Demokrasi Tarihimize Bir Bakış ve Demokrat Parti Dönemi

İnsanoğlunun sadece siyasi alanda değil, tüm kolları ile uygar yaşamda ulaştığı en son düzeyi simgelemektedir demokrasi kavramı. Eski Yunan’ın şehir devletlerinden Magna Carta’ya, Rönesans’tan Fransız Devrimi’ne dek tarih boyunca gelişmiş, yenilenmiştir. Bugün çok az ülkede demokratik değerler dışında işleyen sistemler vardır. Ancak aynı zamanda tam demokrasinin işlediği ülke sayısı da azdır. Bu anlamda Türkiye’yi ele almak başlı başına bir çözümleme (analiz) gerektirmektedir.

Anayasamızın ikinci maddesi gereğince -ki bu madde değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerden biridir- Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir devlettir. Ancak ülkemiz demokrasinin neresindedir, demokrasi ülkemizin neresindedir? Demokratik olmak göreceli bir kavram mıdır, evrensel bir tanımı var mıdır demokratikliğin? Gerçekten Türkiye tam demokratik bir ülke midir? Laik hukuk devleti demokrasiyle nasıl bütünleşir? Türkiye’deki demokrasiyi bu soruların ışığında incelemek doğru değerlendirmelere varmamızı sağlayacaktır.

Türk toplumunun demokrasi arayışları geniş bir sürece oturtulabilir. Osmanlı Devleti’ndeki meşrutiyet dönemleri, Kanun-i Esasi ve diğer anayasacılık akımları, Tanzimat ve Islahat fermanları dikkate alındığında Türk demokrasi hareketinin uzun bir yoldan geldiği görülebilir. Fakat Batılı anlamda demokratikleşme çabaları Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra gerçek kimliğini bulmuştur. Mustafa Kemal’in özlemini duyduğu çok partili, çok sesli bir parlamento 1924’te Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka ve 1930’da Cumhuriyetçi Serbest Fırka ile yapılan başarısız denemelerden sonra 1946 seçimlerinde Demokrat Parti ile gerçekleştirilmiştir. Ancak demokrasi yolculuğumuz bu noktada bitmemiştir. On yıllık DP iktidarı Türkiye’de demokrasinin ne denli zor yerleşeceğini göstermiştir bize.

Şimdi kronolojik olarak Tanzimat’tan günümüze demokrasinin gelişimini irdeleyelim. Osmanlı padişahları arasında yenilikçi düzenlemeleriyle tanınan 2. Mahmut Tanzimat Fermanı’nın temelini oluşturan çalışmaları başlatmıştı. Onun ölümünden sonra yerine geçen Abdülmecid zamanında Mustafa Reşit Paşa’nın katkılarıyla ferman son şeklini buldu ve Gülhane Hatt-ı Hümayunu adıyla yayınlandı. Ferman Osmanlı memleketlerinde yaşayan Müslüman olan ya da olmayan herkes için eşit haklar getiriyordu. Herkes can, mal, ırz ve namus emniyetine sahip kılınacak, vergi adaleti sağlanacak, ömür boyu askerlik kalkacak, rüşvet önlenecek, hakkında kesin mahkeme kararı bulunmadıkça hiç kimse idam edilemeyecekti. Varlık nedenini İslam’ı dünyaya yaymak göreviyle özdeşleştirmiş ve yüzyıllar boyunca Batı’ya karşı cihat yapmış olan Osmanlı Devleti’nin bu hareketi büyük yankı uyandırdı. Müslümanlarla Hıristiyanların eşitliğinin kabul edilmesi Avrupa’da Osmanlı’nın demokratik açılımlara doğru ilerlediği şeklinde yorumlandı. Fransa ve İngiltere’nin Kırım Savaşı’nda Osmanlı’nın yardımına koşmasında Osmanlı’nın bu ilerici tavrının da yararı olmuştu.

Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra 1856’da Islahat Fermanı yayımlandı. Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın hemen hemen aynıydı fakat eşitlik ilkesinin yanında ülkedeki Müslüman olmayanlara tanınan hakları açık açık belirtiyordu. Müslüman olmayanlar kendi dilleriyle eğitim yapan okullar açabilecekti. Devlet memurluğu onlara da açık olacak; il, ilçe ve nahiye meclislerine üye olabileceklerdi. Ferman, ülkede çağdaş bir görünüm estirdiği için Paris Konferansı’nda Osmanlı Devleti Avrupa Devletler Konseyi’ne kabul edildi. Böylece Türkler Avrupalı kimliğini kazanmışlardı.

2. Abdülhamid, Kanun-i Esasi ve Demokrasinin Askıya Alınışı

1876’da önemli bir olay daha gerçekleşti. Osmanlı Devleti Kanun-i Esasi’yi kabul ederek meşrutiyet rejimine geçti. Kanun-i Esasi ile birlikte Osmanlı Devleti’nde halk ilk defa yönetimde söz sahibi oluyordu. Meşruti idarenin başında Mithat Paşa bulunuyordu. Mithat Paşa bu rejim sayesinde devleti yönetme erkini elinde bulundurabileceğini, tahttaki padişahı denetleyebileceğini sanmıştı. Fakat yüz on yedi maddeden oluşan anayasanın yüz on üçüncü maddesi padişaha “hükümetin güvenliğini bozdukları polis tahkikatıyla belirlenen kimseleri memleket dışına sürme” hakkını veriyordu. Nitekim Mithat Paşa hürriyetçi ve meşrutiyetçi kimliği altında baskıcı uygulamalara kalkışınca 2. Abdülhamid onu sürgüne gönderdi.

