Arabistanlı Lawrence: Arap İsyanının Öncüsü İngiliz Casus

Arabistan, 1. Dünya Savaşı ve Arapların Türklere ihaneti sözcükleri bir araya geldikleri zaman bir İngiliz casusunu, Thomas Edward Lawrence’ı, ya da bilinen adıyla Arabistanlı Lawrence’ı anmadan geçmek olmaz.  Arabistan kendisine hizmet edenler için oldukça acımasız bir efendidir. Nitekim Araplarla ilişkisi Lawrence için, elde ettiği kârın yanı sıra bir yığın acı getirmiştir. Hatta denilebilir ki, Arapları Türklere karşı kışkırtmak için yaptığı eylemler, ileride sosyal yaşamdan elini eteğini çekmesinde, yaşama küsmesinde büyük etken olmuştur.

Peki Arapların Türklere karşı isyan etmeye kışkırtan İngiliz casusu Arabistanlı Lawrence kimdir?

Thomas Edward (Ned) Lawrence, 15 Ağustos 1888’de İngiltere’nin Kuzey Galller bölgesinde bulunan Caemarvonshire ilinin Tremadoc kasabasında dünyaya gelmişti. Doğuşta ismi babası gibi Thomas Chapman’dı. İngiliz-İrlanda karışımı ilginç bir adam olan toprak ağası Thomas Chapman’ın evlilik dışı gayrimeşru bir ilişki sonucunda dünyaya gelmişti. Annesi, babasının metresi ve kızının mürebbiyesi olan, yarı İskoçyalı Sara Maden’dı. 1955 yılında “Lawrence ve Arabistan” adlı kitabında Richard Aldington bu durumun ömrü boyunca onun psikolojisinde derin izler bıraktığını yazmış, onu “sahte ve övüngen, kendi kendine önem vermiş bir egoist”  olarak tanımlamıştır. Bu durumun psikolojik yönden kişiliğini etkilediği kesindir fakat olayı, Aldington’un iddia ettiği kadar ciddiye alıp önem verdiğini gösterir hiç bir kanıt yoktur. “Gayrimeşruluk” olayını dostlarıyla rahatça konuşup tartışabilmesi bunun kanıtıdır.

Daha küçük yaşlarda ortalamanın oldukça üzerinde bir zekası olduğunu göstermişti. Dört yaşında okuma-yazmayı öğrenmiş, altı yaşına geldiğinde ise aldığı dersler sayesinde Latince konuşmaya başlamıştı. Bir baron olarak oldukça varlıklı olan babası, gayrimeşru da olsa oğlunun eğitimi için hiçbir şeyden kaçınmamıştı. Yeteneği ve zekâsı sayesinde 1907 yılında Oxford Üniversitesi’ne bağlı Jesus Koleji’nin arkeoloji bölümünde burslu olarak okumaya başladı. Lawrence’ın Arap dünyasına ve kültürüne olan ilgisi de işte burada başlar. Bu üniversitede tarih öğrenirken, üzerinde özellikle yoğunlaştığı konular çeşitli savaş kuramları ve stratejileri, Ortaçağ edebiyatı, kültürü ve mimarisi ile askeri tahkimat teknikleri olur. Bu nedenle bitirme tezi olarak “Haçlı Tahkimat Mimarisi”ni seçerek 1909 Haziran-Ekim döneminde Lübnan, Suriye ve Urfa’da kapsamlı bir araştırma gezisi yapar. Lawrence bu yolculuğu sırasında yalnızca Haçlı Tahkimat Mimarisi üzerinde araştırma yapmakla kalmaz. Bu gezi onu doğal bir yakınlık duyduğu Araplarla da ilişkiye geçirir. Onların dillerini ve olanakların elverdiğince tarihlerini ve adetlerini öğrenir. Bunun yanında bölgenin idari, sosyal, etnik, kültürel durumuna ilişkin gözlemler de yapar. Bu onun ilk casusluk deneyimi olacaktır.

