Halkının Taptığı Diktatör Jül Sezar

Yaşamının son dört buçuk yılında Roma İmparatorluğu’nu ömür boyu olmak koşuluyla diktatör olarak pençesine almış olan ve halk tarafından “Mağlup Edilmez Sezar” diye anılan Jül Sezar’ın (Gaius Julius Caesar) hayatı, baş döndüren maceralarla doludur.

Milattan önce 100 yılında Roma’da dünyaya gelmişti. Doktorlar normal doğumu gerçekleştirmeyi başaramamış, onu ancak annesinin karnını keserek dışarı çıkartabilmişlerdi. O yüzden adı “kesilip alınan” anlamında Ceasar konulmuştu. Yani Sezar, günümüzdeki sezaryenin isim babasıydı.

Asil bir ailenin çocuğuydu. Babası Asya eyaleti valiliği yapmış ünlü bir politikacı, annesi ise birkaç konsül çıkarmış etkili bir ailenin üyesiydi. Çok küçük bir yaştan itibaren, sağlam bir eğitim ile beraber bir silâhşor olarak yetiştirildi. Edebiyata ve güzel sanatlara çılgın denilecek kadar düşkündü. Çocukluğunda ve gençliğinde güzelliği o kadar meşhur idi ki kendisini Adonis’e, Ganimed’e, Paris’e benzetenler olmuştu. Harikulade bir hatip, yaman bir binici, kadınları baştan çıkarmada adeta bir sihirbazdı. Gençliğinde tüm dedikodulara kulaklarını tıkamış, Roma’da, genelevlerin bulunduğu sokakta bir oda tutarak, yıllarca gırtlağına kadar fuhuş ve sefahate gömülerek yaşamaya devam etmişti.

En büyük şansızlıklarından birisi amcası Marius ile onun rakibi olan Sulla arasındaki korkunç rekabetti. Roma siyasetine o yıllarda iki farklı siyasi görüş egemendi. Birincisi, senatoda yalnızca aristokratların doğrudan yer almasını savunan optimates’ler; ikincisi senatoya seçimle girilmesini savunan populares’ler. Amcası populares hizbinden, Sulla ise optimates hizbindendi. Şans ilk başta amcası Marius’tan yanaydı ama bir süre sonra Sulla MÖ 82 yılında yapılan Colline Geçidi Savaşı’nı kazanarak Roma’yı ele geçirip Roma’nın yeni diktatörü olmuştu. Sulla’nın ilk icraatı bütün siyasi rakiplerini ortadan kaldırmaktı. Yüzlerce muhalif acımasızca öldürüldü, boğazlandı. Sezar’ın amcası Marius’un cesedi bile mezarından çıkarılıp Tiber nehrine atıldı.

Sezar Sözünü Her Zaman Tutar

Doğal olarak, Marius’un yeğeni olması nedeniyle Sezar’ın da her an aynı kaderi paylaşması beklenirdi. Ama Sulla’nın adamlarının araya girmesiyle canını kurtardı, istemeyerek de olsa Roma’dan kaçmak zorunda kaldı. Orduya katılıp Asya’da savaşmaya gitti.

Sulla’nın MÖ 78’de ölmesinin ardından Sezar’ın artık Roma’ya dönmesinde bir tehlike yoktu. Ne var ki ailesinin tüm mal varlığına el konulduğundan eskisi gibi debdebeli bir yaşam süremezdi. Küçük bir eve yerleşti ve avukatlık yapmaya başladı. Küçükken aldığı eğitim ve olağanüstü hitabet yeteneği sayesinde yıldızının yeniden parlaması fazla sürmedi. Rüşvet alan ve yolsuzluk yapan eski valilerin ceza davalarındaki insafsızlığıyla korkulan biri oldu. Bir süre sonra da Roma’da kamu yönetimine talip olan politikacıların ilk basamağı kabul edilen tribün görevine geldi.

Hitabet sanatını daha da geliştirmek istiyordu. Bunun için Cicero’yu da eğitmiş olan Apollonius Molon’un yanına gitmek için Rodos’a yelken açtı. Talihe bakın ki henüz yirmili yaşlarındaki bu genç Ege Denizi’ni geçmek isterken bu sefer de korsanların eline düşmüştü. Korsanlar Sezar’ı Antalya’ya götürmüşler ve yirmi talent fidye istemişlerdi. Sezar kızmış, “Hayvanlar, ben yirmi talentlik bir esir miyim? Yakaladığınıza iyi bakın, size elli talent getirteceğim ve elinizden kurtulduğumda göreceksiniz, hepinizi astıracağım!” diye bağırmıştı. Antalya’dan Roma’daki ailesine bir mektup göndermiş, para gelinciye kadar da, korsanların yanında gece ve gündüz içerek, onlara şiirler okuyarak ve oyunlar oynayarak vakit geçirmişti.

