Kediler ve İnsanlar

Kedi, Eski Mısır’da tanrı, Roma’da avcı, Ortaçağ’da ise uğursuzluk sembolü sayıldı. Öldürüldü, derisi yüzüldü ama gurur, kimlik ve özgürlük noktasında “kedilik dersi” verdi insanoğluna. İslamiyet’te kutsal kabul edildi, Uzakdoğu kültüründe ruh kazandı. Hem kralları hem sanatçıları hem de halkları etkiledi. Nankörlük, zeka ya da kişilik gibi olumlu ya da olumsuz insanoğluna ait karakter özellikleri atfedildi. Ve tarih boyunca baş rakibi köpeklerle birlikte insanoğlunun en yakın dostu unvanını almak kıyasıya yarıştı.

Pekala bizleri böylesine etkileyen bu kediler neyin nesidir? Nereden gelip de nereye gitmektedirler, kısaca müktesebatları nedir? Albrecht Dürer kediyi, tabii ki “İlk Günah” bağlamında Adem ve Havva’nın ayakları dibinde resmetmişti ama onun insanlara ısınması çok daha sonra olmuştur.

Kedinin evcilleşmesi, kabul edilen görüşe göre MÖ 4000 civarındadır. Yani insanoğlunun toprağı kullanmaya öğrenip tarım toplumuna geçmeye başlamasından yaklaşık 4000 yıl sonra. Bu nedenle tahıl ambarları iri sıçanların tehdidi altında bulunan eski Mısır’ın, kedileri evcilleştirmeye çalışan ilk toplum olarak kabul edilmesi doğal sayılmalı. Tahıllarını farelerden kurtaramayan Mısırlılar yavaş yavaş kedileri tahıl ambarlarının olduğu depolara çekerek sonunda onların evcilleşmesiyle sonuçlanacak bir süreci başlattı. 2004 yılında Kıbrıs’ta bulunduğu iddia edilen 9500 yıllık kedi mezarına biraz dikkatli yaklaşmak gerekir. İlginç bir saptama olarak kedinin insanı kendi yaşam sahası içine kabul etmesi yazının icadıyla da hemen hemen aynı tarihe denk düşer.

Mısır’daki arkeolojik bulgular kedilerin daha işin başında kariyer merdivenlerini emin adımlarla çıktıklarını gösteriyor. Nitekim Eski Krallığın V. Hanedanına ait bir mezarda MÖ 2600 civarında resmedilen tasmalı kedi, artık saraylarda ağırlanmaya başladığının kanıtıdır. Ne kadar marifetli yaratıklar oldukları da, sadece fare avlamakla zaman öldürmeyip, sanki av köpeğiymişçesine papirüs sazlıklarında ördek avına çıkmalarından anlaşılıyor.

Eski Mısır’ın Kutsal Kedileri

Bugün Hindistan’da inekler ne kadar kutsalsa, Eski Mısır’da da kediler o kadar hatta belki daha da fazla kutsaldı, güzelliğin simgesiydi. Mısır’da bir kadının ne kadar güzel olduğunu vurgulamak için kullanılan cümle “kedi kadar güzel” idi. Belli ölçüde dokunulmazlıkları vardı. Örneğin Ptolemaios Hanedanlığı döneminde bir kediyi yanlışlıkla öldüren Romalı asker onunla aynı akıbeti paylaşmaktan kurtulamamıştı. Üstelik Mısır’ın Roma İmparatorluğu ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştığı bir dönem olmasına karşın. Kuşkusuz Mısırlıların kediye ne kadar önem verdiğinin düşmanları da farkındaydı. MÖ 525 yılında Ahameniş Hanedanı’ndan Pers İmparatoru Kambises, Mısırlıların kedilere karşı olan bu zaafını bildiğinden Feluse kentini ele geçirmek için sefere çıkan ordusunun önüne büyük bir kedi sürüsü koymuş ve kedilere zarar geleceğini düşünen Mısırlılar hiç savaş yapmadan kenti Kambises’e teslim etmişlerdi.

