Küba Devrimi

Küba Devrimi, kökleri Komünist Enternasyonal’e uzanmayan bir siyasal önderliğin yönettiği ilk başarılı devrim olması nedeniyle diğer sosyalist devrimlerden ayrılır. En azından önder kadroların temel kuramsal yaklaşımında uluslararası komünist harekete egemen olan Sovyet Komünist Partisi’nin güçlü bir etkisi yoktu. Daha sonra da Komintern anlayışının hakim olmayacağı bir çizgi izleyecektir. Öte yandan 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarında komünist partiler geleneğinden gelen sosyalistler, Küba’daki yasal adıyla Partido Socialista Popular (Sosyalist Halk Partisi – PSP) önderleri, Fidel Castro (dog. 1925, Oriente) ve arkadaşlarının 26 Temmuz 1953 Hareketi’ne daha baştan karşı çıkmış, Directorio Revolucionario’ya (Devrimci Yönetim) bağlı kır ve kent gerillalarının eylemlerini desteklemiştir. 26 Temmuz Hareketi’nin iktidarı ele geçirmesinden sonra da, PSP önderleri Castro hükümetinin izlediği yola karşı çıkmış, burjuvazinin mülksüzleştirilmesine ve sosyalizmin geliştirilmesine yönelik önlemlerin başlatılmasını eleştirmişlerdi. Fakat bu devrimin önderlerinin dünya statükosunu parçalayan hareketinin yaydığı yeni düşünceler, çeşitli dünya ülkelerindeki birçok devrimcinin fikirlerinin ve eyleminin şekillenmesine katkıda bulundu.

Küba Devrimi’nin tarihsel gelişiminin kökleri, Amerika Birleşik Devletleri’nin Küba üzerinde ekonomik egemenliğini kurduğu 1880’lere kadar uzanır.

Amerika, Küba kurtuluş savaşlarını dıştan seyretti. 1896’dan sonra da kurtuluş mücadelesine karşı cephe aldı. Amacı, gücü tükenmiş, bir sömürge imparatorluğu olarak son günlerini yaşamakta olan İspanya’dan Küba’yı satın almaktı. Daha 1823 yılında ABD Dışişleri Bakanı J.Q. Adams, Küba’nın yerçekimi kuralına bağlı olgun bir elma gibi kucaklarına düşeceğini söylüyordu. Ama beklemeye de fazla tahammülleri yoktu. Başkan McKinley, pek de resmi olmayan bir yoldan İspanya Kraliçesi naibine Küba için 300 milyon dolar teklif etti ama teklif kabul görmedi Bunun üzerine Amerika ağız değiştirerek 19 Nisan 1898’de Küba’ya bağımsızlık verilmesini istedi; İspanya bu isteğe tanınan süre içinde cevap vermeyince 22 Nisan 1898’de savaş ilan etti. Karayipler’deki iki filosunu kaybeden İspanya Küba’yı ABD’ne terk etti. Amerikan valisi adayı 1 Ocak 1899’da devraldı. Artık Küba devrimcileri Amerika ile karşı karşıya bulunuyordu.

1902 yılına kadar süren işgal Küba’nın ekonomik sömürge niteliğini daha da belirginleştirmiştir.

Dört yıl süren işgalden sonra, Amerikan Tabacco Company, Küba’dan ihraç edilen tütünün %90’ını kontrol ediyordu. Şekere gelince, savaş yüzünden 1 milyon tondan 300 bin tona düşen ürün, 1902 yılında tekrar 800 bin tona yükseldi. Ama birçok Kübalı topraklarını ve şeker işletmelerini satmak zorunda kalmıştı. 1903 yılında, Küba’da işlenen toprakların %7-10’u Amerikalıların eline geçmiş durumdaydı. Ülkenin en büyük toprak ağalarından yalnızca dokuzu, en verimli toprakların % 32,6 sına, yani 620 bin hektarına sahipti. Oysa aynı dönemde açlıktan kıvranan çocuklarına yiyecek verebilmek için işleyecekleri tek bir dönüm toprağı bile olmayan iki yüz bin köylü ailesi daha yaşıyordu Küba’da…

ABD, kendi taraftarlarını iktidara getirdikten sonra işgale son verdi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar, Amerikan yanlısı iktidarlara karşı gelen hareket, adanın yeniden işgaline yol açtı.

