhalefet edenler 1-3 yıl arasında, gizli olan soruşturma konusunda açıklama yapanlar 6 ay ilâ 1 yıl arasında hapis cezasına çarptırılacaklardı. Kısacası Tahkikat Komisyonu’nun hiçbir kararı eleştirilemezdi.

Basın, Tahkikat Komisyonu’nun sansürüne karşı değişik yöntemler geliştirmişti. Her yazdıkları haber sansüre uğrayan gazeteler ilgisiz konularla attıkları başlıklar ya da yemek tarifleriyle iktidarı protesto ederken bazıları da Kore’de halkın diktatörlere karşı nasıl ayaklandığı ile ilgili haberler yayınlayarak Demokrat Parti’ye inceden gönderme yapıyordu.

Üniversite Öğrencileri Sokakta

Turan Emeksiz'in vurulma anıTahkikat Komisyonu’nu protesto etmek üzere Ankara ve İstanbul’da üniversite öğrencilerinin sokağa çıkmaları 27 Mayıs Devrimi’ne yol açan süreci hızlandırdı. İnönü’nün Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasından sonra Menderes’e söylediği “Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır. Bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam” sözleri artık gerçekleşmek üzereydi.

28-29 Nisan 1960’da başlayıp 27 Mayıs’a kadar hemen her gün sürüp giden ve DP hükümetini yıkan muhalefetin başlıca kitlesel dayanağını oluşturan öğrenci hareketleri büyük ölçüde CHP tarafından örgütlenmiş fakat üniversitenin önde gelen profesörleri tarafından desteklenmişti. Üniversite öğretim üyeleri kendilerine “Kara Cübbeliler diyen Menderes’e öfkeliydi. CHP, Tahkikat Komisyonu’na karşı parlamento dışında bir kitle hareketi oluşturmaya girişmişti. Daha sonraki yılların CHP örgütlerinin etkin politikacıları olarak tanınacak Bülent Ecevit, Suphi Baykam, Orhan Birgit, Alev Coşkun üniversite öğrencileri ile kurdukları ilişkiler aracılığı sürekli bir kitlesel protesto hareketini ayakta tutmuşlardı.

28 Nisan’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Prof. Bülent Nuri Esen’in Anayasa Hukuku dersini vermeyi “bu konuda konuşmak yasaklandığı ve Anayasa ihlal edildiği için” reddetmesi üzerine öğrenciler bahçeye çıkarak protesto gösterilerinde bulundular. Hükümetin tepkisi oldukça sert oldu. Öğrencilerin üzerine hükümet güçleri tarafından ateş açıldı, Rektör Profesör Dr. Sıddık Sami Onar öğrencileri korumak isterken polis tarafından yaralandı. Orman Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki Turan Emeksiz polisin açtığı ateşle yaşamını yitirdi.

Ertesi gün Ankara’da Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi öğrencileri fakültelerin bahçelerinde toplanarak protesto gösterisine başladılar. Polisin yanı sıra hükümet emrindeki askeri birlikler bir kez daha öğrencilerin üzerine ateş açtılar. Üniversite öğrencilerine silah çekmeyi reddeden Binbaşı Vehbi Ersü derhal tutuklandı. Her iki kentte sıkıyönetim ilan edildi; yüzlerce öğrenci tutuklandı.

27 Mayıs Öncesi Son Günler

Bundan sonra her gün Ankara ve İstanbul’un bütün merkezi yerlerinde yükselen “Menderes istifa” sesleriyle sokak gösterileri düzenlenmeye başladı. Gösterilerin esin kaynağı, aynı aylarda Kore’de Syngman Rhee rejiminin uzun süren ve kanlı öğrenci eylemlerinin ardından yıkılmasıydı. Akşam saatlerinde trafiğin yoğun ve caddelerin insanla dolu olduğu anlarda, ansızın bir köşeden fırlayan bir grup, “Menderes istifa” ve “Özgürlük” sloganlarınlarıyla halkın arasına karışıyordu. Bu gösteriler kesintisiz sürerken “555 K” (5. ayın 5. günü, saat 5’te Kızılay’da) koduyla büyük bir gösterinin yapılacağı kulaktan kulağa yayılmaya başlandı. Gerçekte gösteri haberini yayan DP hükümetiydi ve bu gösteriyle kendisinin sokaktaki gücünü göstermeyi amaçlıyordu. Planlandığına göre, halk bu parola uyarınca sokaklarda biriktiği sırada Başbakan Adnan Menderes insanların arasına karışarak onların sevgi gösterileriyle karşılanacaktı. Ancak, Menderes’in umduğu gerçekleşmedi.

