Devletçilik İlkesi Nedir, Ne Değildir?

Devletlerin kuruluşu, insanlık tarihi kadar eskidir. Nasıl kuruldukları konusunda tek ve kesin bir görüş yoktur. En yaygın görüşlerden biri, Fransız bilgini J. J. Russo’nun (1712-1778) ortaya attığı “toplu sözleşme” kuramıdır. Buna göre devlet, özgürlük içinde yaşamak isteyen insanların kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmeden doğmuştur. Devletin tanımı genel olarak şöyle yapılabilir: Belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan, bir hükümet yönetiminde yasalara göre örgütlenmiş, süreklilik gösteren, siyasal, bağımsız topluluk.

Devlet kavramını “toplum” ve “ulus” kavramlarıyla karıştırmamak gerekir. Toplum, aileden, toplumsal ve kültürel topluluklardan oluşur. Ulus, ortak bir dili, tarihi, kültürü, geleneği olan kaynaşmış bir topluluktur. Toplum karmaşık; ulus ise, daha sade bir niteliğe sahiptir. Örneğin ABD’de yaşayan insanlar toplum niteliğindedir. Çünkü kültürleri, gelenekleri birbirinden ayrı halklardan oluşmuştur. Ortak bir yönetim çatısı altında toplanan bu halklar, henüz uluslaşma aşamasına gelmemişlerdir. Ülkemizde yaşayan insanlar ise bir ulustur.

Devlet, toplum ya da ulusun siyasal örgütlenişidir. Bir başka deyişle, siyasal örgütlenmenin biçimsel dış görünüşüdür.

Bugünkü uluslararası anlayışa göre, siyasal bir örgütlenmenin devlet olabilmesi için, örgütlenen toplumun ya da ulusun, belli bir toprağa (yurda) ve bu toprağı koruyacak güce (orduya) sahip olması gerekir.

Belirli sınırlara sahip bir toprak parçası, bu toprak üzerinde yaşayan bir toplum ya da ulus, bunların yönetim biçimlerini belirleyen egemenlik, devletin temel öğelerini oluşturur.

Yapısı, yönetimi, ekonomik kalkınma modeli ne olursa olsun, devletin iki ana işlevi (fonksiyonu) vardır:

Yönetimsel İşlevi:

  • a) Ülkede güvenlik ve adaleti gerçekleştirerek, yurttaşların her türlü özgürlüğünü; can ve mal güvenliğini sağlamak.
  • b) Dünya devletleriyle iyi ilişkiler kurarak, ülkeyi barış içinde yaşatmak.
  • c) Herhangi bir dış saldırıya karşı ulusal savunma kaynaklarını (orduyu) güçlendirmek, her an savaşa hazır bulundurmak.

Ekonomik ve Toplumsal İşlevi:

Bayındırlık, ulusal eğitim ve kültür, sağlık, toplumsal (sosyal) güvenlik; tarım, ticaret, sanayi gibi ekonomik sorunları çözümlemek ve yürütmek; halkın yaşam düzeyini yükseltmek.

Devletçiliğin Doğuşu

Yirminci yüzyılın başlarına kadar, devletler, ekonomik etkinliklere pek karışmazlardı. Devletin temel görevi yurtta barışı sağlamak, ülkenin dış tehditlere karşı güvenliğini sağlamaktı. Çağımızın başlarından itibaren devletler, özellikle Büyük Bunalım dönemi sonrası ekonomiyle yakından ilgilenmeye başladılar. 1930’larda bütün dünyayı etkilemiş ve genel bir savaşa yol açmış olan ekonomik bunalım, devletleri ekonomi konusunda etkin önlemler almaya zorladı.2. Dünya Savaşı’ndan sonra bu eğilim güçlendi ve dünyaya yayıldı.

