Mısır Piramitleri Niçin İnşa Edildi?

Ölümün sonsuz bir yokoluş olmayabileceği, ölümden sonra dirilişin veya ölümden sonra yaşam olduğu düşüncesi modern ve Antikçağ toplumlarında çok rastlanan bir inanıştır. Fakat sonsuz yaşam inancına en yoğun Herodot’un “son derece dindarlar” dediği Eski Mısır’da rastlandığı bir gerçektir; çünkü Eski Mısır’ın anıtsal piramitlerinin ya da sanat eserlerinin büyük bir bölümü dolaylı veya dolaysız olarak ölüm, mezarlar ve cenazelerle ilgilidir ve bu konudaki inançları yansıtır. Bunların en basiti de, ölen bir kişinin adının yaşayanlar tarafından anılmasının bir bakıma ölümden sonra yaşamak sayılabileceği inancıydı. Başka bir inanışa göre de ölü, ayinler ve dualar yardımıyla bir kuşa dönüşerek gün ışığına ulaşabilir ve mezarının üstü açık kısmında kanat çırpabilirdi. Osiris kültüne göre, Duat adı verilen yeraltı krallığının kapıları ölüye açıktı. Yargılanma sürecini başarıyla tamamlayanlar birkaç dönüm toprak kazanır ve Osiris’in koruması altında tıpkı dünyadaki yaşamları gibi bir yaşam sürdürebilirdi.

İnsanın ölümden sonra yüzleşebileceği bir başka yazgı da güneşle (veya yıldızlarla) birleşmek olabilirdi. Güneşin kayığına binen ölü, güneşle birlikte günlük devrini tamamlar ve böylece her sabah ufuktan doğarak gökyüzünü dolaşırdı. İlk zamanlarda, yalnız firavunların böyle parlak bir yazgıya sahip olabilecekleri inanılırken, sonraları bu umudu kullar da paylaştı.

Bu inanışların temelinde ortak bir düşünce yatıyordu: Ölüm aslında bedenin yalnızca başka bir biçime dönüşmesiydi. Asıl korkulması gereken “ikinci ölüm”dür, yani tümden yok olmak, hiçliğe, yokluğa karışmaktır. Bunu önlemenin yolu ise ölümden sonra bedenin zarar görmemesi için mumyalanması, cenaze töreninin ardından düzenlenecek ayinler ve okunacak dualar ve ölünün sonraki yaşamını sürdürmesi için gereken bakımın düzenli sağlanması. Kısacası eğer beden yok olur ya da zarar görürse sonsuz yaşama ulaşmanın hiçbir yolu yoktu. O halde sonsuz yaşama kavuşmak isteyen birinin, ölümün ardından cesedini zarar görmeyecek, güvenli bir yerde koruması gerekiyordu. Mısır firavunları da bu düşünceden yola çıkarak, öldükten sonra bedenlerini gelebilecek tüm tehlikelere karşı koruyacak piramitleri inşa etmeye başladılar.

Eski Mısır piramitlerinin yapım nedeni işte bu gerekçelerle açıklanabilir. Mezar mumyayı sonsuz yaşamında koruyabilmeli, törenlerin özünü ve onlardan yararlanacak olanın adını kalıcı bir şekilde kavramalı ve ölünün yakınlarının ziyaret, bakım ve dua görevlerini yerine getirmelerine olanak sağlamalıydı.

Yaklaşık 1000 yıllık bir dönemde MÖ 2630 ve MÖ 1620 yılları arasında inşa edilen piramitler güneşin yararlı ışınlarının taşlaşmasını ve firavunun Güneş Tanrısı Ra’ya yükselmesini simgeler. Piramitler böylece insanın öbür dünyada yeniden doğma isteğinin somutlaşmış yapılarıdır.

Piramitler Nasıl İnşa Edildi?

Mısır piramitlerinin niçin yapıldığını anlattıktan sonra, piramitler hakkında tarihsel bilgi ile konuyu sürdürelim.

Eski Mısırlılar cenaze anıtlarına “Sonsuzluk Yerleri” adını vermişlerdi. Yapılış nedeni düşünüldüğünde bu adın verilmesi oldukça anlamlıdır. Anıtın kalıcı olması istenmiş ve taş bunun için en uygun malzeme olarak seçilmiştir. Mezarlar çok çeşitlidir. Firavunlar adına yapılan piramitler en ünlüleridir. Önceleri, firavunun göğe çıkmak için tırmanacağı merdiveni simgeleyen ve mastaba (mezar çukurunu örten kütle) adı verilen yamuk piramitler yaygındı. Örneğin bilinen ilk Mısır piramidi olan Firavun Coser’in Sakkara’daki basamaklı piramidi bu türdendir. Sonra Snefru tarafından yaptırılan çeşitli piramitlerde görülen bir evrim yaşandı: Meydum’da basamaklı bir piramit, güney Dahşur’da eşkenar dörtgen şeklinde bir piramit, kuzey Dahşur’da tam bir piramit gibi.