Eski Mısır’da toplumun gözbebeği haline gelen varlıkların tanrılaştırılması da kaçınılmazdı. Böylece Güneş Tanrısı Ra’ın kedi kılıklı bir kızı, Bastet, dinler tarihindeki serüvenine başladı. Bastet aşkın ve doğurganlığın tanrıçasıydı, hamile kadınları korurdu ama kötü bir yönü de vardı. Eski Mısırlılar bu huylarının, bir anlamda gücün karanlık yüzünü, aslan görünümlü Sekhmet’e yükleyerek sorunu çözdüler. Bastet’in gücü arttıkça ona kurban edilerek mumyalanan kedilerin sayısı da binleri aştı.

Bastet’in etkisi Roma çağında da devam ettiğinden Mısır’da kedi kıtlığının başladığı ve kurban edecek kedi bulunamadığı rivayet edilir. İlginç olan durum, kedi kurban edenlerin ya da evlerinden kedi cenazesi çıkanların matem işareti olarak kaşlarını tıraş etmeleri ve bunca kedi kırımı sürerken, sunaklar dışında kedi öldürmenin çok ağır bir suç olarak kovuşturulması ve cezasının genelde ölüm olmasıdır. Kedi kıtlığı mı yoksa onların kutsallığı mı, bu tam olarak bilinmiyor ama Mısır dışına çıkarılmaları yasaklanmıştı. Kediler bu nedenle devrin girişken tüccarları olan Fenikeli gemiciler için en gözde kaçakçılık malıydılar. Avrupa bu sayede kedilerle tanışmış oldu.

Eski Yunan’da ve Roma’da kedilere pek de güvenilmezdi. Bu yüzden de farelerle boğuşmak işi daha çok sansargillerin en ufak türü olan ferete emanet edilmişti. Kahramanımız bir kenara itilip unutulmaya katlanamamış olacak ki,  bu sefer de kendisi bizzat tanrı olmadan tanrılara kendi özelliklerini bağışladı. Avcı tanrıça Artemis/Diana bunlardandı. Kuzeyin ünlü tanrıçası Freya’nın arabasını kediler çekerdi ve kediler bu pagan inanışında bereketin sembolüydü. Onun yavrularını büyütürken ortaya koyduğu sevecenlik annelikle ilgili konularda simgeleşmesini sağladı. Lüks konutlarda başköşeyi kaptıklarının en ünlü kanıtı da Pompei harabelerinde bulunan mozaiklerdir. Eski Yunanda ise madeni paraları süsleyecek kadar talihliydiler.

Roma İmparatorluğu’nun çöküşü sırasında meydan gelen parçalanma ekonomik çöküntüyü de birlikte getirdiğinden Ortaçağ’ın başlangıcında kimse sofrasında fuzuli bir misafir istememekteydi. Ama ticaret gemileri ile Avrupa’ya göçen fare sürüleri insanoğlunun kediye ne kadar muhtaç olduğunu bir kez daha ortaya koydu.

Kedilerin Avrupa’da asıl işlevi sosyo-ekonomikti. Örneğin 10. yüzyılda İngiltere’nin Galler yöresinde bir yerleşme biriminin köy (hamlet) sıfatını alabilmesi için dokuz bina, bir karasaban, bir ekmek fırını, bir yayık, bir horoz, bir boğa, bir çoban ve bir de kedisi olması gerekiyordu. Görüldüğü gibi kedi, hem de kırsal alanda, ezeli ve ebedi rakibi köpeği safdışı bırakabilmişti.

Almanya’da 13. yüzyıl başında geçerli yasalara göre bir kedi için ödenecek tazminat neredeyse bir ineğe ödenen kadar yüksekti. Bu kadar pahalı bir hayvanı farelere karşı yeterli sayıda seferber edebilmek için ormanlarda gezen vahşi kediler yakalanarak evcil hemcinsleriyle çiftleşmeye zorlandılar. O güne kadar narin hatları ile göz alan kedilerin vücut geliştirme serüveni de böylece başlamış oldu.

Kedilerin Karanlık Yüzyılları: Ortaçağ Avrupası

Cadılar ve kedilerNe yazık ki kedilerin Avrupa’daki bu görece rahat dönemi fazla uzun sürmedi ve Ortaçağ’ın karanlık ruhunun kurbanları arasında kediler, özellikle de kara kediler, neredeyse ilk sırayı aldılar. 1232 yılında Papa 9. Gregory, kedilerin şeytani varlıklar olduğu hakkında bir bildiri yayınladı. O tarihten sonra Avrupa’da hem kediler hem de kedi sahipleri acımazsızca öldürülmeye başlandı. Kara kedinin bugün bile inanılan uğursuzluğu, o günlerin yadigarıdır.