Bu süre içinde, Amerika Birleşik Devletleri Küba ile olan ekonomik ilişkilerini daha da sıklaştırdı. 17 Kasım 1914 tarihli bir yasayla, doların Küba’da pezos gibi piyasada serbestçe tedavül etmesi kabul edildi. Böylelikle Küba parası pezos, Amerikan dolarının, istediği gibi düşürdüğü bir sömürge parası durumuna geliyordu,

Batista Diktatörlüğü

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan ekonomik sömürgeciliğinin Küba’daki siyasal iktidar biçimi diktatörlükler oldu. Machado’nun kanlı diktatörlüğüne 1933’te son verildi, yerine bir başka diktatör olan Fulgencio Batista getirildi.

İkinci Dünya Savaşı ve Amerika’da Roosevelt’in başkanlık yaptığı dönemde, sahte bir liberalizmi benimseyen Batista, 1952’den sonra Küba’ya, Amerika yanlısı son kanlı diktatörlük dönemini yaşattı.

Fulgencio Batista, 1901 yılında, tarım işçisi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Gençliğinde şekerkamışı çiftliklerinde çalıştı. Daha sonra devlet demiryollarında makinist oldu; bir ticarethanede kâtiplik yapmak üzere bu işinden ayrıldı. Sonunda orduya girdi. Diktatör Gerardo Machado’ya karşı yapılan ayaklanma sırasında başçavuş rütbesindeydi; genelkurmayda stenograf olarak çalışıyordu.

Machado’nun düşmesinden sonraki kargaşalıklar dönemi, Batista’ya yükselme ortamı sağladı. Hareketten sonra dinamik başçavuşun rütbesi albaylığa yükseltildi. Batista arka planda kalmakla birlikte Küba’nın “kudretli adamı” oldu. Süs cumhurbaşkanları birbirinin yerini aladursun, Batista kısa zamanda Genelkurmay Başkanlığına, sonra da başkomutanlığa yükseldi; astsubaylar ayaklanmasıyla disiplini bozulan orduya yeniden çeki düzen verdi. Asker ve subaylara sosyal ve ekonomik çıkarlar sağlamaya çalıştı.

Bu sırada Meksika’da başkan Lazero Cardenas Amerika ve İngiltere’yi umursamadan Standart Oil ve Royal Dutch Shell şirketlerinin malı kabul edilen Meksika petrollerini millileştirip Latin Amerika halkının sevgisini kazandı. Kıtada değişen koşullara ayak uydurabilecek kadar esnek zekalı biri olan Batista bunun üzerine solcularla işbirliği yollarını aradı. 1939 yılında özgür seçimlerle yeni kurucu meclis oluşturuldu. Meclis, halkçı bir anayasa kabul etti. Fulgencio Batista, 1940 seçimlerinde bütün solcu ve ilerici unsurların desteğiyle Küba cumhurbaşkanlığına getirildi.

Batista, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sı ile faşist İtalya’ya savaş ilan etmekten de geri kalmadı. Böylece yalnız Washington’un değil Sovyetler Birliği’nin de desteğini kazandı. Sendikaların aşırı solcuların eline geçmesine göz yumdu; kabinesine komünist bakanlar aldı. 1944’te başkanlık dönemi bittiğinde Batista, gene arka plana çekilerek kendi kuklası olan bir başkanı seçtirmek amacındaydı. Fakat bu kez istediğini yapamadı ve muhalifinin adayı Dr. Grau San Martin başkan seçildi.

