Osmanlı’da Paşalar Nasıl Öldürülürdü?

622 yıllık Osmanlı tarihi incelendiğinde sadrazamlığın aslında ateşten bir gömlekten farksız olduğu görülebilir. İlk Osmanlı sadrazamı Hacıkemaleddinoğlu Alaeddin Paşa’dan son Osmanlı sadrazamı Salih Hulusi Paşa’ya kadar toplam 218 Osmanlı sadrazamı içinde birçoğu da eceliyle değil,  ya padişah buyruğuyla ya da ayaklanmalar sırasında öldürülmüştür. Bu yüzden, Osmanlı’nın en bilinen beddualarından birisi olan “İnşallah Sultan Selim’e vezir olursun” lafı boşuna söylenmiş değildir.

Fatih Sultan Mehmet’in vezir-i azamı Çandarlı Halil Paşa, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde idam edilen ilk vezir-i azamdır.  Osmanlı’nın kuruluşundan 1453 yılına kadar devlete sadrazamlar yetiştiren, saraya damat veren Çandarlı sülalesi oldukça köklü bir Türkmen ailesi olup, deyim yerindeyse hanedan ailesinden sonra Osmanlı’nın en nüfuzlu ailesi olmayı başarmıştır.

Çandarlı sülalesinin böylesine güçlenmesi Fatih Sultan Mehmet’i de rahatsız etmekte, kendilerine yönelik bir tehdit olarak görmektedir. İstanbul’u fethederek gücünün doruğuna ulaşan II. Mehmet bu tehdidi sıcağı sıcağına ortadan kaldırmak istemiştir. Yaşlı vezir-i azam; fetih sırasında savaş planlarını okçular vasıtasıyla Bizans’a ulaştırdığı, kuşatmayı bilinçli olarak uzattığı, Bizans’ın bunun karşılığı olarak torik balıkları içinde kendisine altın gönderdiği gibi gülünç suçlamalarla İstanbul’da tutuklanıp Edirne’de zindana atılır. Ardından 120 bin dukalık hazinesi ve tüm mal varlığı elinden alınır, Rum Zağanos Paşa aracılığıyla Çandarlı’nın Bizans casusu ve vatan haini olduğu söylentisi halka yayılır ve Yeniçeri ordusu içindeki itibarı örselendikten sonra 1 Haziran 1453’te idam edilir.  İşte bu idamın ardından Osmanlı erki  artık tümüyle Türk kökenlilerden alınıp devşirmeden yetişmiş devlet adamlarının eline geçer. Diğer Türk kökenli aileler hızla yönetimden uzaklaştırılıp uzak, sınır bölgelerine yollanır. Devşirme kökenlilerin yüzlerce yıl sürecek iktidar dönemi başlar.

Her ne kadar paşaların katli için uygulanan yöntemler günümüzün anlayışına göre oldukça vahşi olsa da ne Osmanlı işkenceleri kadar acımazdır, ne de Tavernier’in de belirttiği gibi Avrupa örneklerinde görüldüğü gibi uzun süre acı çektirecek bir yöntemdir.

İsterseniz 1605-1689 yılları arasında yaşayan Parisli gezgin Jean-Baptiste Tavernier’ın  İstanbul’u ve Osmanlı İmparatorluğu’nu anlattığı “Nouvelle Relation de l’Interieur du Sérail du Grand Seigneur” (Büyük Padişahın Sarayının İçinden Yeni Hikayeler) kitabından paşaların idamına bir göz atalım.

Osmanlı’da Paşaların Öldürülmesinde Uygulanan İşlemler

Eğer bu işlem İstanbul’da uygulanacaksa, Padişahın bir an bile yanından ayrılmayan Bostancıbaşı bu görevi yerine getirir. Eğer eyaletlerdeki bir Paşa söz konusu ise, Padişahın bazı bağışlarda bulunmak istediği bir Kapıcıbaşı ya da Bostancıların belli başlılarından biri, bu işlemi yerine getirmek için oraya yollanır. Emri götürenin yanında beş ya da altı kapıcı bulunur. Bazen Divan’ın toplandığı sırada, orada olabilmek için, zamanını ayarlar. Paşayı bularak, padişahın emrine göre, hemen anında Divan’ı toplamasını ister. Divan, Paşanın Vekili, Müftü, Kadı ve yörenin yeniçerilerinin başıyla, eyaletteki önemli hukuk adamlarından kurulmuştur. Divan toplandıktan sonra, Kapıcıbaşı paşaya, padişahın mektubunu verir. Paşa bu mektubu büyük bir saygı içinde alır, üç kez alnına sürdükten sonra açar ve okur. Verilen ölüm emrini şu sözlerle yanıtlar: “Padişahımın emri yerine getirilecektir. Bana sadece, dua etme zamanını tanı”.