Korsanların tehdidi ne kadar ciddiye alındığı bilinmez ama Sezar verdiği sözü gerçekten tuttu. Otuz sekiz günlük tutsaklığın ardından istenilen fidye gelince özgürlüğüne kavuştu, doğru Ege bölgesinde Milet‘e gitti, burada birkaç gemi tedarik etti, kendisini esir alan korsanları Antalya açıklarında yakaladı. Hepsini zincire vurup Bergama’ya getirdi. Asya Valisinin düşüncesi korsanları köle pazarında satmaktı ama Sezar’ın düşüncesi çok daha farklıydı. Valinin emrini beklemeden hepsini çarmıha gerdi!

Oldukça hırslıydı. Bir gün yakın bir arkadaşı Büyük İskender’in heykeline hayranlıkla bakan Sezar’a çok büyük siyasi ihtiraslar beslediğini söylemiş, genç adam, “Ne diyorsun? Sen Büyük İskender’in hayatını okumadın mı? O benim yaşımda iken bütün fütuhatını tamamlamıştı, ben daha ne yaptım?” diye bağırmıştı.

Henüz Büyük İskender kadar başarılı olamamıştı belki ama kırk bir yaşında iken, artık Roma’nın, seçkin simalarından idi. 65 sonbaharında propaganda ile işlediği, Aedilis Curulis sıfatı ile düzenlediği oyunlar sayesinde kendine bağladığı halk, Sezar’ın Cursus Honorum’luğa yükselmesine yardım etti. Böylece Sezar 69’da quaestor, 65’te aedilis curulis, 63’te pantifex maximus, 62’de praetorol’du. Siyasi alandaki bu yükselişini, sonradan vekili olan gösteriş düşmanı Crassus daha da kolaylaştırdı.

Roma halkı Sezar’ın elde ettiği yüksek mevki ve unvanlarla, verdiği ziyafetler, düzenlediği büyük eğlencelerle sarhoş olmuş gibiydi. “Halk efendimizdir” formulünü pek benimseyen genç majistra, işsizler ordusunu fethetmek için parasını saymadan savuruyordu. Gladyatör dövüşleri düzenliyor, halkın davetli olduğu eğlencelerde bol içkiler dağıtılıyor, Forum ve Appia Caddesi imar edilerek göz boyayıcı hale getiriliyordu. Sezar’ın bu davranışlarının nedenini Yunanlı yazar Plütark şöyle açıklar: “Ucu zehirli bir bıçak kadar tehditkâr olan Roma’nın sefil ve muhtaç kalabalıkları bir müddet sonra her şeyi Sezar’dan bekler, kurtuluş umutlarını sadece ona bağlar hale geldiler.”

Devrin ünlü generallerinden Crassus ve Pompey ile 59 yılında yaptığı üçlü bir anlaşma ile kendisini konsül (devlet başkanı) seçtirmeyi başardı. Konsül seçildikten sonra, Senato ile anlaşmak için Sezar vakit kaybetmeden harekete geçti. Kudret ve kabiliyetini parlamento cambazlıklarına, kulis faaliyetine harcamayı bir an bile düşünmedi. O senatörlere değil doğrudan doğruya halka hitap ediyor ve bir zümrenin egemenliğini sağlayan oligarşi yerine, doğrudan demokrasiyi, halk idaresini kurmak istediğini söylüyordu.

Roma’da ikinci olmaktansa Alplerdeki bir dağ köyünde birinci olmayı yeğlediğini belirten sözüyle de ün salan Sezar, çıkardığı iki toprak reformu yasası, Pompey’in emekli askerleri ve Roma’daki işsizler lehine çıkardığı yasalarla ve yeni ele geçirilen kamu topraklarının en yoksul Romalılara verilmesini sağlayan yasayı çıkarmasıyla eyaletlerdeki halkın sevgisini kazandı.

Krallık döneminden farklı olarak Cumhuriyet döneminde konsüller ömür boyu değil yalnızca bir yıl boyunca görev yaparlar ve görev süreleri bitince görevi bırakarak sıradan bir Roma yurttaşı olurlardı. Bir yıl sürecek konsüllük görevinden yararlanarak Sezar kendisine Galya Valiliğini almış ve konsüllük süresi bitince Galya’ya gitmişti. Amacı hem servet edinerek artık iyice kabaran borçlarını ödemek hem de orada kendisine bağlı ve fedakâr bir ordu yetiştirmek ve bu kuvvete dayanarak politika sahnesinde son rolünü oynamaktı. Çünkü Roma’da siyasi iktidar olmanın vazgeçilmez koşulu askeri güce sahip olabilmekti.