2. Abdülhamid kendi saltanatını, hükmetme yetkilerini kısıtladığı için meclisi kapatmanın ve anayasayı kaldırmanın yollarını arıyordu. Aradığı fırsatı 93 Harbi ile buldu ve meclisi kapattı, anayasayı da uygulamadan kaldırdı. Otuz yıl sürecek bir baskı dönemi başladı. Yayın hayatı engelleniyor, aydınlar ülke dışına sürülüyor, padişahın büyük şehirlerde örgütlenen yüzlerce hafiyesi muhaliflere göz açtırmıyordu. Baskılara rağmen padişah karşıtları da boş durmadılar. İttihat ve Terakki, genç subayların tekrar meşrutiyeti getirmek amacıyla kurdukları bir örgüttü. Hırslı, mücadeleci subayların yönetimindeki örgüt ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için her yolu uygun görüyor, şiddet kullanmaktan çekinmiyordu. İttihat ve Terakki’nin yanısıra Namık Kemal, Ziya Paşa gibi aydınları örnek alan eğitimli kesim de bir an önce istibdat sürecinin sona ermesi için sivil mücadele veriyordu. Sonunda subaylar 1908’de Abdulhamid’i 2. Meşrutiyet’i ilan etmeye ve anayasayı tekrar yürürlüğe koymaya zorladılar. İttihat ve Terakki subayları her ne kadar sabit bir fikir birliğinden yoksun olsalar da Batı’ya dönük, ilerici bir siyasi duruş içindeydiler. Fakat bu ilericilikleri, karşılarına “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” çıkınca onlara mecliste temsil hakkı verebilecek cömertliği içinde barındırmıyordu. 2. Meşrutiyet daha önce görülmediği kadar hür bir ortam doğurmuştu.

Tamamen yıkılana dek İttihat ve Terakki Partisi’nin yönetiminde kalan Osmanlı Devleti’ndeki bu gelişmeler Türk ulusunun demokrasi kavramını tanıma aşamasını oluşturuyordu.

Terakkiperver Fırka ve İlk Çok Partili Hayat Denemesi

Çetin koşullarda verilen bir bağımsızlık mücadelesinden sonra demokrasinin garantisi olarak tanımlayabileceğimiz cumhuriyet geldi bu topraklara. Rejimin habercisi olarak üç yıl önce açılan TBMM, açıldığından beri zaten bir gruplaşmaya sahne oluyordu. Saltanat ve hilafet yanlıları her fırsatta Mustafa Kemal’e ve düşüncelerine karşı çıkıyordu. Cumhuriyetin ilanı bu muhafazakar kesimi daha da tedirgin etti. “Bu kişilerin içinde hem ordudaki komutanlığı hem de mebusluğu birlikte yürütenler vardı. Mustafa Kemal onları siyaset ve askerlik konusunda bir seçim yapmaya zorladı. Bunun üzerine komutanlar siyaseti seçtiler ve ordudaki görevlerinden den ayrıldılar. Kısa bir süre sonra da bir siyasal parti kurdular.” Bu parti Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka idi. Lord Kinross, “Atatürk- Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı eserinde Terakkiperver Fırka’nın kuruluşunu şöyle anlatır:

Ülkenin halkını iyi tanıyan Mustafa Kemal, siyasi olgunluğu üzerinde fazla hayale kapılmıyordu. Bu halk hala Doğulu ve kültürce geriydi; harfi harfine uygulanacak bir Batı demokrasisi mizaçlarına aykırı gelirdi. Henüz yönetecek duruma gelinememişti, yönetilmek istiyordu. Sultan ve halifenin güçlü otoritesinin yerini onun kadar güçlü, laik bir otorite almalıydı.  Bunu da şimdilik meclisi bizzat yöneterek, ancak kendisi sağlayabilirdi. Rauf Bey ile ötekiler, su katılmamış ilkeleri ve görüşlerinin yumuşaklığıyla, bu işi tehlikeye sokuyor ve ona kalırsa, kendinden başka hiç bir kimsenin ne düşünebileceği ne de yapabileceği reformları engelliyorlardı. Şimdilik Milli Mücadele’ye sonradan katılmış olan Fevzi ve İsmet Paşalar ve sadık yardımcılarıyla birlik olarak, dostlarına ve düşmanlarına karşı bir liberal demokrasi ile tek parti hükümetine ve kişisel yönetime bağlı bir demokrasi arasında olacaktı.

İşte bu liberal demokrasiyi 17 Kasım 1924’te kurulan Terakkiperver Fırka simgeliyordu. Gelenekçi değerlerin de destekçisi olduğunu ilan eden parti, programında belirtildiği üzere, dinsel inançlara saygılı olacaktı. Fırkanın meclis içindeki etkinliği bir hayli fazlaydı. Sürekli hükümet üyeleriyle tartışma ortamı yaratılıyor, muhalif yanını hissettiriyordu. Fakat bu sırada, geniş yetkili İstiklal Mahkemeleri’nin kurulmasına ve Takrir-i Sükun Yasası’nın çıkarılmasına neden olacak olan Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. İsyana destek verdiği saptanan Terakkiperver Fırka Diyarbakır şubesi kapatıldı. Daha sonra da hükümet bütün memlekette irticayı tahrik ettiği gerekçesiyle Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka’nın kapatılmasına karar verdi.