Suçları büyüktü; kedilerin cadıların suç ortağı olmak gibi bağışlanamaz bir suçları vardı. Bu nedenle onların akıbetini paylaştılar, ya diri diri ateşe atıldılar, ya da bir çuvala tıkılarak suya fırlatıldılar. Diri diri derisi yüzülenler, her türlü işkenceye tabi tutulanlar da olmadı değil. Neticede şeytanın çırağı olduğuna inanılan bir yaratığa bundan iyi muamele yapılamazdı, yapılmadı da. Evde kedi beslemek, cadılıkla suçlanmak için yeterli bir nedendi.  I. Elizabeth döneminde kediler sapkınlığın simgesi olarak köy meydanlarında ateşe atılarak, kedi beslemeyi düşünenlere gözdağı verildi. Günümüzde kedilerin tedavi süreçlerinde ve ameliyat sonrasında takmak zorunda kaldıkları ama kedilerin adeta nefret ettikleri başlıklara Elizabeth yaka denilmesi belki o dönemin mirasıdır. O devirde bir kediye sadece iyi davranmak bile Tanrı’ya küfretmekle özdeşti, cezası da ölümlerden ölüm beğenmekti. O bakımdan mütecessis nazarlar altındayken akıllı olan, bir kedi gördüğünde en azından yerden bir taş alarak ona fırlatmalıydı. Aksi halde inancı çürük bir Hıristiyan olduğu kuşkusuyla kendini Engizisyon’un önünde bulabilirdi. Öte yandan vücutlarının neredeyse her parçasının şifalı olduğuna inanılıyordu. Bu da kedilerin o çağlarda önemli bir ilaç hammaddesi olarak algılanmalarını körükledi. Örneğin Antik Roma’da kadınlar, istenmeyen gebeliği önleyeceklerine inandıkları için cinsel birleşme sırasında sol ayaklarına kedi karaciğeri içeren deri bir kese giyerlerdi. Kedi dışkısı ve sirkeden oluşan bir karışım, kedi düşmanı Kraliçe I. Elizabeth’e benzemek isteyen kadınlar tarafından saç güçlendirici krem olarak kullanılıyordu.

Hristiyanlar artık her ne kadar kedi avlamıyorsa da tarihten gelen bu algıya günümüz çizgi filmlerinde bile rastlamak olasıdır. Örneğin Şirinler adlı çizgi filmde, kötü büyücü Gargamel’in kedisi Azman onun en büyük yardımcısıdır.

Ticari alanda kedi derisinden bir servet kazananlar onların postuna bürünen Vikingler olmuşlardır. Kedi derisi çok değil bundan yalnızca iki yüzyıl önce İngiltere ve Fransa’da hâlâ lüks eldiven üretiminde kullanılmaktaydı.

Ama doğa boşluk kabul etmez. Kedi sayısı azaldıkça fare sayısı artarak korkunç Ortaçağ veba salgınını körükledi.  Nüfusunun üçte birini yitiren Avrupa neredeyse kökünden yok oluyordu. Kedilerin intikamı gerçekten Avrupa’ya pahalıya patlamıştı.

Toplumsal yararlılık katsayılarını arttırmaya ne kadar uğraşsalar da kedilerin Avrupa’da ilerleyen Ortaçağda huzur bulmaları imkansız gibiydi. Nitekim kedi sever Türkler Kostantiniye surlarını döverken Hıristiyan dünyası geceleri kedi şekline bürünerek evlere sızan ve orada uyumakta olan çocukları hedef alan büyücülerin derdine düşmüştü. Fransa’da bu özdeşleştirme o kadar ileri gitmişti ki, inşa edilecek bir kilisenin temeline bir kedinin diri diri gömülmesi adeti yerleşmişti. Dindar Hıristiyanlar böylece, dünyadaki egemenliği Tanrı’nın elinden almaya uğraşan şeytanı ve onunla birlikte bütün habis ruhları kilisenin ağırlığı altında ezeceklerine inanmaktaydılar, iyinin kötüye karşı kazanacağı zafer bundan daha iyi simgelenemezdi. Kediler hakkında hâlâ dillerden düşmeyen efsaneler, onları betimlediğini sanan deyimler bu devrin jargonudur. Kediler böylesine zulme uğrarken, aralarından, III. Richard’ın kurbanı Henry Wyatt’ı Londra Kulesi’nde tutup getirdiği güvercinlerle besleyen isimsiz kediler de çıkmıştır. Kedinin adı değilse bile kişiliği Wyatt anısına Maidstone’da dikilmiş bir taşta ebedileşmiştir.