Kızılay Meydanı’na yığılan büyük kalabalık hep bir ağızdan ıslıklarla “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” biçiminde değiştirdikleri “Plevne Marşı”nı söylüyorlardı. Menderes’in arabası Kızılay’da göründüğünde onu karşılayan kalabalık sevgi gösterileri yapmak yerine hep bir ağızdan “Menderes istifa!” diye bağırımaya, yuhalamaya başladı. Menderes arabasından inerek kalabalığın arasına girmeye kalkınca tartaklandı.

DP’ye çıkmaz yolda olduğuna dair son uyarılardan biri 30 Nisan 1960’ta Prof. Dr. Ali Fuat Başgil tarafından yapıldı. Hükümete istifa etmesini öğütleyen Başgil’e, Celal Bayar’ın verdiği yanıt halen daha olayları kavrayamadığını ve daha fazla şiddetin sorunları sona erdireceğini sandığını gösteriyordu: “Hayır, (bizi) eleştirme zamanı geçti, şimdi (gösteri yapanları) tenkil (örnek ceza verme, ortadan kaldırma) zamanıdır.

Ankara’da sıkıyönetim yasağı olmasına karşın 21 Mayıs 1960’ta Harp Okulu öğrencilerinin Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne doğru yaptıkları sessiz yürüyüş, 27 Mayıs 1960 öncesi son büyük protesto gösterisi, son ihtardı..Öğrencilerin eylemi ancak Sıkıyönetim Komutanı’nın ricası üzerine sona ermişti

27 Mayıs Devrimi’ni gerçekleştiren ihtilalcilerden Albay Alparslan Türkeş 27 Mayıs sabahı MBK sözcüsü olarak hareketin amacını Türkiye radyolarından şöyle açıklıyordu:

Bugün demokrasinin içine düştüğü buhran ve müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele alınıştır. Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz, partiler içine düştükleri anlaşamaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarinin nezaret ve hakemliği altında kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır.

Darbe öncesinin toplumsal ve siyasal gerilimini yatıştırmayı ve çatışan taraflar arasında bir hakemlik konumu üstlenme eğilimini belirten bu sözleri ABD ve “müttefik” Batı Avrupa devletlerine karşı takınılacak tavra ilişkin şu açıklama izledi:

Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamıyla riayettir. Büyük Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya ve CENTO’ya inanıyoruz.

ABD, Türkiye’de hükümet karşılı subayların bir darbe hazırlığından haberdar olduğu halde, darbeyi önlemek için girişimde bulunmamıştı. Darbeden bir yıl önce, 5 Mart 1959’da Türkiye ile ABD arasında imzalanan bir ikili anlaşmada “Türkiye’ye karşı tecavüz vukuunda ABD hükümeti, isteği üzerine Türkiye hükümetine yardım etmek için, karşılık olmak üzerinde anlaşmaya varılabilecek şekilde ve Ortadoğu’da barış ve istikrarı sürdürmeyi amaçlayan ortak karar suretinde belirtildiği gibi, silahlı kuvvetlerin kullanılması da dahil olmak üzere, ABD Anayasası’na uygun gerekli her türlü harekete girişecektir” deniliyordu. Dışişleri Bakanlığı, “…dolaylı tecavüz halinde dahi ABD’nin silahlı yardımının sağlanacağını, hatta gizli ve yıkıcı faaliyetlerin vukuundan da aynı garantinin geçerli olduğunu” söylüyordu. Ayrıca harekattan yalnızca 18 gün önce, 9 Mayıs 1960’da “Pentagon’u olağanüstü hallerde müdahaleyle yetkili kılan” bir başka anlaşma imzalanmıştı.