Batista dört yıllık bir bekleme süresinden sonra 1948 yılında yeniden senatör oldu. İktidar, siyasal güçten yoksundu. Yolsuzluk iddiaları başını alıp yürümüştü Batista artan hoşnutsuzluklardan yararlanarak, 1952 yılında gerçekleştirdiği hükümet darbesiyle iktidarı yeniden ele geçirdi. Darbe gerçeklemeseydi Fidel Castro’nun da üyesi bulunduğu ve devrimcilerin içinde yer aldığı Ortodoks Parti’nin seçimlerle işbaşına geleceğine herkes neredeyse kesin gözüyle bakıyordu. Darbeden sonra 1940 anayasasını kaldırdı, meclisi dağıttı, kişi özgürlüklerini sınırladı, yerel işçi örgütlerini kapattı, basına ağır kısıtlamalar getirerek bazı gazeteleri yasakladı. Çeşitli kesimlerden gelen tepkiler karşısında sert tedbirler aldı. Orduya ve polis örgütüne geniş yetkiler verdi. Küba’daki rejim artık, sırtını Amerika Birleşik Devletleri’ne dayamış bir polis rejimiydi.

Bu dönem, Küba Devrimi’nin, Fidel Castro önderliğinde başarıya ulaşmasına kadar sürdü. Batista’nın adı her türlü yolsuzluğa, beyaz zehir ve kadın ticaretine, kumar işlerine karıştı. İçteki yolsuzluklara sesini çıkarmayan, komisyonlar karşılığında ABD şirketlerine ayrıcalıklar tanıyan Batista 6 yıl gibi bir sürede birkaç yüz milyon dolarlık bir servet yaptı.

Küba Devrimini Başlatan Kıvılcım: Moncada Kışlası Baskını

Fidel ve Che Sierra Maestra dağlarındaKüba’da devrim sürecinin ilk halkası 26 Temmuz 1953’te Oriente bölgesinin başkenti Santiago şehrinin Moncada kışlasına yapılan saldırı oldu.

Baskını ve asileri yöneten, Fidel Castro’ydu. Tasarlanan plana göre, ilk önce kışlada saklı olan silahlar ele geçirilecek, hemen halka dağıtılıp savaşa başlanacaktı. Aynı günün erken saatlerinde sözde bir tavuk yetiştirme çiftliğinde toplanmış olan kızlı erkekli 202 genç, Fidel’in konuşmasını dinliyordu. İyi bir hatip olan Castro şöyle diyordu: “Arkadaşlar birkaç saate kadar ya yenecek, ya da yenileceksiniz. Ama ne olursa olsun -aklınızdan çıkarmayın bu dediğimi- mücadelemiz sonunda, başarıya ulaşacaktır.”

Moncada kışlasına yapılan baskın başarıya ulaşamadı, birçok Kübalı vatansever toprağa düştü. Fidel ve kardeşi Raul kaçmayı başarsa da bir süre sonra yakalandı. Zaten başarılı bir avukat olan Fidel Castro kendi savunmasını üstlenir. 16 Ekim 1953’te, büyük bir gizlilik içerisinde bir hastanede yapılan ilk duruşmada Castro, yargıçların önünde tarihi konuşmasını yapar ve “Tarih beni aklayacaktır” der. Konuşma bir savunmadan daha çok bir adeta bir suçlama gibidir:

Savunmamın sonuna geldim ama avukatların yaptığı gibi sanığın affını istemeyeceğim. Yoldaşlarım Pines Adası hapishanesinde ıstırap çekerken kendim için özgürlük isteyemem. Beni oraya, onların yanına, yazgılarını paylaşmak üzere gönderin. Başkanı suçlu ve hırsız olan bir ülkede dürüst insanların ölmüş ya da hapiste olması anlaşılır bir durumdur. Biliyorum, mahkumiyet benim için kolay olmayacak. Ama korkmuyorum. Yoldaşlarımdan yetmişinin canını alan bu diktatörün gazabından korkmuyorum. Beni mahkum edin! Sorun değil. Tarih beni aklayacaktır.

Moncada kışlası baskını başarılı olamamıştı ama bu baskın devrim ateşini büyüten ilk kıvılcımdı.