İşte bu bunalımdan doğan devletçilik, genel anlamıyla ekonomi politikasının devlet tarafından belli bir ölçüye kadar denetlenmesini ve gerektiğinde müdahale edilmesini öngörür. Ayrıca devlet, özel sektörün yatırım kapasitesini aşan fakat ulusal kalkınmayı sağlayacak olan büyük sanayi ve tarımsal işletmeleri bizzat kurar. Devletçilik İlkesi kişisel çıkarlara dayanan “kapitalist” yönteme bir tepkidir. Devlet, ön plana çıkarak, ekonomik düzene yön vermiş; kişisel çıkarlara karşı toplumun çıkarlarını korumaya çalışmıştır.

Devletçiliğe, “toplumsal (sosyal) hukuk devleti” anlayışının getirdiği bir ilke de denilebilir.

Atatürk’ün Devletçilik Anlayışı ve Nitelikleri

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları üzerinde kuruldu. Yani devlet, Osmanlı’dan kötü bir ekonomik miras devraldı. Tarıma elverişli geniş bir toprağın pek az kısmı ekilebiliyordu. Tarımla uğraşan köylüler yoksuldu. Ellerinde üretim araçları yoktu. Devletin aldığı “aşar”, “yol”, “hayvan” ve “eğitim” vergisi onları büsbütün perişan etmişti.

Büyük sanayi gelişmemişti. Osmanlı Devleti, “Sanayi Devrimi”nin dışında kalmış, büyük fabrikalar yapmamıştı. Üstelik ülkede bulunan küçük üretim yerleri, makineleşen, sanayileşen bir dünya karşısında tutunamamış, erimişti. Çoğu İstanbul’da bulunan elektrik, telefon, tramvay, tünel, tütün., tekeli gibi şirketler, demiryolları, yabancıların denetimi altındaydı. Devletin elinde kamu (devlet) işletmesi olarak, ordunun gereksinmelerini karşılamak amacıyla padişah Abdülmecit (1838-1861) zamanında kurulmuş olan bazı küçük fabrikalar vardı.

Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu andan itibaren şu üç amaca yöneldi:

  • Kendi kendine yeterli bir ekonomi yaratmak,
  • Kendi kendini yönetmek,
  • Çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak; çağdaşlaşmak.

Tam bağımsız yaşayabilmek, yeniden bir çöküntünün içine düşmemek için, bunları gerçekleştirmek zorundaydı. Bunun için birinci amaç çok önemliydi: Kendi kendine yeterli bir ulusal ekonomi yaratmak…

Bu nasıl olacaktı? Yeni devlet, hangi ekonomik önlemlerle, hangi yöntemlerle ulusal bir ekonomi yaratacaktı?

Atatürk’ün önderliğinde izlenen ulusal ekonomik programı iki döneme ayırmak gerekir:

1923-1930 Dönemi: Kurtuluş Savaşı’ndan çıkan Türkiye, baştan başa haraptır. Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı ulusu perişan etmiştir. Ülkenin zaten sınırlı olan ekonomik kaynakları, birbirini izleyen bu savaşlarda büsbütün tükenmiştir. Sanayi yoktur. Ufak tefek küçük el sanatları ve atölyelerden başka üretim kuruluşu yoktur. İşçi sayısı azdır. Şeker, kumaş ve öteki sanayi ürünleri, avuç dolusu para verilerek hep dışardan alınmaktadır. Yeraltı ve yerüstü doğal kaynaklar bilinmiyor ve işletilmiyor. Kısaca Türkiye, bu dönemde Osmanlı’dan devralınan yabancı ayrıcalıkların (kapitülasyonların) ağır yükü altındadır. Kurtuluş Savaşı’yla siyasal bağımsızlığına kavuşmuş, ama ekonomik bakımdan hâlâ yarı sömürge durumdadır. Hemen her gereksinmesi için dışa bağımlıdır.