Arabistanlı Lawrence ve Türk Düşmanlığı

Mezun olduktan sonra da Ortadoğu’ya ilgisi devam eder. Arkeolog Sir Leonard Wolley ve Yüzbaşı S. F. Newcombe ile birlikte Filistin Keşif Fonu (Palestine Exploration Fund) hesabına kazı çalışmalarına katılır. 1914 Haziran’ına kadar Gazze ile Akebe arasındaki bölgeyi gezerek bölgenin haritasını çizer. Yine kazı çalışmalarının yanı sıra Araplarla çoğunun içeriği siyasi olan tartışmalar yapar. Bu tartışmalarda Lawrence’ın hedeflediği, Arapların Türkler hakkında neler düşündüğü ve onlara nasıl yaklaştıklarıdır. Bu süreçte Lawrence’ın Araplara karşı olan hayranlığı artarken Türklere karşı olan hoşgörüsüzlüğü daha da keskinleşmiştir. Örneğin kendisine çok konuksever davrandıklarını özellikle belirttiği Fırat’ın küçük kollarından “Mezman Su” üzerindeki bir Türk köyünün halkı için günlüğüne şunları yazar:

Bu arada, köyde hiç kimse bir sözcük bile Arapça bilmiyor. Bu beni oldukça sıkıntıya soktu. Hepsi saf Türk; yani, basık gözleri ve yayvan burunları ve geniş ağzı, sımsıkı kapalı ince dudakları ile çok çirkin, yarı Çinli görünümlü herifler.

1914 yılında Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Lawrence, yıllardır özlemini duyduğu düşü gerçekleştirebileceğini (Arapları bağımsızlığına kavuşturma) düşünür. Yine aynı isteğin bir yansıması olarak tuhaf bir şekilde Türklerin savaşa dahil olmamasından korkmaktadır. 18 Eylül 1914’de Oxford’dan Bayan Reider’a gönderdiği mektupta şunları yazmaktadır:

… Türklerin savaşa katılmak niyetinde olmadıklarını korkuyla seziyorum, çünkü onları Küçük Asya’ya sıkıştırmak ve dahası, orada bile vesayet altına almak bir gelişme olacaktır. Her şey, Enver’in yeniden başıboş bırakılmasına dayanır…

Asker olmak ister ama boyu 1.65’den küçük olduğu için askerlik isteği önce geri çevrilir. Savaş Bakanlığı’nın Londra’daki harita bölümünde bir sivil olarak çalışır. Fakat çok iyi Arapça bildiği için 1914 Aralık ayında Kahire’deki istihbarat birimine Teğmen olarak atanır. Hemen ardından da yine Kahire’de yeni kurulan Arap Bürosu’na… Düzensizliği, askeri protokolün inceliklerini umursamazlığıyla üstleri arasında pek sevilmeyen bir ast haline gelmesi de fazla uzun sürmez.

Araplar Türklere Karşı Ayaklanıyor

Bu arada Türklere karşı savaş da İngilizler açısından kötü gitmekteydi. Süveyş Kanalı’na Türklerin saldırıları kolayca savuşturulmuştu ama İngilizlerin Sina’daki ağır ilerleyişleri Gaza önünde durdurulmuştu. Gelibolu yenilgisi henüz anılarda tazeydi ve bunu, hemen peşinden Townshend’in Mezopotamya’da (şimdi Irak) Kut’da teslimi izlemişti. Güneybatı Arabistan’da Türkler Aden kapılarına dayanmışlardı, savaşın sonuna dek orada kalacaklardı. Düzensiz ve beceriksiz olabilirlerdi ama Britanya İmparatorluğu’nun yüceliğine karşı hiç de kötü durumda değillerdi. Tam işler İngilizler açısından kötü gidiyordu ki, Arap ayaklanması yahut da bazılarının yeğ tuttuğu gibi Arap uyanışı başladı. İngilizlerin verdiği sözlere kanan Şerif Hüseyin ve Haşimi Araplar, 9 Haziran 1916’da Mekke’deki küçük Türk garnizonuna saldırarak kenti ele geçirdi. Peşinden de Cidde ve Taif.

Arapların saldırıları fazla başarılı sayılmazdı. Küçük garnizonların bulunduğu Mekke, Cidde ve Taif çabukça ele geçirilmişti ama en önemli Türk garnizonu alan Medine’ye Haziran-Aralık 1916 tarihleri arasında gerçekleşen saldırılar başarısızlığa uğradı. Bu arada Türkler, Arapların kesmeyi başaramadığı Hicaz demiryollarına ek güçler gönderdiler. Ekim 1916’da İngilizler durumu incelemesi ve kabile savaşçıları ile bir ay önce Taif’i ele geçiren Hicaz Hakimi Şerif Hüseyin’in ikinci oğlu Emir Abdullah ile görüşmesi için Bay (daha sonra Sir Ronald) Storrs’u Lawrence eşliğinde Kahire’den ayrılarak Arabistan’a gönderdiler.