15 yıl hapse mahkum olan Castro, 21 ay sonra dikta yönetimindeki gevşeme döneminde özgürlüğüne tekrar kavuştu. Cezaevinden çıkar çıkmaz Meksika’ya gitti. Batista diktatörlüğünü yıkma konusunda düşüncelerinde en ufak değişiklik olmamıştı. Aksine daha da hırslanmış ve başarısız Moncada kışlası deneyimi onu Küba asıllı asker Albay Alberto Boya’dan askerlik dersleri almaya yöneltmişti. Ders alanlar arasında Castro ile birlikte Camilo Cienfugos, kardeşi Raul Castro ve arkadaşlarının, “Che” diye çağırdığı, Arjantinli Ernesto Che Guevara da vardı. “Hey dinle!” anlamına gelen “Che” Arjantin’de çok kullanılan bir deyimdi. Daha sonra Oriente bölgesinin direniş şefi Franko Pais, harekatın özellikle Küba’ya yapılacak çıkarmayı kapsayan evrelerini planlayıp, kotarmak için gelip aralarına katılmıştı.

Umudun Adı Granma

Fidel Castro Havana'ya giriyor25 Ekim 1956 günü, Granma adlı yat, Küba çıkarmasını yapacak insanlarla Meksika’dan yola çıkıyordu. Yat, taşıma gücünü kat kat aşan 82 insanla, silah, mühimmat ve erzakla doluydu.

Granma, binbir tehlike atlattıktan sonra 2 Aralık günü güçbela Küba kıyılarına yanaştı. Azgın deniz kendilerine hiç beklemedikleri kadar kötü bir sürpriz hazırlamıştı. Evet, sağlam biçimde karaya ayak basmışlardı ama nerede oldukları konusunda en ufak fikirleri yoktu. Bitkin ve yorgun bir şekilde adanın içine ilerlerken beklemedikleri bir saldırıya uğradılar.

Çatışmanın sonunda 82 kişiden ancak 12’si savaşa devam edecek durumdaydı. Ayrıca adada, çıkarmayı izleyeceğini umdukları genel ayaklanma da gerçekleşmemişti. Yalnız Santiago’da, Frank Pais’in emrindeki militanların bazı semtleri işgal etmesiyle bir ayaklanma çıktı. Ama Frank Pais ve arkadaşları umdukları desteği bulamayınca çekilmek zorunda kaldılar. Sierra Maestra Dağları artık yeni evleriydi.

Batista’nın 30.000 askeri geriye kalan 12 kişiyi aramak için seferber olmuştu. Ancak bilmedikleri bir şey vardı: Fidel Castro çoktan yeni arkadaşlar edinmişti.

Fidel, Sierra Maestra’daki kahve toplayıcısı köylülerin önderi Crescendo Perez’le karşılaşmıştı. Birkaç zaman önce köylüler kahve üreticileri tarafından toplu halde işlerinden çıkarılmışlardı. Ayrıca, bulundukları bölgeden uzaklaşmaya zorlanıyorlardı. Toprakları için savaşmaya çoktan hazırdılar ve şimdi karşılarına kendilerine bu fırsatı sunan birisi çıkmıştı. Perez uzatılan eli kabul edince gerilla savaşı başlamış oldu.

Bu savaşın baş amacı toprak reformuydu. Gerilla, aynı zamanda, ülkenin öteki kesimleriyle diyalogun kurulmasını sağladı; hareket birkaç ay içinde bütün ülkeyi kapladı. Che, anılarında, “gazetelerde yayınlanacak herhangi bir röportajın askeri zaferden daha önemli olduğu günlerde New York Times’ın değerli elemanlarından Herbert Matthews’i adaya yolladığını” yazar. Herbert Matthews’in Küba Devrimi hakkındaki izlenimleri gazetede yayınlanır. Bunların Küba’da yayınlanma hakkını satın alan Bohemia dergisi kanalıyla halk, Fidel Castro’nun yaşadığını ve mücadeleyi sürdürdüğünü öğrenir. Üstelik New York Times gazetesinin temsil ettiği Amerikan liberal kamuoyunda Küba’daki devrimci eylemler sempatiyle karşılanır.