1923-1930 dönemi, bir “onarma” dönemidir. Hiçbir biçimde dışardan borç almama, kendi kendine yetme ilkesiyle yola çıkılır. Devlet büyük sanayiye değil, tutumlu olmaya (tasarrufa) yönelir. Parasal yönden devlet güçlendirilmeye çalışılır. Bu dönemin ekonomik etkinliği tarımsal alandadır. Topraklar, en verimli biçimde işletilmeye çalışılır. Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri kurulur. Tarımla uğraşanlar, para ve araç bakımından devletçe desteklenir. Hayvancılığın ve meyveciliğin üzerinde durulur.

Dışalım (ithalat) yoluyla sağlanan ve yabancı şirketlerin elinde bulunan şeker, petrol, benzin gibi ürünler devlet tekeline alınmaya başlanır. Yabancı şirketlerin devletleştirilmesine girişilir…

1923-1930 döneminde, devlet güdümcü değil, daha çok düzenleyicidir. Her türlü özel girişim serbesttir. Devlet, özel sermayeyi, her türlü olanaklarla desteklemeye çalışmaktadır. İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenen ekonomik görüşler doğrultusunda birtakım vergi düzenlemeleri yapılmıştır. “Aşar”, “hayvan” vergileri kaldırılmıştır.

Kredi kurumlarının düzenlenmesi, ulaştırma sorunu, işçilerin durumu, toprak reformu, tarımın, gümrüklerin düzenlenmesi, ekonomik yasaların çıkarılması gibi önemli konular, bu dönemde devletin gündemindedir. Ama ekonomi siyasası (politikası) belirli bir temele oturmamıştır. Bu nedenle, daha çok özel girişimciliğe dayanan ekonomik çabalar, bekleneni getirmemiştir. Bu dönem, yukarıda belirttiğimiz gibi bir “onarma” ve “arama” havası içinde geçmiştir. Ama “ekonomide bağımsızlık” ilkesi titizlikle korunmuştur.

1923-1930 döneminde devletin el attığı en önemli işletme olarak Demiryollarını görüyoruz. Bu alanda çok başarılı olunmuştur. Bir yandan yabancıların elinde bulunan Anadolu demiryollarının önemli bir bölümü devletleştirilmiş, bir yandan da, hiçbir dış yardım alınmadan yenileri yaptırılmıştır.

1930-1939 Devletçilik Dönemi: Türk ekonomisine canlılık ve etkinlik kazandıran “devletçilik” ilkesi bu dönemde uygulamaya girmiştir.

Devlet artık izleyici, özel girişimciliği destekleyici, araştırıcı ve saptayıcı tavrını bırakmış, tüm ekonomiyi güdümüne almıştır. Genç cumhuriyetin gelişmeye, kalkınmaya gereksinmesi vardır. Yapılacak işleri zamana bırakması söz konusu değildir. Siyasal ve düşünsel yaşamda olduğu gibi, ekonomik işlerde de bireysel ya da özel girişimciliğin sonuçları beklenemez; devletin bu alana da ağırlığını koyması zamanı gelmiştir.

Dönemin belirgin özelliği, tüm ekonomik çalışmaların bir plana bağlanmış olmasıdır. 17 Nisan 1934’te kabul edilen Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile 1938 yılı sonuna kadar kurulması öngörülen işletmelerin nereler­de kurulması gerektiğine ve bunların yatırım tahminlerine ilişkin bilgileri içermekteydi. Bu planlamada öngörülen sanayi kuruluşları beş bölümde toplanmıştır:

  • Dokuma,
  • Kâğıt,
  • Maden,
  • Porselen,
  • Kimya sanayii.

Hazırlanan Sanayi Planları sayesinde, çalışmalar dağınıklıktan kurtulmuş; sanayileşme çabaları, devletin ana programına girmiştir.

Ekonomiye kredi ve olanak sağlayacak önemli kuruluşlar bu dönemde gerçekleştirilmiştir: Etibank, Sümerbank, Halk Bankası gibi.