Bundan sonra Keops’un saltanatı ve onun cenaze dairelerinin karmaşıklığı bir yana, 146 metre yüksekliğinde, ağırlıkları 2 tondan 60 tona kadar değişen 2.300.000 bloktan oluşan inanılmaz boyutlarda ve büyüklükteki Keops Piramidi ya da diğer adıyla Büyük Piramit’le mezar mimarisinin doruğuna ulaşıldı. Santimetrenin 40’ta biri kadar bir hassaslıkla kesilen bloklar öylesine mükemmel birleştirilmişlerdir ki, aralarındaki derzlerin açıklığı hiçbir zaman santimetrenin 20’de birini geçmez.

Keops’un Büyük Piramit’i, ortada bırakılan daha yüksek kayalardan oluşmuş bir yığınla, piramidin planlanmış kenarlarının etrafında dikkatle düzlenen zemin üzerine inşa edilmişti. Piramitlerin kenar uzunluğu aşağı yukarı 230 metreydi ve üçü de mükemmel olarak kuzeye doğru sıralanmıştı. Bunların, kuzey yıldızının doğuş ve batış pozisyonları arasındaki orta nokta alınarak yerleştirildiği görü­lüyor.

Antik Mısır bilimi uzmanı Barry Kemp’in işaret ettiği gibi, sırf büyüklüklerinden ötürü bile piramitlere hayran olmak çok kolay. Mısır piramitleri hakkında bilgi sahibi olan bir insanın etkilenmemesi olanaksız. Öyle ki, onları inşa etmek için gereken insan ve malzemenin yönetilmesindeki olağanüstü karmaşık sorunlar en yetenekli mimarı bile zorlayacak biçimdedir. Sürekli ihtiyacı karşılamak için taşlar bulunmalı, kazılıp çıkarılmalı, biçim verilmeli, taşınmalı ve yerine yerleştirilmeliydi. Defin odalarına ve bazı piramitlerin alt yollarına dizilen elli tonluk granit blokların, yüzlerce kilometre uzaklıktaki Assuan’dan getirilmesi gerekiyordu. Piramidin şeklinden kaynaklanan sorunlar da vardı. Alt tabakaların yanlış yerleştirilmesi yukarı çıkıldıkça korkunç sorunlara yol açabilirdi. Dış yüzeyi biçimlendirmek özel ustalık gerektirirdi. Kaçınılmaz olarak uzun yıllara yayılan bütün bu işlemler, ileriyi görebilen kişiler ile işgücüne tam bir güven gerektiriyordu. Peki Mısırlılar böylesine devasa yapıları nasıl inşa etmişlerdi?

Piramitlerin İnşası Büyük Teknik Beceriler Gerektiriyordu

Keops PiramidiNapolyon’un 1798’deki Mısır seferinde ona eşlik eden matematikçilerden biri, Gize’nin üç piramidinde kullanılan taşlarla, Fransa’nın etrafına üç metre yüksekliğinde bir duvar örülebileceğini hesaplamıştı. Piramitlerin inşası büyük teknik beceriler, buna karşın pek az teknoloji gerektiriyordu. Kaya, yapının muazzam ağırlığını taşıyabilecek kadar sert, piramit inşası için seçilen yer ise, sel zamanı taşın getirilebilmesi için suya yeterince yakın olmak zorundaydı. En olanaklı inşaat yöntemi rampaların kullanılmasıydı zira Roma dönemine kadar makara bilinmiyordu. Yekpare bir taş bloğun bile (bazı piramit taşları 60 ton ağırlığındaydı) yerinin değiştirilebilmesi için önerilen eğim yaklaşık on ikide birdi. Bu eğimde, piramit tabanına dik bir rampa inşa ediliyor ve bu, seviye arttığında eğimi koruyacak biçimde yükseltilip uzatılabiliyordu. Taşların halatlara bağlanan kızaklara yüklendiği, daha sonra da kütüklerin üzerinden insan gruplarıyla çekildiği anlaşılıyor.  Son yapılan araştırmalar, kızakların çekilmesi kumun ıslatıldığını ve böylece sürtünmenin azaltılarak daha fazla işgücü gereksinimin önünde geçildiğini gösteriyor.  Hedeflenen noktaya ulaştırılan taş bloklar yerlerine ise ahşap ya da bakırdan yapılma devasa kaldıraçlar ile yerleştiriliyordu. Modern Çağda Gize’de taş bloklarla yapılan deneyler, Büyük Piramit’i yaklaşık 25.000 kişilik bir işgücünün yirmi yılda ancak tamamlayabileceğini göstermiştir.