Lawrence Arap kıyafetleri ileAbdullah ile ön tartışmalardan sonra Lawrence, savaşçıları Medine’de yenilen fakat yakındaki tepelerde konaklayan Abdullah’ın küçük kardeşi Emir Faysal’ı ziyarete gönderildi. İki adam hemen bir uyum sağladılar, fakat Faysal’ın disiplinsiz ve kötü silahlanmış savaşçılarının ciddi bir savaşta Türklere denk bir güçte olmadığını Lawrence görmüştü.

Lawrence kurmay görevlerinde tümüyle deneyimsizdi ama stratejik durumun kilit noktasının Hicaz Demiryolu olduğunu anlamıştı. Öyle ki, bu devam eden harekatta Türkler Hicaz’ı yeniden ele geçirmek için gereken gücü bu demiryolundan sağlayabileceklerdi. Bundan başka, doğal gerilla savaşçıları olmalarına karşın Arapların çoğunda disiplin ve hatta Türklere karşı bir meydan savaşı yapma arzusu eksikti. Türk yönetiminin beceriksizliğine rağmen durum böyleydi. Onların doğal askerlik niteliklerin ve çöllerde uzun süre kalabilme yeteneklerinden yararlanmanın başka bir yolu olmalıydı ve bu da en iyi olarak Medine’nin kuşatılmasından vazgeçilerek savaşı kuzeye kaydırmak, demiryoluna yani Türklerin hayat yoluna saldırmakla, pekiştirme güçlerinin akışını durdurmakla yapılabilirdi.

Lawrence asker kökenli değildi, bir strateji uzmanı ise hiç değildi. Fakat bir gerilla savaşının düzenli ordulara karşı saklı gücünü anlayan tarihteki ilk insanlardan biriydi. Kahire’ye dönüşünde amirlerine, olası Arap ayaklanmasını silah ve altın yardımıyla desteklemeyi ve muhalif şeyhlerin Arap bağımsızlığı özlemlerinden faydalanarak bu ayaklanmayı, İngilizlerin genel askeri stratejisiyle birleştirmeyi öngören bir plan sundu.

Kahire’deki İngiliz İstihbarat Müdürü ve Arap Bürosu’nun kurucusu Albay Silbert Clayton ile diplomat Sir Ronald Storrs bu planı kabul ettiler. Böylece Lawrence, Faysal’ın güçlerine dahil oldu. Arap isyanının önderi Emir Faysal, bedevi kabilelerinin şefleriyle kurulmakta olan düzenli Arap ordusu arasındaki irtibat görevini Lawrence’a verdi.

Lawrence, olanakların elverdiğince çok sayıda Türk askerini Hicaz’da tutmak amacıyla, Medine ile Şam’ı bağlayan tek hatlı odunla çalışan demiryoluna çok sayıda saldırı düzenlemeye başladı. Lawrence’ın bizzat yönettiği ilk saldırıda, 230 kişilik Arap asileri, 30 Mart 1917 günü Medine’nin 160 km kuzeyinde bulunan Ebülnaim İstasyonu’nu kuşatarak tahrip etti. Mart-Nisan 1917 zaman aralığında Lawrence’ın önderliğinde demiryollarına ve istasyonlara yapılan saldırılarda 29 Türk askeri şehit oldu, 56’sı esir edildi. Ayrıca 450 civarında ray, 10 kadar travers, 8 km kadar telgraf teli yok edildi. Bu saldırıların hedefi demiryolunu tamamen yıkmak değil, çalışmasını engellemek ve Türklerin onu korumak için sayısı durmadan artan birliklerini sağa sola yaymak zorunda bırakmaktı.

Türk güçleri güneyde biriktikçe Lawrence sürekli olarak daha kuzeye kaydı. Ürdün Vadisi boyundaki aşiretlerle güçlerini birleştirerek saldırılarını Filistin’deki İngiliz ana cephesi yakınlarındaki demiryoluna yoğunlaştırdı. 6 Temmuz 1917’de ünlü çöl savaşçısı Auda Ebu Tayi ve onun Hoveit savaşçıları eşliğinde Maan’dan güneye Akabe’yi savunmak için giden bir Türk taburunu ezerek Akabe’yi arkadan ele geçirdi. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun Kızıldeniz’deki son liman kenti de İngilizlerin eline geçmiş oldu. Lawrence bu saldırıda gösterdiği başarı nedeniyle yarbay rütbesi ve Mümtaz Hizmet Nişanı ile ödüllendirildi.