Cumhuriyetçi Serbest Fırka ve 2. Çok Partili Hayat Denemesi

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın KurucularıCumhuriyet tarihimizin bir başka partisi olan Cumhuriyetçi Serbest Fırka 12 Ağustos 1930’da kuruldu. Mustafa Kemal’in kurulmasını bizzat desteklediği parti Fethi (Okyar) Bey’in liderliğinde -Terakkiperver Fırka gibi- liberal bir çizgi belirlemişti. “Mustafa Kemal desteğini göstermek için kızkardeşini ve en yakın bir çalışma arkadaşını da Serbest Fırka’ya sokmuştu.” Serbest Fırka süratle gelişerek devrimleri henüz benimsememiş olan halkın ilgisini çeken, gerici tepkilerin yoğunlaştığı bir örgüt haline geldi. Fırka, basındaki cumhuriyet karşıtlarının da desteğini alıyordu. Fethi Bey’in Ege bölgesine yaptığı gezi, halkın hükümet, devrimler ve laiklik aleyhine gösteri yapması için fırsat oldu. Zamanla Fethi Bey’in kontrolünden çıkan olaylar, onu Mustafa Kemal’le karşı karşıya getirdi. Parti, kısa bir süre sonra Fethi Bey’in de isteği üzerine kapatıldı.

Bu iki başarısız denemenin ardından ülke 2. Dünya Savaşı sonuna kadar Tek Parti yönetimi altında kaldı. Bu süreç içerisinde Cumhuriyet Halk Partisi geçmiş deneyimlerden yararlanarak yeni bir görünüm kazanmaya çalıştı ve Kemalizm’in ilkeleri geniş halk kitlelerine ulaşmaya başladı. Fakat çok partili siyaset özlemi kafalardan silinmemişti. Çünkü Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı süresince halkı düşmana karşı örgütlerken dillerinden düşürmedikleri ulusal egemenlik kavramı bunu gerektiriyordu. İşte bu nedenle İsmet Paşa, Atatürk’ü tamamlayıcı nitelikte, tek parti dönemini kapamanın yollarını arıyordu. 1940’ların ortalarında, CHP içindeki arkadaşları henüz zamanı olmadığını öne sürerek çok partili hayata karşı çıktıklarında İnönü onları şöyle yanıtlamıştı:

Çocuğunuzu iyi bir nişancı yapmak isterseniz ona yalnız nazari bilgiler vermekle bu maksada ulaşamazsınız. Eline ateşli silahı verecek, nasıl nişan alacağını söyleyeceksiniz; attığı ilk kurşun hedefin yakınındaki canlı bir mahluku öldürebilir. İkinci, üçüncü… beşinci kurşunlar bir komşunun camını kırabilir, yahut bir çatının bacasını yıkabilir. Ama eninde gecinde tam isabet yapacak ve iyi bir nişancı olacaktır. Halkı demokratik düzene alıştırmak için bu usulü kullanmaktan başka çare yoktur.

Demokrat Parti Dönemi

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya yeniden biçimlenmiş, Türkiye’nin yanında yer aldığı Batılı ülkelerle işbirliği içinde olmanın koşulları değişmişti. Bu koşulların en önemlisi ise çok partili, çoğulcu demokrasiydi. Bir zamanlar dinamik olmadığı için burun kıvrılan demokrasi, totaliter sistemlerden canı yanan devletlerin artık yeni gözdesiydi. CHP’nin bu yeni koşullara uyum sağlamasında bir sorun yoktu. Çünkü zaten hiçbir zaman otoriter meşruiyet doktrinine sahip olmamış, demokratik meşruiyeti daima ideal olarak sunmuş, devrimin demokrasi ile tamamlanacağı resmi söyleminin unsurlarından biri olagelmişti. Daha önce kendi isteğiyle iki kez çok partili demokrasiye geçiş denemesi yapılmış ama başarı sağlanamamıştı. O halde, Tek Parti idaresinin çok partili rekabetçi bir rejime evrilmesi doğasına aykırı değil, kendi çizdiği siyasal yörüngeye de uygundu.

Demokrat Parti'nin kurucularıBu anlayış siyasi tarihimizde bir döneme damgasını vuracak olan Demokrat Parti‘nin ortaya çıkmasıyla bütünleşince çok partili hayat başlamış oldu. Türkiye’nin 1946 yılında çok partili yaşama geçişi, dünya siyaset tarihinde benzeri olmayan bir deneyimdir. Gerçekten de dünya tarihinde o zamana değin hiçbir tek parti yönetimi kendi iradesiyle ve kendi denetimindeki bir bürokrasiyle çok partili yaşama geçmemiştir. Bu süreçte elbette değişen dünya koşullarının etkisi yadsınamaz, ancak İsmet İnönü’nün isteği, kararı ve desteği dışında böyle bir süreç de gerçekleşemezdi.

Demokrat Parti, mecliste görüşülen Toprak Reformu Yasası’na muhalefet ederek CHP’den ayrılan dört milletvekili (Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan) tarafından 7 Ocak 1946’da kuruldu. Tezlerinin çekirdeğini, siyasi iktidarın halktan alınan vekalete dayanması, iktidara karşı yurttaş hak ve özgürlüklerinin güvenceye alınması gibi kavramlar oluşturuyordu. Aynı yıl yapılan genel seçimlerde DP meclise 60’tan fazla milletvekili gönderdi. Fakat CHP’li bazı kamu yöneticilerinin seçimlere hile karıştırdığı ortaya çıktığından DP’nin gerçek gücü daha fazla gözüküyordu. Seçim sonrası DP ile hükümet arasında şiddetli tartışmalar yaşanıp DP’ye çeşitli baskılar gelmeye başlayınca, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 12 Temmuz Bildirisi’ni yayımlamak zorunda kaldı. Paşa, yeni partinin yaşaması için tavır koymuştu. Bu bildiriyle rahat bir nefes alan DP ülke genelinde örgütlenmeye başladı.