Kediden Korkan Fransa Kralı

Ancak kedi düşmanlığını sadece batıl itikatlara bağlamak doğru değildir. Fransa Kralı III. Henri (1574-1589) kedilerden öylesine korkmaktaydı ki, kendilerini gördüğü yerde düşüp bayılmaktaydı. Bu korkunun faturasını ise bir seferde toplatılarak feci şekilde öldürülen 30 bin kedi ödemiştir. Hal böyleyken, ünlü astrolog ve büyük olasılıkla büyücü Nostradamus’un kedisine Macbeth’teki cadıların kedisinin adına öykünerek Grimalkin adını vermesi soğuk bir şakadan farksızdı. Sahibinin saray çevresiyle olan iyi ilişkilerinin Grimalkin’i idamdan kurtardığı anlaşılıyor.

Durum buydu ama Alman imparatoru V. Karl (Şarlken) tahttan feragat ederek bir manastıra kapandığında yanına arkadaş olarak sadece iki Brezilya kedisi almıştı. Kedilerden vazgeçmek anlaşılan mümkün değildi.

Kedilere biraz olsun rahat nefes aldıran, ulus devlet fikrinin en yaman savaşçısı Fransa Kralı XIII. Louis’nin başbakanı Kardinal Richelieu oldu. Fransa’nın gerçek hâkiminin tam 14 kedisi vardı. Onlarla kendisi oynamadığı zamanlar, bir sepet dolusu yavruyu ayaklarının dibine koyarak oynamalarını seyreder ve böylece yorgunluğunu unuturdu. Richelieu’nün kraliyet kütüphanesini farelere karşı kedilerle savunma fikri, şaşılacak bir şey değildir ama o zamanlar bu çok orijinaldi. Kardinal Richelieu 1642’de öldüğünde 14 kedisine ve onların iki bakıcısına oldukça cömert bir miras bırakmıştı. Ne var ki İsviçreli muhafızlar eski söylencelerin etkisiyle kedileri gözlerini kırpmadan öldürdüler.

Richelieu’nün kraliyet kütüphanesini farelere karşı kedilerle savunma fikri sonradan Çariçe Elizabeta Petrovna tarafından Hermitage Müzesi’nin korunması amacıyla başarıyla taklit edildi.  Rusların “ukaz” adını verdikleri bir fermanla, Kazan eyaletinden “Bulunacak en iri, avcılıkta en çevik kedilerin toplanıp, yanlarına bir bakıcı katılarak en kısa sürede başkente gönderilmesini” emretti.

Sarayı farelerden kurtaran Kazan kedileri, Çariçe İkinci Katarina zamanında saraya iyice yerleşmiş, çolul çocuğa karışmış ve “emperyal fermanla atanmış saray memurları” konumuna yükselmişlerdi. Öyle ki, yiyecek içecek giderlerine müze bütçesinden resmi pay ayrılıyordu ve maaşı devlet tarafından ödenen bakıcıları vardı. Ne var ki Almanların 1941’den 1944’e kadar süren Saint Petersburg kuşatması sırasında, bir soykırıma uğradılar. Aç kalan halk tarafından avlanıp yenildiler ve Hermitage Müzesi’nde tek bir kedi bile sağ kalmadı! Neyse ki günümüzde Hermitage Müzesi’nin yeniden kadrolu kedi memurları var.