Devletin ve devlet sermayesinin öncülüğünde başlatılan bu planlı sanayileşme girişimi, kısa sürede meyvelerini vermeye başlamıştır. Bakırköy, Kayseri, Ereğli (Konya), Nazilli, Bursa’da bez ve dokuma; Eskişehir ve Turhal’da şeker; İzmit’te kâğıt ve karton; Keçiborlu’da kükürt; İsparta’da gülyağı; Paşabahçe’de (İstanbul) şişe ve cam; Karabük’te demir ve çelik; Zonguldak’ta antrasit (taşkömürü) fabrikaları bu dönemde kurulmuştur.

Ekonomiye yön verecek birçok yasalar bu dönemde çıkarılmıştır: Türk Parasının Kıymetini Koruma; Ölçüler; Osmanlı Borçlarını Tasfiye; Sayıştay; Bankalar; İş ve İşçi Sorunları; Orman; Toprak Mahsulleri Ofisi; Elektrik İşleri; Maden Tetkik Arama; İskân yasaları gibi.

Ekonomiye uzman yetiştirecek İstanbul İktisat Fakültesi bu dönemde açılmıştır.

Devletçiliğin en önemli uygulamalarından biri de, Lozan Anlaşması ile 7 yıllık garanti süresi (1923-1930) dolmuş olan yabancı şirketlerin devletçe satın alınıp ulusallaştırılmasıdır.

Atatürk'ün Devletçilik İlkesi

Devletçilik İlkesi Nasıl Doğdu?

Devletçilik ilkesi tamamen Türkiye’nin gereksinmelerinden doğmuştu. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde, özel girişimciliğe ağırlık vermekle birlikte devletin öncülüğünü ve yönetimini de tanıyan bir tür karma ekonomi siyasası kabul edilmişti. Ancak ülkede birikmiş bir sermaye ve ona sahip bir kesim bulunmadığından, önemli ekonomik girişimlerin genelde devletçe yapılması gerekmişti. İnönü hükümetlerinin ön plana aldığı demiryolu siyasası da, yatırımlarda ve işletmecilikte devlete ağırlık verilmesini gerektirmişti. 1923’ten 1930’lu yıllara geçilirken ülkedeki gelişmeler ve dünyaya yayılan 1929 ekonomik bunalımının etkileri, Türkiye ekonomisinde Devletçilik olarak adlandırılan sistemin egemen olması sonucunu doğurmuştu. Böylece uygulamaya konulan sistem önce CHP’nin programına girecek, arkasından Kemalizm’in ya da Atatürkçülüğün ilkeleri arasında yer alacaktı.

1930’lu yıllarda ekonomide devletçiliğe geçmek bir bakıma kaçınılmazdı. Siyasal liderler “kaygan bir zemin üzerine yerleşmiş görünen iktidarın” ayaklarının altından kayıp gitmemesi için hızlı bir ekonomik atılım yapmak gereğini duymuşlardı. Yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Partisi dünyayı saran ekonomik bunalımın etkisi ile iyice ağırlaşan ekonomik güçlükleri, CHP aleyhinde kullanmasını bilmişti. Milli Mücadele’den zaferle çıkan bir kadroyu temsil ettiği için kamuoyunda büyük bir saygınlığı bulunan CHP, son 7 yıl içinde bunun bir kısmını yitirmiş görünüyordu. SCP’nin kapatılmasından sonra bir yurt gezisine çıkan Atatürk de hükümete karşı duyulan hoşnutsuzlukların kaynağının ekonomik sorunlar olduğunu saptamıştı. Öte yandan, ulusal bağımsızlığa saygılı olmak koşuluyla gelmesi beklenen yabancı sermaye Türkiye’de yatırım yapmaya hevesli görünmüyordu. Yerli özel sermaye de başarılı olmuş sayılamazdı. Üstelik kısa dönemli kârlar için uzun dönemli kamu çıkarlarının çiğnendiği görülmüştü. Devletin özel girişimcilerle kurduğu ortaklıklar devlet hazinesi aleyhine sonuçlar doğurmuştu. Kısacası, ülkede “liberal” ağırlıklı bir ekonomi siyasası uygulanırken dünya bunalımının Türkiye’de de hızla etkisinin artması devletçiliğe geçişi zorlamıştı.