Sezar’ın Galya’yı seçmesi kurnazcaydı. Birincisi, bu ülkenin zenginliğini bilmeyen yoktu. İkincisi, Roma’nın en amansız düşmanı kabul edilen Galyalıları yenmesiyle elde edeceği saygınlık Sezar’ın ününe ün katacaktı.

Sezar Galya Valiliği döneminde zamanının büyük askeri dehalarından biri olduğunu gösterdi. Romalılar, yüz yirmi yıldan beri ancak Güney Galya’yı ele geçirebilmişlerdi. Oysa Sezar yalnızca sekiz yılda bütün Galya’yı aldı. Çünkü yalnız askeri gücünü değil zekasını da konuşturmuştu. Kendi yazdığı Galya Savaşı Üzerine Yorumlar adlı kitabında anlatılanlara bakılacak olursa bir Galya şehrinin kuşatması esnasında Sezar’ın mühendisleri sert kayalarda bir tünel kazmış ve şehrin su kaynağının yönünü değiştirmişti. Su kaynağı kesilen şehir bir süre sonra zorunlu olarak teslim olmuştu.

Sezar’dan önce Roma toprakları Akdeniz kıyılarındaki dar şeritlerden oluşuyordu. Galya’nın tamamen ele geçirilmesi İspanya ve Fransa’nın güneydoğusunu daha iyi koruma, Kuzey Denizi’ne ve Ren’e doğru ilerleyebilmeyi sağlamıştı. Derler ki, bu zaferlerini, en küçük neferine varınca, askerlerinin adlarını teker teker bildiği için kazanmıştır. Sezar o zamana kadar görülen Roma generallerinden hiçbirisine benzemiyordu, askerleriyle beraber oturup şarap içer, onlarla oyun oynar ve en kaba ve laubali şakalar, arkadaşlıklar yapardı. Fakat savaş zamanı gelip çattığında çadırında yalnız kalınca, okumayı ve yazmayı, uykuya tercih ederdi. Zevklerine düşkün olduğu kadar zorluklara, zahmetlere katlanmasını da bilirdi.

Sezar Galya’da zaferden zafere koşarken, Roma devletinin yazgısını belirleyen en büyük güç olanlardan General Crassus, doğuda Fırat ırmağı boyunda Partlara yenilmiş, ordusu telef olmuştu. Onun ölümü ile Roma devletinde iki büyük baş kalmıştı: Sezar ile Pompey. Senato ile anlaşarak Roma şehrini eline geçiren Pompey, Sezar’ı tamamen ortadan kaldırıp Roma’nın tek sahibi olmayı düşlüyordu. Kendini Galya fatihine Roma’ya sıradan bir yurttaş gibi girmeyi kabul ettirebilecek bir güçte gördüğünden, Sezar geri çağrılıp Galya’ya yeni bir vali tayin edildi, emre itaat etmeyince de Pompey tarafından “ulusun düşmanı” ilân edildi. Bunun üzerine Sezar, kendisine son derecede bağlı ordusuyla Galya’dan İtalya’ya doğru yürümeye başladı. Pompey kendine fazlasıyla güveniyor; “İtalya’da ayağımı vurduğum yerden Sezar’a karşı ordular çıkarırım” diyordu. Hesaba katmadığı ise elinde Sezar’ınki gibi kendisine ölümüne bağlı bir birliğin olmamasıydı. Elindeki güç, Sezar’ın sahip olduğu tek lejyon olan Onüçüncü Lejyon’dan çok daha güçlüydü ama disiplinsizdi. Savaş zamanı kimin taraf değiştireceği hiç belli olmazdı! Rivayet edilir ki Pompey’in karısı da Sezar’ın eski sevgililerindendi ve kocasının bu nazik durumunu aşığına bildirmişti.

Geldim, Gördüm, Yendim

Jül SezarMÖ 49’da hiç beklenmedik bir anda Sezar, generallerin ordularıyla geçmelerinin yasak olduğu Rubicon nehrini geçip Roma kapılarında görününce Pompey şaşkına dönmüştü. Sezar’a karşı yeni lejyon toplama girişimleri başarısızdı. Oysa ölüm yaydan çıkmış, Sezar’ın ordusu durmaksızın ilerliyordu. Öylesine gafil avlanmıştı ki, Sezar’ın barikatları yıkmasından hemen önce hazinelerini bile yanına alamadan Adriyatik’teki donanmasına atladı ve Epir’e kaçtı. Pompey’in ayağını yere vurduğu zaman fışkıracağını söylediği ordular nedense ortaya çıkmamıştı!