Artık Havana’da durum birdenbire ciddileşmiş, olaylar artmaya başlamıştı. Üniversite öğrencilerinden kurulu Directorio revolucionario (Devrim yönetimi) adlı örgütün, başkanlık sarayına yönelttiği suikast eylemi başarısızlıkla sonuçlandı. Örgüt üyelerinden birçoğu, buarada Üniversite Öğrenci Federasyonu Başkanı José Antonio Echeverria öldü. Aynı gün dikta hükümetinin düzenlediği misilleme sırasında Partito Ortodosso’nun liberal (Liberal Muhalefet Partisi) başkanı Pelayo Cuervo öldürüldü. Santiago şehri olayların eylem merkezi haline geldi. Yargıç Manuel Urrutia, mahkeme jürisindeki küçük bir azınlığın oyunu benimseyerek, dikta rejimine başkaldırma hakkına sahip oldukları gerekçesiyle, tutukluları aklayarak serbest bıraktı. Bu davranışı onu, devrimin başarılmasından sonra cumhurbaşkanlığı makamına getirecekti. Bu umulmadık kararın yarattığı tepkiler yeni durulmuşken bu kez de Sierra bölgesinde olaylar çıktı. Çarpışmalar sonunda Livero garnizonu bozguna uğradı. Bu, Batista ordusuna karşı kazanılan ilk kesin zaferdi. Dağlar arasında sıkışmış garnizonlarını tek tek koruyabilme olanaksızlığı karşısında ordu, gerilla hareketinin denetimine geçen geniş bir alanı boşaltma kararı aldı. Bu karar, militanlara bu bölgede, köylülerin yararına sosyal eylemlere geçme fırsatını verdi. Dikta yönetiminden yana toprak sahiplerinin ürünlerine el koydu. Gönüllü köylü kadınlardan bir tabur kuruldu.

Sierra Maestra Manifestosu

che-castroFulgencio Batista tedirgindi. Gidişi hiç beğenmiyordu. Gerillacıları halktan koparmak amacıyla, köylülerin belli bir bölgeye taşınmalarını (reconcentración campesina) emretti; gerçek bir sürgündü bu: Sierra Maestra’nın çevresinde yaşayan binlerce insan, yangın bombaları da kullanılarak, evlerinden tarlalarından sürülüp, tel örgütlerle çevrili kamplara konuyorlardı. Şehirlerde, özellikle gerillaların yerinden yurdundan edilmiş köylülerle ilişki kurma olanağı buldukları Santiago’da öyle büyük bir tepki doğdu ki, dikta yönetimi geriye dönüş yaparak kararından caymak zorunda kaldı.

12 Haziran 1957’de, 26 Temmuz Hareketi, Sierra Maestra Manifestosu’nu yayınladı. Manifesto, diktatörlüğe karşı mümkün olan en geniş siyasal birliğin oluşturulmasını, başkanlık sisteminin seçimlerle yeniden getirilmesi, diktatörün çekilmesi ve derhal sivil bir hükümetin oluşturulması çağrısını içeriyordu.

Gerilla savaşı artık bütün ülke tarafından benimsenmekteydi. Oriente bölgesinin gerilla önderi 23 yaşındaki Frank Pais’in polis kurşunlarıyla can verdiği 30 Temmuz 1957 gününden sonra gelişen olaylar bunun bir örneği oldu. Büyük bir kalabalığın izlediği cenaze töreni sırasında işçiler fabrikaları terketti, dükkân sahipleri kepenkleri indirdi. Baskı yönetiminin engelleyemediği ve bütün adaya yayılan genel grev 5 gün sürdü.

Adını, Fidel’in Moncada kışlasına yaptığı baskının anısından alan Movimento 26 de Julio (27 Temmuz Harekâtı) örgütü, sol liberal kesimle cephe birliğine girdi. Batista’nın aldığı sert önlemlere kızan büyük burjuvalar, liberaller gibi ya Fidel’in saflarına kayıyor ya da tarafsız kalıyordu. Böylece Batista rejimi desteklerini art arda yitiriyordu.