Oysa o günlerde, Türkiye tam bir “darbe öncesi” ortamındaydı. Hükümete karşı grupların hazırladıkları gizli bildiriler, Ankara ve İstanbul’daki USIS bürolarında, İzmir’deki NATO karargahlarında görevli muhalif Türk memur ve subaylar tarafından basılıyor ve dağıtılıyordu. ABD, ikili anlaşmalarda “dolaylı saldırı” ve “olağanüstü hal” olarak tanımlanmış bulunan durumdan sonuna kadar haberdardı. Ancak, DP iktidarını gözden çıkaran ABD yeni alternatifler peşinde olduğu için, ikili anlaşmaların kendisine tanıdığı müdahale hakkını kullanmamayı yeğlemişti.

Doğan Avcıoğlu’nun darbe sonrası yazdığına göre, ABD istihbarat servislerinin bir askeri müdahaleyi kaçınılmaz saydıkları anlaşılmaktadır. CIA, 27 Mayıs hazırlıklarından haberdar olduğu halde, bundan Menderes hükümetini haberdar etmemiştir. CIA ihtilalden aylarca evvel, Washington’a göndermeye başladığı raporlarında hükümet darbesinin kaçınılmaz olduğunu, Adnan Menderes’in günlerinin sayılı olduğunu belirtmiştir.

27 Mayısçılar Arasında Görüş Ayrılığı

Milli Birlik KomitesiDemokrat Parti iktidarının devrilmesinin gerekliliği konusunda 27 Mayısçılar arasında var olan görüş birliği, DP’nin yıkılmasından sonra izlenecek politika konusunda ciddi görüş ayrılıklarını beraberinde getirmişti. Çok farklı seçenekler tartışılıyordu: Askeri bir yönetim kurmak, iktidarı CHP’ye devretmek ya da geçici bir meclis kurarak yönetimi yapılacak seçimlere kadar bu meclise terk etmek… Darbe sonrasında Cemal Gürsel Ankara’ya gelerek görünürdeki önderliğini üstlendiyse de harekete hızla bir yetki anarşisi egemen olmuştu. 27 Mayıs’a şu ya da bu şekilde katılan herkes kendisini MBK üyesi varsayıyor, kendiliğinden bir etkinlik üstleniyordu. Darbenin kamuoyuna sunduğu ilk açık kadro, ertesi gün açıklanan Cemal Gürsel başkanlığındaki geçici hükümetti. İki generalle, Sıtkı Ulay ve Muharrem Kızıloğlu, 15 “partiler dışı” sivilden oluşan geçici hükümetin programı şu noktalardan oluşuyordu:

Yurttaşların haklarını ve özgürlüklerini korumak, antidemokratik yasaları kaldırmak, devlet önlemlerini yeni bir temel düzen üzerinde gerçekleştirmek, çağdaş hukuk düzenine dayalı yeni demokratik kuruluşlar meydana getirmek, ekonomik savurganlığa son vermek, Devlet Planlama Teşkilatı’nı kurmak, ülkenin ekonomik ve mali durumunu iyileştirici önlemler almak, komşu ülkelerle ve tüm dünya ülkeleriyle dostluk ilişkilerini sürdürmek.

Bir süre sonra da, yetki anarşisine son vermek üzere MBK’nin 38 üyesinin adları açıklandı. Geçici bir anayasa ilan edilerek yasama yetkisi MBK’ye tanındı.

İlk Milli Birlik Komitesi üyeleri şu adlardan oluşuyordu

Generaller: Org. Cemal Gürsel, Org. Fahri Özdilek, Tümg. Cemal Madanöğlu, Tuğg. İrfan Baştuğ, Tuğg. Sıtkı Ulay;

Albaylar: Ekrem Acuner, Mucip Ataklı, Osman Koksal, Fikret Kuytak, Sami Küçük, Haydar Tunçkanat, Alparslan Türkeş, Muzaffer Yurdakuler;

Yarbaylar: Rafet Aksoylu, Fazıl Akkoyunlu, Orhan Kabibay, Mustafa Kaplan, Suphi Karaman, Sezai Okan, Ahmet Yıldız;

Binbaşılar: Emanullah Çelebi, Orhan Erkanlı, Vehbi Ersü, Suphi Gürsoytrak, Kadri Kaplan, Muzaffer Karan, Mehmet Özgüneş, Şükran Özkaya, Şefik Soyuyüce, Dündar Taşer;

Yüzbaşılar: Münir Köseoğlu, Selahattin Özgür, Rifat Baykal, Ahmet Er, Numan Esin, Kâmil Karavelioğlu, Muzaffer Özdağ, İrfan Solmazer.