DP’liler siyaseti köylere kadar taşıdılar ve oldukça etkili bir seçim kampanyası yürüttüler. Siyasi tarihimizde klasikleşmiş “komünistlik” suçlamalarına, Köy Enstitüleri aleyhinde yaptıkları eleştirilere, muhafazakar değerleri sahiplenmelerine bir de halkın yıllardır tek parti politikalarından bunalmış olması eklenince 14 Mayıs 1950’de yapılan, Cumhuriyet tarihinin ilk tek dereceli, genel, gizli eşit oy, yargı denetiminde açık tasnif, basit çoğunluk kuralları ile yapılan seçimde Demokrat Parti tartışmasız bir şekilde Türk halkı tarafından iktidara taşındı. Seçim sonrasındaki durum için Toker şöyle bir değerlendirme yapıyor:

İnönü ve CHP böyle bir hezimeti bekliyorlar mıydı? Sanıyorum Cumhurbaşkanı seçim kampanyasının sonlarına doğru kendisini bir “sürpriz”e daha fazla alıştırmaya çalışıyordu. İsmet Paşa’nın daima kendine özgü haber alma kaynakları olmuştur. Herhalde halktan bir şeyler sezinlemişti. Bundan başka İsmet Paşa “hep en kötü ihtimal”e karşı hesabını yapar, bununla övünürdü. Seçimlere kazanacağı umuduyla girdiği muhakkaktı. Ama kaybetmesi halinde bir pişmanlık duymayacağı da aynı derecede gerçekti. Eşine çoktan sormuştu: “Hanımefendi, şehre otobüsle inip çıkarsın, değil mi?

DP’liler tarafından Beyaz Devrim olarak nitelenen 14 Mayıs seçimlerinde nispi (oransal) temsil sistemi olmadığından dolayı iki partinin de oy oranları birbirine yakınken meclisteki milletvekilleri sayısı çok farklıydı.  Çoğunluk sitemine dayanan seçim sistemi, onu koruyup kollayan CHP’in aleyhine gelişmişti. Seçim sonuçlarına göre Demokrat Parti % 52.7 oy alarak 408 milletvekilliği kazanmıştı. CHP ise % 39.4 oranıyla ancak 69 milletvekili çıkarabilmişti. 27 yıllık Tek Parti dönemini sona erdiren Demokrat Parti, Türkiye Cumhuriyeti’nde serbest seçimle iktidarı kazanan ilk parti olacak, sırasıyla 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanarak 10 yıl boyunca tek başına iktidar olacaktı.

Demokratların iktidarları döneminde, önceleri ekonomik göstergeler olumlu gözüküyordu ve beklenenin ötesinde atılım heyecanlarıyla yüklüydü. II. Dünya Savaşı sırasında İnönü’nün başarılı tarafsızlık politikası, uygun dış ticaret ilişkileri geliştirmişti. Bu nedenle Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında dış kredi kolaylıkla ulaşılabilir durumdaydı. Gelen kredilerle tarım ve ticaret alanlarında yapılan hamleler ciddi bir iktisadi ferahlama sağlamıştı. Tarımda işlenen alan 1945-1962 arası % 83 oranında artmış, DP iktidarı döneminde ekili arazi 13.1 milyon hektardan 19.6 milyon hektara yükselmişti. 1948’de 1.750 olan traktör sayısı 1950’de 16.585, DP iktidarının tam ortasına rastlayan 1955 yılında 40.000 sayısına ulaşmıştı.

Kore Savaşı nedeniyle, ABD ve Kanada’nın buğday ürününü uluslararası piyasaya vermek yerine stoklamayı tercih etmeleri, Türk tahılının uluslararası piyasada alıcı bulmasını sağlamış, çiftçi ve köylü geçici bir rahata kavuşmuştu. Başlangıçta hibe, uzun vadeli borç ve NATO amaçları çerçevesinde kullanılmak kaydıyla başlatılan askeri yardımlar Türkiye bütçesine o günün rakamları ile 140 milyon liraya kadar varan tasarruf imkanı vermiş; bu da eğitim, sağlık ve özellikle ulaştırma alanında yatırım yapma olanağı sağlamıştı. Her mahallede bir zengin yaratmak, küçük Amerika olmak o dönemden kaynak bulacaktı.

Fabrika, baraj ve karayolları yapımına öncelik verildi. Çiftçilere kredi sağlanarak üretim teşvik edildi. Dış ticarette bazı kısıtlamalar kalkınca yabancı sermaye de ülkeye girdi.