Sezar’ın donanması yoktu, mevsim kıştı. Varını yoğunu askerine dağıtmış, meteliksizdi. Fakat en ufak bir şikayette bile bulunmayan ordusuyla ve cebri bir yürüyüşle karadan dolaşıp 27 günde Epir’e ulaştı. Bu sırada Pompey ve taraftarları 47.000 yaya ve 7.000 atlıdan oluşan bir ordu kurmuşlardı; Sezar’ın emrinde ise 22.000 yaya ve 1.000 atlı asker vardı. Pharsala’da MÖ. 48 yılında müthiş bir meydan muharebesi oldu ve Sezar düşmanlarını darmadağın etti. Roma devletinde artık rakipsiz bir generaldi.

Pompey ise canını zor kurtarmış, Mısır Kralı Batlamyus’a kaçmıştı. Fakat ölümden kaçış yoktu. Sezar’ın gözüne girmek isteyen Mısır Kralı, Pompey’i idam ettirerek kesik başını mabeyincisi Pothinus ile Sezar’a takdim etti. Galip general, rakibinin kesik başını görünce saatlerce ağladı, ardından büyük bir törenle defnettirdi. Güzel kadınlara doğuştan düşkün olan Sezar burada gönlünü bu sefer kralın güzelliği dillere destan kızkardeşi Kleopatra’ya kaptırdı. Abisini ortadan kaldırıp onu Mısır Kraliçesi ilan etti.

MÖ. 47 yılının ilk aylarına kadar Mısır’da gönül eğlendirdikten sonra ordusunu toparladı, Pontus kralı II. Farnekes’in üzerine yürüdü. Bu seferde o kadar süratli hareket etmişti ki sefere hazırlanıp Zela Savaşı’ndaki galibiyeti alması ancak beş gün sürmüş ve Sezar da, Roma senatosuna yalnızca üç sözcükten oluşan onları küçümseyici bir savaş raporu göndermişti: “Veni, vidi, vici – Geldim, gördüm, yendim!”

Sezar, Afrika eyaletindeki ve İspanya’daki Pompey taraftarlarını da tepeledikten sonra, Roma devletinin tek sahibi olarak MÖ. 45 yılında İtalya’ya geri döndü. Senato kendisine “vatanın babası” unvanını layık görmüş, Roma takviminde Temmuz ayına, onun küçük adı, “Jül = Yulyus” ismi verilmişti. Ayrıca “ömürboyu diktatör” anlamına gelen “Dictator Perpetuus” seçilmişti.

 

Sen de mi Brutus!

İç savaş sona erdiğinden senato, cumhuriyetin yeniden eski durumuna döneceğini düşünüyordu. Fakat Sezar eski statükonun artık işlevsizleştiğini fark ederek sancılı bir reform hareketine girişti. Uygun gördüğü reformları gerçekleştirmek üzere kendi yandaşlarını doldurmak için senatoyu genişletti, ülkesinde ve çevre bölgelerde hem sivil hem de ekonomik temel reformlara girişti. Fakirlere ayrılan tahılların satılmasını yasakladı. Boşanmayı ve lüksü sınırlandırarak eski aile geleneklerini yaşatmaya çalıştı. Birçok taşralıya yurttaşlık hakkı verdi. Roma’nın giderek dengesizleşen sokaklarına yeniden yasa ve düzen getirdi.

Bununla birlikte, bu hareketler kaçınılmaz bir şekilde aristokrasinin çıkarlarını tehdit ediyordu. Yeğeni Octavian’ı varisi seçmesi, Doğu bölgelerindeki halkların kendisine tanrı gibi tapmalarına izin vermesi bir krallık kurmaya çalıştığı korkusunu alevlendirdi.

Sen de mi BrutusSonuçta Sezar’ı öldürmek için bir gizli komite oluşturuldu. Bu komiteye, Sezar’ın manevi oğlu Brutus’ün de girmesiyle komplo hızla büyüdü. Sezar’ın soyu Roma’nın antik krallarına dayanmaktaydı. Brutus’ün ataları ise son Roma kralını MÖ. 510 yılında öldürmüştü. Brutus zorba kralı öldürerek ün kazanan atasının izinden neden gitmesindi? Senato 15 Mart günü Mart ayının konularını konuşmak için toplanacağını bildirince, komite suikast için uygun zamanın geldiğine karar vermişti.