Kendisinden hemen sonra gelen Kefren ve Mikerinos’un piramitleri daha küçük, ama gene de göz kamaştırıcıdır. Ardından Eski İmparatorluk sonu ile Orta İmparatorluk dönemi firavunları da kendilerini piramit külliyelerine gömdürdülerse de, bunların hem boyutları çok daha küçük, hem de mimarileri daha basitti. Daha sonra Etiyopyalı hükümdarlar (MÖ VIII. yy) da Nübye’de Mısır kültürünün etkisiyle piramitler yaptırdılar.

Yeni İmparatorluk döneminden başlayarak, kral mezarları ya Teb Dağı’na kazıldı (Krallar Vadisi’ndeki yeraltı mezarları), ya da küçük taş yapılar biçimini aldı (Tanis’teki Kral Mezarlığı). Bunun temel nedeni piramitleri yağmadan korumaktı. Sıradan Mısırlılar da yerine göre çeşitli mezarlara gömülürlerdi: mastabalar, yeraltı mezarları, tuğla veya kâgir yapılar veya basit çukurlar gibi. Yalnız hepsinin ortak bir özelliği bulunurdu: Mezarın, yani lahdin kendi genellikle içinde mumyalanmış ceset ve yanında öbür dünya için gerekli eşyalar bulunduğu halde yeraltına konur ve bu bölüme kimse giremezdi. Genellikle buna bitişik bir yerde de ziyarete gelenler ve bakım işlemlerini yapacak din görevlilerine açık bir bölüm bulunurdu. Ama bazen bu iki bölüm aynı mimari bütün içinde değil de, ayrı ve bazen birbirlerine oldukça uzak yerlerde olurdu. Örneğin, Yeni İmparatorluk döneminde firavunların lahitleri mühürlenir ve Krallar Vadisi’nin yeraltı yapılarında kimsenin giremeyeceği bir yerde korunurdu. Dini törenlerse, gebel denilen kutsal olmayan bir yerde kurulan cenaze tapınaklarında yapılırdı.

Herhangi bir biçimde yeniden yaşama şansını artırmak için ölüyü sürekli bakmak ve onun çeşitli gereksinimlerini karşılamak gerekir. Eski Mısır inancında bu konu başlı başına bir külttür ve bu amaçla en azından ekmek ve bira, eğer mümkünse sığır budu, tavuk, sebze ve meyve gibi yiyecek ve içeceklerin ölene adanarak onun mezarına bırakılmasını gerekir. Ölünün mezarını sulamak ve tütsülemek, buhurdanla güzel kokular yaymak da iyi bir cenaze töreninin gerekleridir. Yukarıda sözü edilen bütün bu adakların özü, ölünün, Mısırlılar tarafından “Ka” (ruh) diye adlandırılan can gücünü besler. Ama bunun mümkün olabilmesi için uygun duaların okunması da zorunludur. Ayrıca bu ayinin ölünün huzurunda icrası da kaçınılmazdır. Ancak mezar bölümündeki mumyaya ulaşmak yasak olduğu için, ölünün kendisi yerine onu anımsatan bir eşya yeterli olarak kabul edilir; gene de en uygun deneme bonusu olanı ölünün kabartma bir tasviridir; ölünün varlığını en iyi o tasvir temsil eder. Bu nedenle de, mezarın ziyaretçilere açık olan kısmındaki bir duvarda yer alan bir oyuğun içinde ölünün heykeli ve kimliğini saptayan bir yazıt vardır ve bu oyuğun hemen altına da bir sunak yerleştirilir. Düz bir taş bloktan oluşan ve yiyecek resimleriyle süslü olan bu sunağın kenarlarında, getirilen yiyecek ve içeceklerin suyunun akması için küçük oluklar vardır.