Menderes Demokrasiyi Unutuyor

"Yeter Söz Milletindir" sloganıyla iktidara gelen Demokrat Parti kısa süre sonra baskıcı bir rejime dönüşüyorduOysa daha en başında yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Orduyla, Cumhuriyet’le ve onu yaratan değerlerle bir sorunu olduğunu kanıtlarcasına, Demokrat Parti’nin ilk icraatı ordunun yüksek kademelerini değiştirmek ve hemen ardından valiler arasında geniş bir tasfiye hareketine girişmek olmuştu. Sonraki adım ise 16 Haziran 1950’de de ezanı yeniden Türkçeleştirmek ve din derslerini zorunlu hale getirmek oldu. Cumhuriyet’e özgü tüm değerler alt üst ediliyordu. Ekonomiye öncelik verebilmek uğruna eğitim geri plana itildi. Toplumsal aydınlanmanın en büyük örneği Köy Enstitüleri aşama aşama kapatılacaktı. Anadolu’daki aşiret reisleri, ağalar ve şeyhler ulusal burjuvazi yaratmak adına desteklenirken Cumhuriyet’in toplu kalkınma stratejisi unutuldu. Yalnızca ekonomiyle sınırlı kalmayan aykırılıklar tüm alanlarda bir karşıdevrim niteliğine büründü. İsmet Paşa’nın ateşli silah olarak nitelediği iktidar, DP’nin elinde ortalığa kurşun yağdırıyordu. Soğuk savaş ortamında ABD ile yakınlaşmanın ve NATO’ya üye olabilmenin heyecanı ile anayasa ihlal edilerek Kore’ye asker gönderildi. Tarikat şeyhleriyle iletişim içinde olan demokratlar gericiliğin palazlanmasına neden oldular. Said-i Nursi’nin elini öpen Menderes dini oy depolama yöntemi olarak algılıyordu.

Demokrat Parti iktidara yürüyüş sürecinde üniversiteden destek görmüştü. Üniversite tüzel kişiliğinin özerk yapısı 1933 Üniversite Reformu ile kaldırılmış ve Tek Parti Cumhuriyetinin ideolojik kurumlarından biri haline getirilmişti. CHP yönetimi 1946 tarihli yeni bir yasa ile üniversiteyi demokratik gelişmelere paralel olarak özerkleştirme kararı almıştı.

İktidara yürüyüş sürecinde akademik camiada yoğun olarak desteklenen DP, bu destek yitirilip bir muhalefet odağı haline gelince 21.7.1953 tarihli 6185 sayılı yasa ile öğretim üyelerinin siyaset ile uğraşmalarını yasakladı; 5.7.1954 tarihli 6435 sayılı kanun ile öğretim üyelerinin Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınma yolu açılarak üniversite iktidar karşısında pasifize edilmeye çalışıldı. Oysa ki Demokratlar, muhalefet dönemlerinde, 1946 Üniversiteler Yasası’nı yeterince özgürlükçü bulmamışlar, eleştirmişlerdi. Menderes kendi döneminde bilimin politikaya ışık tutamayacağı kanısındaydı.

Temmuz 1950 tarihli liberal basın kanununun ömrü de fazla olmayacaktı. 1951’de çıkarılan resmi ilanlar kanunu ile yandaş ve karşıt gazeteler ödüllendirme ve cezalandırma yöntemine tabi tutuldular. 1954 yılı başından seçimlerin yapılacağı Mayıs ayına kadar, DP, iktidarı kaybetmemek, basının muhalefetle yakınlaşmasını engelleyebilmek için, 8 Mart 1954’te Basın Kanunu’nu değiştirerek “devletin siyasi ve mali prestijini sarsan yayın” adı altında yeni bir suç çeşidi ihdas etmiş, iktidar yanlısı gazeteleri maddi olarak destekleyecek formüller bulunurken muhaliflere devlet ilan ve imkanları kullandırılmamıştır. CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesinin başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın, Menderes’i eleştiren bir yazısından dolayı 1954’te -80 yaşında olmasına rağmen- hapse atılmıştı.

2 Mayıs 1954’te yapılan seçimlerde Demokrat Parti gücünü iyice arttırdı, yüzde 57.5 oy oranıyla 502 milletvekilliği kazandı. Buna karşın %35.2 oy alan CHP yalnızca 31 milletvekilliği kazanabildi. Seçimlerde çıkan bu sonuçların ardından Celal Bayar 513 milletvekilinin katıldığı oylamada 486 oy alarak bir kez daha cumhurbaşkanı seçildi. Bu sonuç parti önderlerine sonsuz bir güç duygusu verdi.  Üçüncü kabinesini kuran Menderes’in deyimiyle Demokrat Parti; hilafeti bile getirecek, ya da odunu aday gösterse milletvekili seçtirecek  kadar güçlüydü. İktidar gücü, demokrasi sayesinde iş başına gelen DP’yi demokrasiyi unutturacak kadar körleştirmişti. Bu duygu partiyi çoğunluğun baskısı yönünde bir uygulamaya yöneltti. Cumhurbaşkanı Bayar’ın “ince demokrasiye paydos” sözü bunu doğruluyordu.

Seçim bölgeleri ile oynama (gerrymandering) DP’nin sık başvurduğu bir uygulama olmuştu, sürekli CHP’ye oy veren Malatya  1954’de ikiye ayrılarak, Adıyaman ilçesi il merkezi yapıldı; CHP’nin kazanmasının bu şekilde önüne geçilecekti. Millet Partisi’ni destekleyip sürekli Osman Bölükbaşı’nı seçen Kırşehir ilçe merkezine dönüştürülerek cezalandırılacak, Bölükbaşı’nın mahkumiyeti sonucu çıkan olayları teskin etmek için üç yıl sonra 12.6. 1957’de tekrar il merkezi yapılmak zorunda kalınacaktı.