Harekete son günlerde katılmış bazı subaylar MBK’de yer alırken, 1954’de cuntaların kuruculuğunu yapmış olan bazı subayların, darbe sırasında yurtdışında görevli bulunduklarından komiteye alınmamaları, Silahlı Kuvvetler içinde ileride ciddi boyutlara ulaşacak huzursuzluklara yol açtı. Darbe sonrası kadrolaşmada bir başka huzursuzluk konusu da, 1944’te teğmen iken Türkçülük ve Turancılık olayında yargılanmış olan Albay Alparslan Türkeş’in bir emrivakiyle Başbakanlık Müsteşarlığı makamına el koyarak kendisini “rejimin kuvvetli albayı” olarak etrafa sunmasıydı.

Bu sorunlara karşın, askeri yönetimin ilk günlerinde, tüm darbecilerin paylaştığı kararların uygulanmaya konulmasında fazla sorun çıkmadı. Demokrat Parti bakanlarının, milletvekillerinin ve görevlilerinin yargılanması için Yüksek Soruşturma Kurulu ve Yüksek Adalet Divanı kurulması, siyasal parti bucak ve ocak örgütlerinin kapatılması, 27 Mayıs’a karşı direnişleri ezmek için “İnkılabın Korunmasına Dair Geçici Kanun”un kabul edilmesi, DP yanlısı basının susturulması bu ilk önlemin arasındaydı.

Bu arada, bazı radikal kararlar alınarak ordunun bozulan piramidini yeniden kurmak üzere 235 general ile 5 bin subay resen emekliye ayrıldı. “Ağaların Doğu Anadolu’daki etkisini kırmak” gerekçesiyle Kürtlerin önde gelenlerinden 55’i Batı’ya sürgün edildi, 147 öğretim üyesi üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırıldı, Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu.

Ordudaki tasfiye, özünde, “yokluk içinde yaşayan” çok sayıda subay yerine “refaha kavuşturulmuş” az sayıda subaydan oluşan bir komuta mekanizması oluşturmayı öngören bir planın ilk aşamasıydı. Kadro şişkinliğinin giderilmesinden sonra, 1 Man 1961’de çıkartılan 205 sayılı kanunla, “Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının sosyal güvenliklerini sağlamak” üzere Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kuruldu. Başlangıçta subay ve astsubaylara ucuz fiyatla tüketim maddeleri ve hizmet sağlamak gibi işlevsel bir amaçla ortaya çıkan OYAK, özellikle AP döneminde yerli ve yabancı sermaye ile ortaklıklar kuran büyük bir finans holding haline dönüştü.

“55 ağanın sürgünü” olayı ise, ilerici çevrelerde MBK’nin Türkiye’de ağalık düzenini yıkma ve toprak reformunu gerçekleştirme kararının bir göstergesi olarak alkışlandı.

27 Mayıs Devrimi’ni hazırlayan nedenler arasında Türkiye’nin dış bağımlılığı bulunduğu halde, MBK Türkiye’yi ABD’ye bağımlılıktan kurtaracak hiçbir adım atmadığı gibi, 14’lerin tasfiyesinden çok önce ABD’ye yine ayrıcalıklar vermeye başlaması en olumsuz yanlarından biriydi. Temmuz 1960’da MBK, yabancı şirketlere kâr transferi olanağını veren Yabancı Sermaye ve Yatırımını Teşvik ve İnceleme Komisyonu’nu yeniden çalıştırdı. Hemen ardından Türkiye Dışişleri Bakanı ile ABD Büyükelçisi, karşılık para fonlarından Türkiye’ye 1 milyar lira bağış anlaşması imzaladılar. Ağustos 1960’ta ABD Hükümeti, ithal edilen sanayi mamullerinin değerinin ödenmesinde kullanılmak üzere, Türkiye’ye yine “bağış” olarak 34 milyon dolar para verdi. 15 Eylül 1960’ta Türk Hükümeti ile Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası arasında özel yabancı firmaların da katıldığı Ereğli Demir Çelik Fabrikalarının kurulmasını finanse etmek üzere bir anlaşmaya varıldı. Aynı tür bir anlaşma da, Türkiye temsilcileriyle Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OECD) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) arasında imzalandı. Mart 1961’de de, ABD Yardım Teşkilatı (AID) ile yeni özel şirketlerin kurulmasını ve bunların finansmanının Sanayi Kalkınma Bankası aracılığıyla sağlanmasını öngören bir anlaşma imzalandı.