Nazırının çok etkisinde olan Fransa Kralı XIII. Louis kilisenin örgütlenmiş kedi katliamına son verdi. Ama oğlu tam bir hayırsızdı. Oğlu “Güneş Kral” XIV. Louis’nin çocukluğunda odun yığınları üstünde yanan kedilerin etrafında dans ettiği rivayeti vardır. Neticede onları sevmediği kesindi ve bu yüzden de kedilere saray mutfakları dışında kalan “kamusal alan” yasaklandı. Kralın 72 yıl süren saltanatı kedilere hiç yaramamıştı ama sonunda torununun oğlu olan “ Pek Sevilen” XV. Louis tahtta kaldığı 59 yıl boyunca bu unvanı en azından kediler katında sonuna kadar hak etti. Kralın adını kimsenin bilmediği beyaz kedisi devletin en zor anlarının tartışıldığı toplantıda çalışma masasının üstüne fırlar ve orada bulduğu devlet evrakı ile oyuncak niyetine yuvarlanırdı. Vaftizci Yahya Yortusu kutlanırken yakılan dev gibi ateşe kedilerin atılması onun hükümdarlığı sırasında yasaklanmıştır.

Kediler bazen de hiç umulmadık sorunlara yol açtı. Tıpkı ABD’nin Hindistan Büyükelçisi John Kenneth Galbraith’a 1963 yılında armağan edilen Siyam kedisi gibi. Galbraith kediyi oğluna verdi. Ama ne olduysa, oğlunun kediye Ahmed adını koymasıyla başladı. Komşu ülke Pakistan’da, Ahmed isminin Hz. Muhammed’in isimlerinden biri olduğunu söyleyen İslami Demokrasi Partisi, ABD aleyhine büyük  bir halk protestosu başlattı. Ufacık bir kedinin başlattığı diplomatik sorun kısa sürede Pakistan’daki ABD binalarının saldırıya uğramasına, Galbraith’ın sayısız ölüm tehdidi almasına neden oldu. Hatta hükümete göre sorun, ABD’nin Hindistan’a yaptığı silah yardımlarından bile çok daha ciddiydi. Aslında kedinin adı Ahmedabad’dı ve sonunda adı Gucerat olarak değiştirilerek bu beklenmedik diplomasi krizi sona erdirildi.

Kediler Uzak Asya’da

Antik Mısır'da kedilerKedilerin Doğu Asya’da ortaya çıkmaları da oldukça geç bir tarih olan MÖ 1500 civarı olduğuna göre, buraya da Fenikeli kaçakçıların yardım elinin uzanmış olması boş bir faraziye sayılmaz. Hindistan’da tapınaklarda görevli olan kedilerin Çin ekonomisi için vazgeçilmez bir işlevleri vardı. Bu da ipekböceği kozalarını farelerin saldırısından korumaktı. Kediler olmasaydı Çin’in o efsanevi zenginliğinden çok şey eksilmiş olacağı kesindir. Binlerce yıl sonra Kültür Devrimi’ni gerçekleştirenler kedileri “asalak” suçlaması ile doğrarken acaba nankörlüklerinin farkında mıydılar?

Eski Çin’de kedinin prestiji o kadar yüksekti ki insanların dışında yalnızca onların bir ruha sahip olduklarına inanılırdı. Kedi mutluluğun ve zenginliğin simgesi olduğundan soylu konakların da başköşesine kurulmuşlardı. Günümüzde özellikle Kanton’da yaygın olan kedi etiyle beslenmenin o çağlarda pek de popüler olmadığını karine ile çıkartıyoruz.

Asya’da izine rastlanmayan Avrupa sistemini, başta feodalizm olmak üzere yaratıp yaşatan Japonya, kedilere yapılan muamelede de Avrupa’nın yolunu tutmuştu. Aynı orada olduğu gibi çocuk düşmanı bir cadı, yamyam Neko-Bake geceleri kedi şeklinde evlere dalarak ana-babasına itaat etmeyen çocukları yemekteydi. Burada Japon cadılarının en azından terbiyevi bir rol oynadığını da göz ardı etmemek lazım. Günümüz Japonyası’nda ise kedi başta Çin olmak diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi kutsal bir konumdadır.