Bu sırada ekonomik sıkıntılar da artık ön plana çıkmaya başlamıştı. Demokrat Parti iktidarının başlarındaki iyi hasat, dış krediler ve kamu yatırımları ülkeye refah havası verirken bu koşullar özellikle 1955’ten itibaren daralmaya başladı. Dış ödemeler dengesi açığı, enflasyon, tarımdan sanayiye yetersiz kaynak aktarımı gibi yapısal sorunlar ekonomide darboğaz yaratmıştı. Uluslararası piyasa koşullarının değişmesi, Türk tarımının temel olarak iyi hava koşullarına bağlı olması, hasadın kötü gitmesi, uluslararası piyasaların buğdaya doyması ve fiyatların gerilemesi yüzünden tarım sektöründe durgunluk dönemine girildi. Buğday ekilen alanlar, Kore Savaşı’nın bitmesiyle uluslararası piyasalarda fiyatların düşmesi ve dış satım olanaklarının daralması üzerine gerilemeye başladı. Merkez Bankası’nın Toprak Mahsulleri Ofisi aracılığı ile tarıma verdiği krediler toplam krediler içinde 1953’te % 35 iken 1956’da % 15’e kadar düştü.

Türkiye’ye 1947-1953 arasında EPU (Avrupa Ödemeler Birliği) ve özel çekme hakları da dahil olmak üzere, 250 milyon doları bağış, 408 milyon doları borç olmak üzere, TL cinsinden 1.14 milyar olarak girmişti. Fakat borçlar dolayısıyla altına girilen yük bütçede sağlandığı öne sürülen tasarrufun 2-3 katına ulaşmıştı; 1954’den sonra bütçe giderlerinin 1/4’e yaklaşacak olan borç taksitleri yeni borçlanmaları da beraberinde getirdi. Sonuçta, Marshall Planı’nın yürürlüğe girmesi ve Türkiye’nin kalkınma uğruna dış borç alma serüvenine atılmasından 11 yıl sonra Demokrat Parti moratoryum ilan etmek zorunda kalacaktı.

Demokrat Parti’ye hem meclis içinde hem meclis dışında yöneltilen eleştiriler yalnızca iktidar baskısının daha da arttırdı. Demokrat Parti’nin tek parti yaklaşımı her türlü karşıtlığa son derece sinirli tepkiler vermesine yol açıyordu. Siyasal Partiler, basın, radyo, üniversiteler, sendikalar, yargı organları ve bürokrasi üzerindeki baskılar giderek ağırlaşıyordu. Hükümet artık yeni bir demokrasi tipi bile aramaya başlamıştı. DP’li Savunma Bakanı Şem’i Ergin’in 27 Mayıs öncesinde hatıra defterine düştüğü notlardan DP yönetiminin Meclis’in kapatılmasını bile düşündüğü anlaşılmaktadır.

Ünlü DP’li simalardan Milli Eğitim ve Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’nin “2000 yılına kadar iktidarda” olduklarını açıklaması, muhalefette iken “bir kere iktidarı alalım en az 25 sene iktidarda kalmanın sırrını bulurum” ifadeleri iktidar olma üslubu açısından yeterli kanıt taşımaktadır.

Adım Adım 27 Mayıs’a Doğru

1957 milletvekili genel seçimleri bir erken seçimdi. 27 Haziran 1956’da çıkarılan siyasi toplantılara ilişkin yasanın 12. maddesinin gölgesinde geçen 1957 seçimleri oldukça demagojik bir siyasi mücadele platformu oldu. Anti-komünizm DP’nin kullandığı ana malzemeydi. Sovyetlerin Kıbrıs sorununda Makarios’u desteklemesi, Suriye’de Baas Sosyalist Partisi’nin yükselişi gibi dış politika faktörleri DP’nin seçimlerde kullanacağı kozlar olacaktı.

Hükümet 4 Eylül’de erken seçim kararı aldı; 27 Ekim’de genel seçimi yaptı. Devlet Radyosu’nun sadece DP adına propaganda yaptığı bu seçimlere CHP dışındaki partiler Bölükbaşı’nın CMP’si ve örgütsüz Hürriyet Partisi de katılacaktı. Kayıtlı seçmenlerin % 78’inin rağbet ettiği bu seçim, 50 ve 54’ün % 90’lara yaklaşan oranının çok gerisinde kalmıştı. Bu, halkın bir kısmının yükselen siyasal gerilime onay vermediğini göstermekteydi.

DP bu seçimlerde ilk kez seçmen düzeyinde çoğunluğunu kaybetti, DP’nin yüzde 48’lik oyunu sadece altı puan geriden CHP izliyordu. Genelde muhalefetin, özelde CHP’nin kendisine özgüveni çok artmıştı. Eğer seçimlerde basit çoğunluk sistemi değil nispi temsil sistemi uygulansa idi, DP bu seçimi kaybedebilir, karşısındaki muhalefet bloku bir koalisyon hükümeti oluşturabilirdi. DP seçim sistemini basit çoğunluktan nispi temsile çevirme önerilerini sürekli reddetti. Önde gelen bir DP’li, Rıfkı Salim Burçak Zafer’de yayınladığı makalesinde “Nispi temsil sistemi bizim memleketimizin bünyesine katiyen uygun değildir.” yargısında bulunacaktı.

Seçimlerden sonra iktidarın zayıflayarak yerini koruması ve muhalefetin güçlenmesi siyasal gerilimin artmasına yol açacaktı. DP otoriteyi elden kaçırmamak için sertleştikçe muhalefet, iktidarı rejim meşruiyeti düzeyinden daha sert cevaplamayı ihmal etmeyecekti.