Sezar kendisine suikast yapılacağını önceden haber almış, eline suikaste karışacakların bir listesi ulaşmıştı. Fakat bunun bir aldatmaca olduğunu düşünerek ciddiye almamıştı. O gün senatoya giderken karısı da kötü bir rüya gördüğünü söyleyerek sokağa çıkmamasını gözyaşlarıyla rica etmiş, ama yolundan döndürmeyi başaramamıştı.

Oysa karısının sözünü dinlememekle Sezar hayatının hatasını yapmıştı. Senatoya giderken önü Pompey Tiyatrosu yakınında bir grup senatör tarafından kesildi. Sözde, okuması için Sezar’ın eline bir dilekçe tutuşturdular ve onu bir odaya yönelttiler. Sezar dilekçenin baş tarafına şöyle bir göz atmış, sonuna kadar okumadan içeri girmişti. Yerine oturunca suikastçılar etrafını sardı, içlerinden biri Sezar’ın boğazını boydan boya kesiverdi. O anda diğerleri de ellerindeki hançerlerle Sezar’ın başına üşüştü. Kaçmaya çalıştı, başaramadı. MÖ. 44 yılında Pompey’in heykelinin önünde can verirken dudaklarından son sözü dökülüverdi: “Sen de mi Brutus…”

Sezar 23 bıçak darbesiyle ruhunu teslim etmişti. Bu cinayet işlenirken, senato azaları bağrışarak kaçıyorlardı. Katiller, kanlı hançerlerini halka göstererek; “Zalimin vücudu ortadan kalktı!” diye bağırdılar. Halkın kendilerinden yana çıkacağını umuyorlardı. Oysa Roma halkı diktatörlerini seviyordu. Halk “Katillere ölüm!” diye bağırıp üzerlerine yürüyünce canlarının telaşına düşüp kaçmaya başladılar. Beri tarafta, Sezar’ın sadık dostlarından Antonyus ile Lepidus, Sezar’ın cesedini almışlar, Forum’a götürerek fildişinden bir sedir üstünde halka teşhir etmişlerdi. Antonyus, diktatörün kanlı tuğasını alıp göstererek katiller aleyhinde çok ağır bir nutuk söylemiş ve halka Sezar’ın vasiyetnamesini okumuştu. Senatoda da okunan bu vasiyetnameye göre Sezar, servetinin bir kısmını yeğenine, diğer bir kısmı ile sarayını ve bahçelerini Roma halkına bırakıyordu.

O sırada, senatonun, diktatörü öldüren katilleri affettiği öğrenilince, Roma halkı bu sefer senatoya hücum etti. İçinde bulunan bütün, eşyayı parçalayarak enkazını foruma getirdi ve binayı da ateş verdi. Romalılar, ölülerini yakarlardı, Sezar’ın cesedi, senato eşyasının yığılan enkazı üzerine konularak yakıldı. Sezar’ın Roma’dan kaçan katilleri şiddetle takip edildi; bunlardan Sezar’ın pek sevdiği genç Brutus, Makedonya’da, yakalanacağını görünce intihar etti.

Sezar kuvvetine olduğu kadar talihine de güvenirdi. Duygulu, içli bir adamdı; din hususunda kayıtsız, ahlak duyguları hemen hemen yok gibiydi. Ziynet ve debdebeyi severdi, güzel sanatlarda derin bilgisi vardı, sanatçılara karşı hürmetkârdı, hareketlerinde basiret ve ihtiyat değil, o andaki hisleri hâkim olurdu.

En fazla dert ettiği sorunlarından biri, ileriki yaşlarında ortaya çıkan kelliğiydi. Çünkü kelliği yüzünden otoritesinin sarsıldığını düşünüyor, özgüvenini yitiriyordu. Kleopetra ile ilişkisi sırasında yeni gözdesi kendisine geyiklerin kemik iliği ile at dişi ve ayı yağını karıştırıp bir merhem hazırlamış, ancak yine de tek bir saç teli bile çıkmamıştı. Keza yanmış fare özü de derdine deva olmamıştı. En sonunda kelliğini gizlemek için çareyi başına defne dalından hazırlamış bir taç takmakta buldu. Zafer kazananın defne dalı takma geleneği MÖ 6. yüzyıla kadar uzanıyordu. Kendisi de böylesine muzaffer bir komutan olduğuna göre defne dalından taç takması gayet doğaldı!

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.