Ne yazık ki eski Türklerde kedinin pek sevilen bir hayvan olduğu söylenemez. Çünkü eski Türklerde kedi, ölümün ve kötü yazgının bir simgesi olarak görünürdü. Hakas, Kazan ve Altay Türklerinde kedi (köpek ve yılanla birlikte) kötü ruhların ete kemiğe büründüğü hayvanlar arasında sayılıyordu. Nuh Tufanı’nın Hakas Türkleri arasındaki yorumuna göre, Nuh’un Gemisi’ne fare kılığında giren şeytanı yediği için, kedinin ağzı pis sayılırmış. Anlaşılan sürekli birbiri ile didişen ve sürekli yer değiştiren bozkır toplumlarının karakteriyle kedilerin karakteri pek uyuşmuyordu.

İslamiyet ve Kedi Sevgisi

İslamiyet’te temizliğin simgelerinden biri olan kedilerin saygın bir yeri bulunur. Kedinin içtiği sudan abdest alınabilir ya da kediler evde serbestçe dolaşabilir. Hatta kedi beslemek sünnet sayılır. İslamiyet’ten önce bile Araplarda kedilerin adının yanında soyadı bile bulunurdu. Hz. Muhammed’in kedisi Müezza’nın ünü günümüze kadar ulaşmıştır. Siyah beyaz bir Habeş kedisi olan Müezza, Hz. Peygamber bir gün odasında otururken yanına gelir ve Hz. Muhammed’in giydiği geniş cübbenin kolu üzerine uyuyakalır. Namaz vakti geldiğinde Müezza’nın rahatını bozup uyandırmaya kıyamayan Peygamber cübbesinin kolunu keserek camiye gider. Alman İmparatoru Ferdinand’ın Kanuni nezdindeki elçisi Busbecq’in, 1 Haziran 1560’ta peygamberin kedisini uyandırmamak için hırkasını kestirdiğini, hayvanın adını vermeden anlatması bu öykünün neredeyse 1000 yıl sonra bile yabancıları etkilediğini gösterir.

Yine kedi sevgisine verilebilecek örneklerden en güzeli Uhud Savaşı öncesinde yaşanmıştır. Ordunun yolu üzerinde yavrusunu beslemekte olan bir kedi olduğunu gören Hz. Muhammed kedinin başına onu koruması için bir muhafız bırakır ve tüm ordu kedinin rahatını bozmadan onun çevresinden dolanır.

Abdurrahman İbni Sahr, ya da kedi sevgisinden dolayı Peygamberin ona verdiği künyeyle Ebu Hureyre (Kedi Babası), 5375 hadisle en çok hadis rivayet eden sahabedir. Güvenilirliği hakkında İslam ilahiyatında süregelen tartışmaları bir tarafa bırakırsak, bu hadisler içinde kedilerle ilgili olanları da görürüz. Hadislere göre Hz. Muhammed, kedilerin bir ticaret metaı gibi alınıp satılmalarını yasakladığı gibi, kedilere eziyet edenlerin cehenneme gideceğini söylemiştir.

Başka bir rivayet, peygamberin kendisini sokmak isteyen bir yılanı öldüren kedinin sırtını okşayarak ona her zaman dört ayak üstüne düşmek niteliğini kazandırdığıdır. Bu öykünün bir varyantı da bahis konusu kedinin bir tekir olduğu, peygamberin onun başını okşadığı ve bunun sonucu olarak orada “M” harfini andıran çizgiler oluştuğudur. Bu “M”yi gerçekten de tekir kedilerin kafasında görmek mümkündür.

Dilbilimcisi İbni Babşad, arkadaşları ile bir sofrada otururken yemesi için bir şeyler verdiği kedinin bunları alıp götürdüğünü görünce peşine takılmış ve görmüş ki o kedi bu lokmalarla bir köşeye sığınmış olan kör bir kediyi beslemektedir. Allah’ın bir kör kedinin rızkını bile düşünmesinden son derece etkilenen büyük alim, o andan itibaren dünya nimetlerine sırt çevirerek kendini Allah’a emanet etmiş, fakir ama mutlu bir hayat sürmüş.

Kediler hakkında anlatılacak şeyler asla sona ermez, zira tarih bireylerin egolarını şişirmeye en uygun alandır. Gururuna, kimliğine, özgürlüğüne bu kadar düşkün bir yaratığın, kendisine çok benzeyen insanlar arasında kendi hayatını yaşaması çok normal değil mi? Ama kedilerin tarihteki dramı bir türlü bitmiyor. Eskiden tanrı adına katlediliyorlardı şimdi işe şeytan.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.