Ordu içinde de huzursuzluk başlamıştı. Bu huzursuzluk deniz erleri arasında patlak veren bir isyanla ortaya çıktı. Bir süre sonra Sierra’da, orduyu bozgundan bozguna uğratarak, kurnazca akınlarla yaylaları ele geçiren Camilo Cienfuegos bütün kamuoyunun ilgisini çekiyor; Oriente bölgesine ait dağlık Sierra Cristal’de Raul Castro’nun yönetiminde ikinci bir cephe açılıyordu. Batista yönetimi bütün uçaklarını bu cephede toplayıp müthiş hava akınları düzenlediyse de 1930’larda komünistlerle birlikte toprak reformu için mücadele etmiş olan bu bölgede, köylülerin iradesi bombalardan daha güçlü çıktı. Hava akınlarına karşı kendini savunmayı öğrenen bölge halkı Raul Castro’nun yönetimi altında yavaş yavaş savaşa hazırlanıyordu. Üstelik 24 Şubat 1958 tarihinde Che’nin yönetimi altında yayına başlayan Radio Rebelde sayesinde Batista’nın kontrolündeki bölgelere de propaganda yapılması devrimci harekata katılanların sayısının artmasını sağlar.

Fidel Casto: Bütün İktidar ve Yetki İsyancı Ordunun Hakkıdır

Sonunda dikta hükümeti Sierra Maestra’ya karşı genel bir saldırıya geçmeye karar verdi. 200-300 kadar gerillanın üstüne yollanan 10 bin asker onları 7 kilometre çapındaki bir alana kıstırmayı başardı. 1958 Haziran’ında başlayan savaş Temmuz’un sonuna kadar sürdü. Batista’nın askerleri savaşmaya isteksizdi ve bu nedenle saldırıları etkisiz kalıyordu. Örneğin 11 Temmuz’dan 21 Temmuz’a kadar süren La Plata Muharebesi`nde Castro`nun güçleri 500 kişiden oluşan bir birlikten 240 kişiyi esir alırken yalnızca 3 kişi kaybetmişti.

Gücü giderek tükenen Batista hükümetinin Sierra Maestra’ya karşı giriştiği son saldırı büyük bir yenilgiyle sonuçlandı. Halk bütünüyle devrimin yanındaydı. Sierra Maestra-Santiago çizgisi üstünde gelişen devrim, Che ve Camilo Cienfuegos’un yönettiği isyancı ordularla adanın kuzeyine ve Havana’ya doğru ilerliyordu. İsyancı ordu disiplinli bir ilerleyişle hemen hiçbir direnmeyle karşılaşmaksızın adanın ortasındaki Las Villas bölgesine vardı. Cienfuegos 30 Aralık 1958`de Yaguajay Çarpışma`sını kazanarak önemli bir başarı kazandı, ertesi gün Santa Clara Che Guevara, Cienfuegos ve William Alexander Morgan’ın birlikleri tarafından ele geçirildi.

Devrimci eylem karşısında artık tutunamayacağını anlayan Batista devrimin kesin zaferinden beş gün önce, yani 1958’i 1959’a bağlayan yılbaşı gecesi Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtı. 1 Ocak 1959 günü Sierra Maestra’da bulunan Fidel “Bütün iktidar ve yetki isyancı ordunun hakkıdır” parolasıyla Küba halkını, altı gün boyunca adada hayatı felce uğratacak olan bir genel greve çağırdı. Ertesi sabahın erken saatlerinde başlayarak Batista rejimi çökmüş durumdaydı. Albay Rubido askerlerine Castro güçleriyle savaşmamalarını emretti ve Fidel Castro tek bir engelle karşılaşmadan 6 Ocak’ta devrimci taburlarıyla Havana’ya girip kenti ele geçirdi. Küba Devrimi’nin ilk safhası böylece tamamlanmış oluyordu.

 

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.