30 Eylül 1960 tarihli bir yasayla Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması, Türkiye ekonomisini kontrol altında bulunduran Batı finans kurumlarının Menderes yönetimine son yıllarda başlayan dayatmalarından birisiydi. Ancak, DPT’nin kuruluş kadrolarında yer alan iktisatçılar, Anayasa’da öngörülen “sosyal devlet” anlayışına uygun bir çalışma yaparak uluslararası mali sermayeden görece özerk bir plan geliştirdiler. MBK liderleri, darbe sonrasının heyecan dolu gönlerinde ulusal sanayiyi geliştirme konusunda bazı girişimlerde bulundularsa da, bunlar bir süre sonra etki siz kaldı.

Türkiye’deki işsizliğe bir çare olarak gelişmiş sanayi ülkelerine göçmen işçi gönderilmesi de MBK döneminde bir hükümet politikası olarak kabul edildi ve ilk göçmen işçi anlaşması Federal Almanya ile 30 Ekim 1961’de imzalandı.

Bununla birlikte, basında çalışanların sosyal haklarını güvence altına alan 212 sayılı kanunun kabul edilmesi, daha önceki siyasal iktidarın “basını kontrol” aracı olarak kullandığı resmi ilan dağıtımının, gazeteciler sendikalarının, üniversite mensuplarının da temsil edildiği Basın İlan Kurumu’na verilmesi, MBK’nin bölünmeden sonraki en olumlu icraatları arasında yer aldı.

14’lerin Tasfiyesi

Darbenin ilk heyecanı geçip de iktidarda kalıp kalmama sorunu gündeme geldiğinde, karşıt iki eğilim ortaya çıktı: Bir yanda Alparslan Türkeş’in başını çektiği “kalıcı otoriter bir rejini kurma” taraftarları, öte yanda MBK’nin halka dayanmadığı,” esasen yönetimin en kısa zamanda seçimle gelecek bir iktidara devredilmesinden yana olanlar vardı. İktidarın tek adayı olarak görülen CHP bu sırada devreye girdi, İnönü’nün ordudaki prestijinden de yararlanarak MBK üyelerini bir an önce seçime gitme konusunda etkilemeye koyuldu. CHP’nin örgütlü gücü karşısında kitle desteği sağlayabilmek için Türkeş kanadı aşırı milliyetçi görüşlere dayanan Türk Kültür Dernekleri’ni kurdu. Öncü adlı bir günlük gazete yayımlamaya başladı. Bu arada, toplumun ideolojik yapısını yeniden biçimlendirmek üzere bir Ülkü Kültür Birliği kurulacağı açıklandı. Bu girişimler, Türkeş’in geçmişini ve düşünce yapısını bilen çevrelerde endişe uyandırmaya başladı. Otoriter eğilimin tasfiyesi yolunda ilk operasyon, 21 Eylül 1960’ta Türkeş’in Başbakanlık Müsteşarlığından istifa etmeye zorlanması oldu.

Türkeş’çi kanada asıl darbe ise, 13 Kasım 1960’ta, “Devlet Başkanı ve Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Cemal Gürsel” imzalı bir bildiriyle MBK’in feshedilmesi, 23 kişilik yeni MBK kurulması ve “en kısa zamanda kurulacak olan Kurucu Meclis’le birlikte memleketin nizamının demokratik esaslara göre düzenleneceği”nin açıklanmasıyla indirildi.

MBK dışı bırakılan ve ordudaki görevlerinden de emekliye sevk edilerek yurt dışında “devlet müşavirliği” görevine gönderilen “Ondörtler” arasında Türkeş, Kabibay, Erkanlı, Soyuyüce, Solmazer, Özdağ, Baykal, Akkoyunlu, Er, Taşer, Esin, Mustafa Kaplan, Karan ve Köseoğlu vardı. Radikal bir tutumda birleşmiş olmalarına rağmen 14’lerin politik ve ideolojik görüşleri uyumlu değildi: Nitekim daha sonra Türkiye’ye dönüşlerinde 14’ler bir süre Türkiye’de kalan diğer darbeci subaylarla ilişki aradıktan sonra farklı politik hareketlere katılacaklar, örneğin Türkeş’in önderliğinde bir grup “ülkücü” hareketi örgütlerken, Muzaffer Karan TİP’ten milletvekili olacak, bir bölüm ise Orta’nın Solu’na açılan CHP’nin saflarında yer alacaklardı.