Sözü edilen bütün bu törenler ve uygulamalar, Eski Mısır sanatında olduğu kadar, o dönemde ülkenin ekonomisinde de çok önemli bir rol oynardı. Firavun gibi uyrukları da, sonsuz yaşama kavuşmalarını sağlayacak olan bu adaklardan ve bakım kültünden yararlanmak için büyük paralar harcarlardı. Piramitler külliyesiyle bütünleşen tapınaklar veya Ramasseum gibi Teb’in batı kıyısında yapılanlar, zamanla ekleri ve uzantılarıyla gerçek birer ekonomik merkez halini almıştı (ağıllar, ahırlar, kümesler, mezbahalar, tahıl ambarları, bira imalathaneleri, fırınlar vb).

Ölülerin bakımı konusunun ekonomik bir olgu niteliği taşımasını sağlayan diğer bir nokta da şuydu: getirilen yiyecekler bir kere ölüye adandıktan sonra ayini yapan rahibin olurdu ve o eğer isterse, bunları tüketebilir veya başka bir ölüye adayabilirdi. Böylece adanmış yiyecekler için uzun bir dolaşım başlamış olur, bir tapınağa veya bir firavunun mezarına getirilmiş yiyecekler tekrar tekrar kullanılırdı.

Mumyalama İşlemi ve Sonsuz Yaşam Aşaması

mumyalama işlemiEski Mısır inancına göre bir insanın ölümden sonra sonsuz yaşama kavuşabilmesi için her şeyden önce, kadavrasının mumyalanarak korunmuş olması gerekir. Mumyalama işlemi öyle kısa süren bir işlem değildi ve 60 gün sürüyordu. Öncelikle ölenin bedeni tüm pisliklerinden arındırılıyor ve temizleniyor, ardından iç organları çıkarılıyordu. İç organların çıkarılmasına beyinden başlanırdı. Burun kıkırdağı kırılır, beyin çengeller kullanılarak burun boşluğundan çekilir, oluşan boşluk talaş ve keten tamponlarla doldurulurdu. Bu aynı zamanda gözlerin içeri düşmemesini de sağlardı. Ardından tüm iç organlar çıkarılır ve Kanopus adı verilen kaplara konulurdu. Çıkartılmayan tek organ kalp idi. Çünkü Mısır inanışında kalp Tanrılar tarafından tartılmadan sonsuz yaşama geçilemezdi.

Ölünün kesilen bedeninin dikildikten sonra sıra dehidrasyon aşamasına gelirdi. Bu aşamada deri ve kemik haline getirilmiş cesedin göğüs boşluğu ve karnı steril malzemelerle durulanırdı. Cesedin kolayca kuruması için içi kum, odun parçacıkları, bez parçaları ve samanla doldurulduktan sonra; elleri göğüste veya karın üzerinde birleştirilerek yatar duruma getirilirdi. Bundan sonra Kahire yakınlarındaki bir vadide bulunan Natron Tozu’nun sodyum karbonat veya sodyum klorit (tuz) ile karıştırılmasıyla elde edilen bir madde içerisinde 40 gün bekletilerek, organik yapı antiseptik koruma altına alınırdı. 40 günün  ardından bedenin rengi sararır ve ağırlığının %75’ini yitirirdi.

Baştan başlayıp ayaklarda sona eren sargılama aşaması yaklaşık 15 gün sürerdi. Sargılar sert olması için reçineye batırılır, ve tüm beden üç kez sargılanırdı. Mumyalama işlemi ölünün yüzünün en ince ayrıntılarla çizildiği bir maskenin yüze yerleştirilmesiyle sona ererdi. Tüm bu işlemlerini gerçekleştiren rahipler yüzlerine çakal maskesi takarlardı. Çünkü çakal ölü eti yiyen bir hayvandı ve rahipler de bir bakıma ölü eti yiyorlardı.

Mumyalama işleminin sona ermesinin ardından mumya sandukasına yerleştirilirdi. Mumya yerleştirildikten sonra sanduka mühürlenir, üstüne mumyanın unvanı ve adı yazılarak ailesine verilirdi. Firavun mumyaları dışında tüm mumyalar sandukaları içinde dik dururlardı.

Mumyalama işlemi biten ölü, yargılanmak üzere ölümden sonra dirilenlerin ilki olan Osiris’le karşılaşır. Bu nedenle yalnızca mumyalama sonsuz yaşama kavuşmak için yeterli değildir. Ancak doğru insanlar sonsuz bir yaşama kavuşabilir. Ölünün yüreği tartıldığında yani mizana vurulduğunda iyi sonuç alabilmesi için yanına Ölüler Kitabı konulur ve lahidin üzerine yazılar kazınır. Böylece mumya tekrar dirildiğinde okuyacağı dualar da yanında olmuş olur. Yüreğin tartılması Thot ve Anubis denetiminde yapılır; mizan dengede kalır ya da yürek ağır basarsa ölü sonsuz yaşama hak kazanırdı. Tartı işlemi ölünün aleyhinde olduğunda ölü cezasını çekmesi için timsaha dönüştürülürdü.