Toplanan yeni dönem parlamento, 27 Aralık 1957’de TBMM İçtüzüğünü değiştirerek muhalefetin Mecliste sesini duyurma olanağını alabildiğine sınırlandırmıştır. İçtüzük değişikliğinin yapıldığı toplantıya üye tam sayısı olan 424 milletvekilinden 381’i katılmıştı. Değişikliğin Anayasaya aykırı olduğunu ileri süren İstanbul Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku profesörü Nail Kubalı, DP’li Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tarafından siyasete karışmakla suçlandı ve 1 Şubat 1958’de vekalet emrine alınarak görevinden uzaklaştırıldı.

Fakat Demokrat Parti’nin bu yanlışları toplumun gözünden kaçmıyordu. 1957 seçimleri DP’ye bir uyarı niteliğindeydi. Oy oranları düşmüş, parti içinde panik yaşanmaya başlamıştı. Ekonomideki kan kaybı ise giderek hızlanıyordu. Kahveden otomobil lastiğine kadar pek çok temel tüketim maddesi artık karaborsaydı. 1958 Mayıs’ında OEEC ile zorunlu bir anlaşmaya varıldı. İlk tedbir olarak yürürlüğe giren Ağustos Kararnamesi gereği, Türk Lirası Cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonuna uğrayarak dolar karşısında 2.80’den 9.00 TL’ye geriledi. Dış ödemeler dengesi belki biraz rahatlamıştı ama yaşanan ekonomik durgunluk; zamları, işsizliği ve iflasları da beraberinde getirdi. Borçla dönen refah döneminin ve kalkınma hamlesinin sonuna gelinmişti.

Kan kaybetmeye başlayan DP ise zayıfladıkça hırçınlaşıyordu. Halk artık huzursuzdu, ihtilal söylentileri sokaklarda kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı. İktidar tüm yaşananların sorumlusu olarak Cumhuriyet Halk Partisi’ne yüklenmeye devam ediyor, düşman gözüyle bakıyor; çalışmaları, mitingleri engelleniyordu. Başbakan Adnan Menderes 12 Ekim 1958’de Manisa’da yaptığı bir konuşmada muhalefet tarafından yaratıldığını iddia ettiği kin ve husumet cephesine karşı kendisine sempati duyanlarla bir Vatan Cephesi kurulması gerektiğini vurguladı. Hemen arkasından başlatılan bu cepheleşme hareketi, yurttaşlar arasındaki cepheleşme ve çatışma eğilimini oldukça arttırdı. Demokrat Parti’nin propaganda aracına dönen devlet radyosunda her gün Vatan Cephesi’ne  katılanların adları okunuyordu.

Sizi Ben Bile Kurtaramam…

Tahkikat Komisyonu'nu protesto gösterileriİsmet Paşa’nın seyahatleri sırasında yolunun kesilmesi, konuşmasının engellenmesi ve hatta taşlatılması olağan hale gelmişti. 1959 Mayıs ayında İsmet İnönü Uşak’ta DP’liler tarafından taşlı sopalı bir saldırıya uğradı. Keza İstanbul’daki saldırıda İnönü, Yeşilköy Havalimanı’ndan şehir merkezine giderken yolu Topkapı’da bir trafik polisi tarafından kesilmiş ve sonra Demokrat Partililerin saldırısına uğramıştır. İnönü’yü olası bir linçten, olay sırasında orada bulunan Binbaşı Kenan Bayraktar’ın emriyle askerlerin duruma müdahale etmesi kurtarmıştır. Basın ise bu olanları, uygulanan sansür nedeniyle Türk insanına duyurma olanağından yoksundu.

Tüm bunlar yetmiyormuş gibi CHP’yi ihtilal hazırlığı içinde olmakla suçlayan iktidar, 28 Nisan 1960’ta basını ve muhalefeti tamamen susturmak için Meclis’te örneğine ancak totaliter rejimlerde rastlanabilen Tahkikat Komisyonu‘nu kurdu.  Bu, bardağı taşıran son damla, Demokrat Parti döneminin sonuydu. Tahkikat Komisyonu hem savcıların hem de asker ve sivil yargıçların yetkileriyle donatılmıştı. Aldığı kararlar kesin ve bu kararlara karşı bir yargı yolu ya da üst makam bulunmuyordu. Olağanüstü yetkilerle donatılan bu komisyon hem suç isnat ediyor, hem de suçladıklarının cezasını kendisi belirliyordu. Tahkikat Komisyonu aslında demokratik düzene karşı yapılan bir hükümet darbesiydi. 27 Mayıs’tan önce demokrasi çoktan askıya alınmış oluyordu.

Kanunun müzakeresi sırasında söz alan DP milletvekili Sıtkı Yırcalı, “tasarı ile komisyona Meclisin dahi sahip olmadığı yetkilerin verildiği ve komisyonun yasanın öngörmediği suçu ihdas eder bir duruma getirildiğini” belirtmesine, söz alan İnönü’nün iktidarın artık demokrasiden ayrılarak bir baskı rejimi yoluna girdiğini vurgulamasına ve onlara “Bu yolda devam ederseniz sizi ben bile kurtaramam” demesine karşın 354 DP’linin katılımı ve katılanların oybirliği ile komisyonunun kurulmasına olanak veren yasa çıkarıldı. Komisyon’un ilk işi ise görüşmeler sırasında kendisini eleştiren İnönü’ye on iki oturum Meclis toplantılarına katılmama cezası vermek oldu. Olaya tepki gösteren CHP milletvekilleri ise Meclis’ten zor kullanılarak çıkartıldı. Kamuoyu artık Menderes’in sivil darbesine karşı askeri bir darbeyi bekler hale gelmiş, İstanbul ve Ankara’da sokak gösterileri artmaya başlamıştı.

Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasına ilişkin yasanın kabul edilmesi üzerine 28 Nisan günü İstanbul Üniversitesi’nde Atatürk heykelinin önünde toplanan üniversiteliler ve öğretim üyeleri iktidarın yönlendirdiği ağır polis saldırılarına uğradılar. Çıkan çatışmada polisin açtığı ateş sonucu birçok öğrenci yaralanırken, Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz yaşamını yitirdi. Güvenlik güçlerinin üniversiteden ayrılmasını isteyen Rektör Sıddık Sami Onar, tartaklanarak Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Zor kullanma yolunu seçen iktidar; üniversiteden çıkıp Sirkeci’ye ilerleyen gençlerin karşı tarafa geçmesini engellemek için köprüleri açarak geçişleri kesti, Ankara ve İstanbul’da üniversiteleri kapadı ve bu iki ilde sıkıyönetim ilan edildi. Artık geri dönüşü zor bir yola girilmişti.

Demokrat Parti’nin sıkıyönetim ilanına karşın tepki ve gösteriler yurdun diğer bölgelerine de yayılarak devam etti. Üstelik eylemleri bastırması için görevlendirilen askerlerin halk tarafından coşkuyla karşılanması, onların da karşılık olarak gençlerle kucaklaması dengelerin değiştiğinin göstergesiydi. Gençlik eylemlerinin 1970 ya da 1980’lerde görülecek benzerlerinden büyük bir farkı da bulunuyordu. Sağ-sol olarak bölünmek ya da kendi arasında çatışmak yerine hepsinin ortak tepkisi Demokrat Parti’ye yönelmişti. Demokrat Parti’ye karşı, düşünceleri ne olursa olsun üniversite gençliği aynı safta toplanmıştı.

555K Parolası

Mayıs ayının başında 555K parolası dillerde dolaşmaya başlar. 555K’nın anlamı, 5 Mayıs günü saat 5’te Ankara Kızılay Meydanı’nda toplanıyoruz demekti. Gerçekten de denilen gün ve saatte Kızılay Meydanı’nda büyük bir gösteri düzenlenir. Öte yandan 3 Mayıs 1960’ta Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel hükümete ordunun gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı ve endişelerini içeren bir uyarı mektubu göndermiş ancak hükümet uyarıya kulak asmadığı gibi Cemal Gürsel’den emekli olmasını istemiştir. 21 Mayıs’ta ise Harbiyeliler Ankara’da sessiz bir yürüyüş yaparlar. Ve nihayet 27 Mayıs 1960’da radyolardan yükselen bir ordu mesajı,  Demokrat Parti döneminin kapandığını duyurur tüm Türkiye’ye.

Mendereslerin idamı kimilerince diktatörlüğün bedeli olarak görüldü. Kimilerinin gözünde demokrasi şehidi oldular. Ancak bir gerçek vardı ki vatandaşlar hâlâ sivil otorite yaratamamış, demokrasi kavramı oturmamış ve güzel umutlarla başlanan seçim kültürü Demokrat Parti döneminin yıkılmasıyla son bulmuştu. Bu noktada Toker’e kulak vermek gerekiyor:

Ben DP’nin akıbetinde hep Menderes’in ve özellikle Celal Bayar’ın hangi Türkiye’de yaşadıklarının bir türlü farkına varamamalarının en büyük rolü oynadığına inanmışımdır. Celal Bayar cumhurbaşkanı olduktan sonra, daima yalnız pozları itibariyle değil, idaresinin dış görünüşü bakımından da kendisini Atatürk’e benzetmeye heves etmiştir. Atatürk’ün hükümet idaresini İsmet Paşa’ya bırakması gibi Başbakan Menderes’e yetki tanımıştır. Atatürk’ün iplerin ucunu daima elinde tutması gibi iplerin ucunu elinden kaçırmamaya gayret etmiştir. Atatürk’ün dar zamanlarında İsmet Paşa’nın yardımına koşması, kişisel ağırlığını koyması gibi Menderes’in yardımına dar saydığı zamanlarda koşmuş, kendi ağırlığını terazinin o kefesine koymuştur.

Sonuçta demokrasi denemeleri katılımcı bir toplum yaratma amacını gütmüştür. Çok partili hayat halkın bilinçlenmesini sağlamış, en küçük köyüne, kasabasına kadar tüm yurtta memleket meseleleri tartışılabilir olmuştur. Bugün Anadolu’da hangi köy kahvesine giderseniz içinde Ankara’nın, hükümetin olmadığı sohbetler bulamazsınız. Bu anlamda demokrasi bizim için en mükemmel yaşama biçimidir ve Cumhuriyetimiz Türkiye’de demokrasinin garantisidir. Laik hukuk devleti anlayışı da demokrasinin temelinde yatan, onu tamamlayan bir öğedir. Cumhuriyet için en büyük tehlike ise demokrasiyi amaç değil bir araç olarak görenlerdir. Atatürkçülüğü sömürerek yozlaştıran bu odaklar demokrasi kültürümüzü de kirletmektedir. Siyasi partiler, ne yazık ki liderleriyle bütünleştirildiği için ülkemizde parti içi demokrasi anlayışı da zayıftır. Bu noktada en büyük görev sivil toplum örgütlerine düşmektedir.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.