Bu eğilim çeşitliliği, 13 Kasım tasfiyesinden sonra 14’ler hakkında yapılan yorumlar arasında da ciddi farklılıklar doğmasına yol açtı. Örneğin, Sovyet yazarı Rozaliyev, Türkiye’de 27 Mayıs Sonrası Kapitalist Gelişme adlı incelemesinde “14’ler”e “antiemperyalist ve anti-tekelci” bir nitelik yüklüyor ve şöyle diyordu:

MBK’nin devrimden hemen sonra karşılaştığı temel sorunlar, büyük sermayenin ve tekellerin faaliyetlerini sınırlamak ve politik etkilerini zayıflatmak oldu. Hükümetin politikası Kemal Atatürk’ün çizgisine dönüş sloganıyla yürütülmeye başlandı. Bu politika, küçük, orta ve hatta belli bir kesimiyle büyük burjuvazinin, milli tekellere ve emperyalizme yol açan büyük sermayenin baskısını pek duyurmadığı ve burjuvazinin bu tabakaları için objektif ekonomik süreç içinde gelişmelerini baltalamayan savaş öncesi yılarına dönüş özlemlerini yansıtıyordu. MBK, daha çalışmalarının başlangıcında, büyük sermayeyi ve onun tekelci öncülüğünü kısıtlamaya çalışıyordu, ilk darbeyi büyük bankalara vurmak istiyordu. (….) Türkeş grubunun mağlubiyeti ve tasfiyesi, büyük sermayenin Türk Hükümeti üzerindeki etkilerinin yoğunlaşmasını kolaylaştırdı ve hızlandırdı.

“14’ler faşist miydi, sosyalist mi?” sorusunu, Abdi İpekçi Yön’deki bir incelemesiyle şöyle yanıtlıyordu:

14’ler’in temsil ettikleri cereyanın ortak tarafı köklü reformlar arzusudur. Onlar ihtilali gerçek bir devrim haline getirmek, Türkiye’yi sosyal ve ekonomik reformlarla kalkındırıp çehresini değiştirmek, ileriye götürmek istiyordu. Bunu başarmak için uzun müddet iktidarda kalmayı da tasarlamışlardı. İktisaden sabit gelir ve orta halli bir vatandaş gibi onları da geniş ölçüde mağdur etmişti. DP’nin taviz siyaseti sayesinde çalışmadan para kazananlar, kolayca milyoner olanları gördükçe infiale kapılanların başında onlar geliyorlardı. Bunun ıstırabını çektikleri için sosyal adaletin gerçekleştirilmesini istiyorlardı. Fakat subaylık ve ordu hayatı bazılarının şuur altında tabii olarak disiplinci, militarist ve aşırı milliyetçi izler yaratmıştı. İşte zaman zaman görülen ve faşizm şüphesi uyandıran davranışları da herhalde bu şuur altındaki gizli itişlerin ortaya çıkardığı temayüllerdi…

1960  günü mahkeme kararıyla DP kapatılarak bir döneme damgasını vuran siyasal hareketin örgütsel varlığını son verildi. Birkaç hafta sonra 14 Ekim 1960’ta Yassıada’da, Salim Başol başkanlığındaki Yüksek Adalet Divanı tarafından DP yöneticileri yargılandı

Yüksek Adalet Divanı’nda 15 Eylül 1961’e kadar süren yargılamada 584 sanık hakkındaki davalar karara bağlandı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile Maliye Bakanı Haşan Polatkan 16 Eylül’de, Başbakan Adnan Menderes 17 Eylül’de idam edildiler.

Başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar olmak üzere 12 sanığın idam cezası MBK tarafından ömür boyu hapse çevrildi. Yüksek Adalet Divanı’nca 449 sanık çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı, 123 sanık ise aklandı.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.