Öte yandan, Mısırlılar insanın daha yaşarken “Ka”sında enerji depolayabileceğine ve ölümden sonra bunu kullanabileceğine inanırlardı. Onun için de bu amaçla tapınaklara veya Abydos’taki Osiris’in tapınağı gibi ünlü kutsal yerlere birçok anıt, stel, naos, sunak ve heykeller diktiler. Bu eşyalara kazılan ibarelerle bu adakların öbür dünyada işlerine yarayacağına inanırlardı.

Yaşayanların dünyasını en zengin ve en ayrıntılı biçimde canlandıran resimlere mezarlarda rastlanır. Bu Mısır uygarlığının çelişkilerinden biridir. Mesela, Sakkare’de Ti’nin mastabası gibi bir mezarın capellasına giren bir ziyaretçi bunun hemen farkına varır ve şaşkınlığını gizleyemez. Duvarlarda ölünün dünyadaki hayatına ait pek çok günlük sahne görülür ve bunlardaki mizah, incelik karşısında hayran kalınmakla birlikte bu gibi şeylerin bir mezarda ne aradığına pek akıl sır erdirilemez. Oysa piramitlerde günlük yaşamı anlatan bu kadar resmin bulunmasının nedeni şudur: Mısırlılar, gömülen ölünün sandukasından ayrılıp mezarının capellasına kadar çıkabileceğine inanırlar ve orada duvar resimlerine bakarak dünyadaki yaşamının belli bölümlerini yeniden yaşamasını, anımsamasını isterlerdi.

Çizilip boyanmış, kazılmış veya alçak kabartma halindeki bu sahneler, temelde hep aynı düzenleme içinde verilmiştir. Duvarın bir ucunda, tören giysileri içindeki ölü, genellikle etrafında aile efradı olduğu halde ya ayakta ya da oturmuş durumda, biraz durgun ama memnun bir ifadeyle önünde olup biten hareketli olay ve etkinlikleri seyretmektedir. Bu resimlerdeki kişilerin yüzü, her zaman kompozisyonun merkezinde yer alan ölünün tasvirine doğru yönlendirilmiştir. Konular dönemlere göre değişir. Mesela, Ramses zamanında ve sonrasında dini konular ve etkinlik ağır basar. Ancak Orta Mısır’da Tuna el-Cebel’deki Petosiris’in ünlü mezarında görülen resimler, firavunlar döneminin sonuna ait olmakla birlikte, Mısır geleneklerinin Yunan etkisiyle uyumlu bir şekilde birleştiği bir üslup içinde Eski İmparatorluğun XVII. Sülale dönemine kadar uzanan süre boyunca yapılan çalışmaları ve yaşanan hayatı canlandırır. Her coğrafya bölgesine özgü etkinliklerin yer aldığı bu resimlerde çöllerde avlanan gazal, antilop ve aslanların yanı sıra sopayla avlanan kuşlar, zıpkınla yakalanmaya çalışılan korkunç su aygırları ve otlayan sürüler görülür. Türlü tehlikeler pahasına sürüsünü bir sudan geçirmek zorunda kalan bir çoban, parmağını sallayarak ve büyülü sözler söyleyerek obur bir timsahın hayvanlarını parçalamasını önlemeye çalışır. Şüphesiz kırsal hayat sahneleri uzun uzun işlenmiştir ve bunların hemen hepsinde saymak, ölçmek ve kaydetmekle meşgul bir yazılar yer alır. Kuyumcuların, dökümcülerin, heykelcilerin ve çömlekçilerin çalışmaları tasvir edilir. Bazen de daha şaşırtıcı sahnelere rastlanır: bir kalenin fethi veya dev boyutlu bir heykelin bir yerden bir yere taşınması gibi. Ama günlük hayattan sahnelerin dışında en çok kullanılan tema, ağzı sulandıran yiyeceklerle dolu tek ayaklı küçük bir masanın başında yemek yiyen ölünün ta kendisidir. Resmin büyüsü sayesinde, bu şölenin ölü için sonsuza kadar süreceği umut edilmektedir.

4 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.