Atatürk, SCP’nin kapanmasından sonra kamuoyunun tepkisini saptayabilmek için uzun bir yurt gezisine çıkmıştı. 1930 Kasım’ından 1931 Mart’ına kadar süren bu gezide yanına İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve CHP adına Recep Peker ile birlikte değişik kuruluşların temsilcilerini de almıştı. Geziye katılsın İstanbul Liman Şirketi Müdürü Ahmet Hamdi Başar’ın saptadığı ekonomik durum hiç de iyimser değildi. Her yerde işlerin gittikçe azaldığından yakınılmıştı. Kayseri’de Kurtuluş Savaşı öncesinde halı dokuyan 12.000 tezgâhın sayısı 7.000’e düşmüştü. ABD Türk halılarına ağır gümrük koyduğundan halı ihracı durmuştu. Tarım ürünlerinin fiyatı düştüğünden çiftçiler ekim için harcadıkları parayı sattıkları üründen elde edemez olmuşlardı.

Siyasal kadroların içinde yer alanların bir kesimi de bu bunalımlı dönemi sıkıntı çekmeden geçirmek için çeşitli yollara başvurmaya yönelmişlerdi. Gezi sırasında Samsun gibi belediye seçimlerinde SCP’ye oy vermiş olan kentlerde CHP ve hükümete karşı duyulan kırgınlık daha da belirgin olarak gözlenmişti.

Atatürk, gördüklerinin ve kendisine verilen bilgilerin etkisiyle gezi süresince yanındakilerle sorunların nasıl çözüleceğini tartışmak gereğini duymuş ve köklü bazı önlemler almak gerektiğine karar vermişti. Bu önlem devletçilik ilkesinin yaşama geçirilmesi olmalıydı.

Devletçilik çok değişik biçimlerde tanımlanmakta ve değerlendirilmektedir. Oysa onu benimseyenlerin, parti ve hükümet programlarına alarak uygulayanların daha o günlerde yaptıkları tanımlar gözönüne alınacak olursa, yorumlardan çoğunun kişisel düşünceler olduğunu kabul etmek gerekir.

Devletçilik İlkesi’nin Tanımı

1931’de yazılan ve Atatürk’ün denetiminden geçmiş olan Medeni Bilgiler kitabında Atatürk tarafından Devletçilik İlkesi’nin tanımı şöyle yapılmıştı

Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik prensibi, bütün üretim ve dağıtım araçlarını kişilerden alarak, ulusu büsbütün başka esaslar çerçevesinde düzenlemek gayesini güden, özel ve kişisel girişim ve faaliyetlere meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayanan kollektivist, komünizm gibi bir sistem değildir. Bizim izlediğimiz devletçilik, bireysel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar ulusu refaha, memleketi bayındırlığa eriştirmek için ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde -özellikle ekonomik alanda- devleti eylemli olarak ilgilendirmektir.

Keza aynı doğrultuda 1934’de Anayasa’da Devletçiliğin tanımı şöyle yapılmıştır:

Devletin, ekonomi işleriyle ilgisi, eylemli biçimde yapıcılık olduğu kadar, özel girişimlere (teşebbüslere) yön vermek ve yapılmakta olan işleri düzenlemek ve denetlemektir.

Gerek Atatürk’ün tanımları, gerekse Anayasa’daki tanımı, ayrıntıları belirlenmiş olan Devletçilik İlkesi’nin özel girişime açık bir ekonomik sistem olarak düşünüldüğünü kanıtlamaktadır.