Akabe’nin ele geçirilmesinin ardından Faysal karargahını Akabe’ye taşıdı. Burası ana cepheye Kızıldeniz’deki Vech’den daha yakındı. Kendini de Şerif Hüseyin’in izniyle Filistin’de komutayı alan General Allenby’nin emrine bağladı. Faysal’ın aşiret askerleri zırhlı araçlar ve hafif topçu ile pekiştirilmişti. Küçük İngiliz, Fransız ve Hint birlikleri Arapları desteklemeye Akabe’ye gönderilmişti. Allenby’nin niyeti Arapları Ürdün ırmağının doğusundaki açık kanadını korumak için kullanmak ve Türklerin Filistin’deki ordularını güçlendirme girişimlerini engellemekti.

Arap İsyancıların Türk Katliamı

Lawrence hız tutkunuyduİngilizlerin nihai saldırısı 18 Eylül 1918 de başlayacaktı. Allenby bunun önemli bir demiryolu kavşağı olan Dera’ya Arapların yanıltıcı saldırısı ile başlamasını istiyordu. Bu istek Arabistanlı Lawrence komutasında kuvvetlerle başarı ile yerine getirildi. İki gün sonra Allenby tüm güçleriyle Türklerin üstüne yüklendiğinde Türk ordusunun Dera’dan Şam’a çekilme yolu tamamen kapatılmıştı. Bundan sonra Lawrence ve Faysal kuzeye gitmekle Şam’ın aşiretleri ayaklandırdılar. Tuzağa çekilen Türkler Ürdün’den Suriye’ye umutsuzca ve şaşkınlık içinde çarpışarak geri çekilirken artık ne Türkler Araplara güvenebiliyordu ne de Araplar Türklere.

Türk Ordusu geri çekilirken Arabistanlı Lawrence’ın Arap asilere verdiği emir, Türk düşmanlığını göstermesi açısından dikkat çekicidir:

 …Savaşçılar! İçinizde en iyisi, en çok Türk öldürecek olandır. Tutsak almayacaksınız. Teslim olmak isteyeni öldüreceksiniz. Hepsini öldürün! Hepsini öldürün!

İşin daha kötüsü, Arap komutanlar olan Tallal, Auda ve Nasır da birliklerine “Esir almak yok! Bütün Türkleri öldüreceğiz!” komutunu vermiş ve uygulamışlardır. Tallal, çekilen Türk askerlerini izlerken yolda bitkince yatan, gücü tükenmiş Türk askerlerini adamları ile birlikte insafsızca katletmiştir. Lawrence’ın da aşağı kalır yanı yoktu. Teslim olan bir Türk erinin yüzüne ateş etmiş ve yere yığılan ölüyü atıyla çiğnemişti. Arap askerleri ayrıca Lawrence’ın kışkırtmasıyla Dera’da terkedilmiş bulunan bir hasta trenindeki tüm yaralı ve hasta Türkleri de acımadan katlettiler. 1918 yılı Eylül ayında 4. Türk Ordusu’na karşı yapılan bu saldırılar sırasında yaklaşık 5.000 Türk eri öldürülmüş ve Lawrence’ın anlattığına göre, “boğazlamaktan yorgun düşen” Auda Abu Tayi, son kalan 600 kişiyi tutsak etmişti. (Lawrence’ın katliam emri ve sonrası, 106 sayılı Arab Bulletin (Arap Bülteni)’nde ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.)

1918’de Lawrence Arap askerlerinin başında galip bir komutan olarak Dimyat’a girdiğinde, Birinci Dünya Savaşı müttefikler için zaferle sonuçlanmıştı. Görevini büyük başarıyla yerine getirmişti. İngiliz İmparatorluğu’nun kendisine verdiği şövalyelik nişanını ve Sir unvanını kabul etmedi, buna karşın “Üstün Hizmet Madalyası” ve “Fransız Şeref Lejyonu Madalyası” ile ödüllendirildi. Fakat onun için önemli olan, madalya ya da unvanlardan daha çok Arap uluslarının artık bağımsızlıklarına kavuşmasıydı. Fakat büyük düş kırıklığı tam da burada başlayacaktı. Savaş sona ermiş, diplomasi zamanı gelmişti. Ancak Paris Barış Konferansı’nda (1919) Faysal’ın yanında İngiliz delegasyonunu temsil eden Lawrence’ın tüm çabaları havada kaldı. Lawrence, Arapların ve Büyük Britanya’nın ortak çıkarlarını savunmak uğraşıyordu. Ama bilmediği, 1916’da Sykes-Picot’da imzalanan İngiliz-Fransız anlaşmalarından da açıkça anlaşılacağı üzere, İngiliz hükümeti, Suriye ve Lübnan’ı Fransızlara; Filistin, Ürdün ve Irak’ı da Milletler Cemiyeti manda rejimine bırakarak, Arap müttefiklerine ihanet etmişti. Lawrence uğradığı büyük düş kırıklığını,  Bilgeliğin Yedi Sütunu (Seven Pillars of Visdom) adlı kitabının önsözünde şöyle anlatacaktı:

… Kazandığımız başarı sonrası yeni dünya doğduğunda, eski adamlar yine ortaya çıkarak, zaferimizi ellerimizden aldılar ve onu, yeniden, bildikleri eski dünyanın biçimine soktular…

Birinci Dünya Savaşı sırasınca az sayıda Arap’ın çok önemli bir anda 50.000 Türk askerini oyaladığı ve Türk başkomutanlığının bölgenin geri kalan kesimlerine Arap ayaklanmasını baştan sona denetim altında tutabilmek için boş yere 150.000 askeri yaydığı düşünülecek olursa Lawrence’ın zaferdeki payı rahatlıkla anlaşılabilir.  Gene General Glubb’ın bir zamanlar yazdığı gibi “Bir savaş öğrencisine Arap savaşı hareketli gerilla taktikleri ile ulaşabilecek olağanüstü sonuçların dikkate değer örneklerini sağlamıştır. Araplar on binlerce Türk askerini bir meydan savaşında ancak bir tugayı oyalayabilecek bir güçle oyalamışlardır.

Lawrence’in Araplara önderliğini kabullendirmesi başlı başına büyüleyici bir incelemedir.  Lawrence onlarla eş biçimde yaşadı, eş zorluklara dayandı ve hiç bir ayrıcalık istemedi. Develerini Arap dostlarının alışa geldiklerinden daha sıkı, daha uzağa ve daha uzun süreler sürdü. Kahve ocağının başındaki ekseriya yararsız ve can sıkacak kadar uzun tartışmalar süresinde kendini sabırlı olmaya eğitti. Onların yiyeceklerini yedi, onların sularını içti. Bunun sonucu olarak mide zafiyeti hastalıkları çekti. Örneğin Glubb gibi asla akıcı bir Arapça konuşmadı. Ne de Leachmann’ın Nejd’de yaptığı gibi kendini bir Arap olarak tanıtma umudu vardı. Keskin mavi gözleri, kumral saçı ve teni onu hemen ele verirdi.

Düş Kırıklığı ile Geçen Son Yıllar

Barış anlaşmalarının imzalanmasının ve uğradığı düş kırıklığının ardından Lawrence her şeyi unutmak için John Hume Ross sahte adıyla 1922 Ağustos’unda İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne sıradan bir er olarak kaydoldu. Ne var ki İngiliz gazeteleri onun gerçek kimliğini bulmuş ve hakkında hiç de hoş olmayan şeyler yazarak onu Hava Kuvvetleri’nden ayrılmaya zorlamıştı. Bu sefer Şubat 1923’de T. E. Shaw adıyla Krallık Zırhlı Birlikleri’ne yazıldı. 1925’de yeniden Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne girmenin bir yolunu buldu. Bürokratik direnişe karşın elinden gelen her şeye başvurdu ve 1927’den 1929’a kadar Hindistan’da ·görev yaptı. Hindistan’dan sonra önce Plymouth yakınlarındaki Cattewater’deki deniz uçakları istasyonuna atandı, daha sonra güney kıyısındaki Calshot’a gönderildi. 13 yıllık bir hizmetin ardından 26 Şubat 1935 tarihinde 47 yaşında iken terhis oldu. Bir gazeteye verdiği röportajda artık ölümü beklediğini söylemişti. Hız ve motosiklet tutkusu bu dileğinin terhisinden kısa süre sonra gerçekleşmesini sağladı. 13 Mayıs 1935 günü, her zaman kullandığı Brough Superior SS100 marka motosikletiyle evinin bulunduğu Clouds Hill’e dönerken, karşıdan gelen bisikletli çocuklara çarpmamak isterken kaza geçirdi. Motosikletten fırlamış ve beyninden ciddi hasar almıştı. Altı gün komada kaldıktan sonra 19 Mayıs 1935’te kalbi durdu. Oldukça sade ve az sayıda kişinin katıldığı cenaze töreninin ardından naaşı Moreton köyündeki bucak kilisesine bitişik mezarlığa gömüldü.

Araplar da El Aurens olarak adlandırdıkları bu İngiliz ajanı hiçbir zaman unutmadı. Suudi Arabistan’da karargah olarak kullandığı evi müzeye dönüştürüldü ve kapısına bir tabela asıldı: “Bu ev Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Suudilere yardımcı olan İngiliz T. E. Lawrence tarafından karargâh olarak kullanılmıştır.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.