Devletçilik İlkesinin Özellikleri ve Amaçları

Bu iki temel alıntıdan ve 1930-1939 arasındaki uygulamalardan yararlanarak, Devletçilik İlkesi’nin özellikleri ve amaçları şöylece sıralanabilir

  • Devlet, ulusal olanakların kullanılmasında ve işletmesinde ulusal ekonomiye yön verir.
  • Kalkınmayı ve çağdaşlaşmayı gerçekleştirmek, devletin temel görevidir. Bu nedenle, ulusal kapsamlı ekonomik ve toplumsal sorunların çözümünde, devlet öncülük eder. Devlet olmanın sorumluluğu ve işlevi bunu gerektirir.
  • Devlet, kalkınmanın verimini; başka bir deyişle yaratılan değerleri ve ulusal geliri, kişiler, bölgeler arasında hakça (adilane) paylaştırır. Zenginin daha çok zenginleşmesine, yoksulun ezilmesine olanak vermez. Ekonomik gelişmenin ve büyümenin dengeli, uyumlu olmasına çalışır.
  • Devlet, özel girişimciliğe (teşebbüse, sermayeye) mal edinme özgürlüğüne saygılıdır. Ama bu özgürlüğün, toplumun yararlarına aykırı biçimde kullanılmasına da izin vermez. Gerekli gördüğü zaman, özel kuruluşları ya da şirketleri toplum yararına kamulaştırır.
  • Devletin yatırımları, daha çok özel girişimin gücünü aşan alanlara yöneliktir. Özel girişimcilik, büyük sanayi işlerine girişemez; parasal gücü sınırlıdır. Ya da verimli, kârlı bulmadığı alanlara yatırım yapmak istemez. İşte bu tür alanlara yatırım yapmak, özellikle büyük sanayiyi gerçekleştirmek devletin görevidir. Ama bu tür alanlara yatırım yapmak isteyen çıkarsa, devlet onu her türlü olanaklarla destekler. Örneğin kredi verir; vergi bağışıklığı hakkı tanır; üretilen malı satın alır ya da satımında yardımcı olur.
  • Devletçilikte, her türlü özel girişim, devletin öngördüğü plan doğrultusunda ve denetiminde yapılır. Özel sermayenin gerçekleştirdiği fabrikalar, şirketler, devletin izlediği ekonomik programlara aykırı çalışamaz.
  • İşçinin çalıştırılması, emeğin değerlendirilmesi devlet denetimindedir. Devlet, emeğin korunmasında gerekli önlemi alır. Emek-sermaye dengesinin, iş yaşamını, üretimi, olumsuz yönde etkilememesine çalışır.
  • Devletçilik; Atatürk’ün öteki ilkelerinin (cumhuriyetçilik, ulusçuluk, halkçılık, laiklik ve devrimcilik) ekonomik siyasasını oluşturur.

Özetlersek, devlet; ekonomide (sanayi, ticaret tarım) lokomotif görevi yapar. Ulusal ekonominin ana kaynaklarını, kalkınmanın verimini, toplum yararına düzene koyar. Ekonomik bağımsızlığı titizlikle korur. Devlet hem girişimci, hem de denetleyicidir.

1932’de hızla girişilen devletçilik, 1933’de yumuşamış, 1934-1937 yıllarında da rayına oturmuştu. 5 Şubat 1937 değişikliğinde Anayasaya girmişti. Ancak Atatürk’ün son yılında Celal Bayar’ın bu kez Başbakan olmasıyla yeni bir gevşeme aşamasına girilmiş, İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasından sonra da “resmi iktisat siyasası” olmaktan çıkarılmıştır. Çok partili yeni bir demokrasi döneminin başlaması, ekonomide uygulanan devletçilik ilkesinin değişmesine, dahası yozlaşmasına yol açmıştır. 1945-1960 döneminde dönemde devletçiliğin yerini “özel girişimcilik” almış; Türk ekonomisinde “kapitalist yöntem” benimsenmiştir.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.