Bu süre ona tanınıp dua ettikten sonra, kapıcılar paşayı kollarından tutarlar. Bunların ağası, kemerini açıp paşanın boynuna atar. Kemer, her iki ucunda da düğümler bulunan birçok küçük ipek kordondan oluşmuştur. Kapıcıların içinden ikisi, kemerin her iki yanından uçlarını tutup, bir an içinde paşanın canını alırlar. Eğer bu işlemde kemerlerini kullanmak istemezlerse, ellerine bir mendil alırlar ve genellikle sağ ellerinin başparmaklarına taktıkları, yayı sarmaya yarayan yüzükle, ellerini gırtlağı sıkan mendilin arasına sokup, gırtlak kemiğini kırarlar. Böylece acı çektirmeden bir anda boğarlar. Ve bu kişinin de umutsuzluğa kapılmadan, kendilerine sadık olarak ölmesini sağlarlar. Türkler, öldüreceğimiz kişilere uzun zaman darağacında acı çektirdiğimizden, bizim suçluları boğma şeklimizi garip bulurlar.

Padişah kesin olarak bir kişinin başını görmek isterse, kafası kesilip ona getirilir. Eğer uzaktan getiriliyorsa, beyni çıkarılıp kuru otla doldurulur. Ben de, bu biçimde torbalara konmuş olan Kars ve Erzurum Paşalarının kellelerini gördüm. Eğer bir kişi hakkında ölüm cezası verilmiş ise, Türkler bundan böyle onu hiç önemsemez, onu köpek yerine koyup, çok kötü davranırlar. Bu iki kafayı padişaha götürme emrini alan bir bostancı, bitkin yorgun bir durumda, benim o sıralar bulunduğum bir Ermeni köyüne gelmişti. Orada bir Fransız’ın olduğunu öğrenince adamlarından birine şarabımın olup olmadığını ve çok yorgun olduğumdan, kendisine gelebilmesi için ona verip veremeyeceğimi sormuştu. Anında ona bir şişenin içinde şarap yollamıştım. Sonra kendisiyle birlikte içmemizi rica edince onu kıramamıştım. Ve istekli olmamama karşın, bana bu iki paşanın kellesini göstermişti.

Eğer kafayı götürme emri yoksa öldürülen kişi törensiz bir biçimde geceyarısı gömülür ve bir zamanlar büyük gürültüler koparmış olan paşanın saltanatı da böylece bir anda sönerdi. Fakat belirtilmesi gereken şey, Türkiye’de her kimin kafası kesilirse kesilsin, bu işlemin kişi boğulduktan sonra yapıldığıdır. Çünkü kanın soğumuş olması gereklidir.

Herkes Cellatlardan Çekinir

Gazi Ahmet Muhtar PaşaBu işlem yapıldıktan sonra emri götüren kişi, paşanın tüm servetine anında el koyar. Kendine yararlı olacak altın ve mücevherleri bir kenara ayırdıktan sonra, Divan’daki kişileri eşya sayımında hazır bulunmaları için çağırır. Sonra daha önce açıkladığım gibi, her şey hazine odalarına götürülür. Burada bulunanlar, paşanın birçok şeyinin alınmış olduğunu bilirler, fakat hiç ses çıkarmadan, karşı koymadan burada belirtilenden daha başka bir şey bulunmadığı konusunda bir imza atarlar. Bunun nedeni de, padişahın emrini getiren görevlinin saraydaki ayrıcalıklı kişilerden biri olduğundan çekinmelerindendir. Eğer öyleyse, bu kişi onların aleyhinde çalışabilir ve haklarında padişaha kötü bilgiler sunabilir. Ve bunun sonucunda hem görevlerinden, hem de canlarından olmaktan korkarlar. Bunun için, elçinin yaptıklarına göz yumarlar. Bu arada elçi, paşanın servetinden edinebileceği kadarını elde eder. Bunun yanısıra, eşyaların sayımında bulunanlar elçinin saraya dönünce kendileri hakkında padişaha iyi bilgiler vermesini sağlamak için, ona armağanlar da sunarlar. Böylece elçi daha önceden geleneğin göz yumduğu şeyleri aldıktan başka, saraya döndüğünde görevini iyi yapmasına karşılık padişahtan da yeni ödüller alır. Ayrıca paşadan kalanlar saraya gelince, sayıma kaydedilenler içinden de hakkını alır.

Padişahın ölüm emrini içeren mektubunu alanın olağanüstü bir korkuya kapılacağı düşünülür. Çünkü bunu okuyan, emrin hemen uygulanacağını iyi bilir. Fakat haberi öğrenen kişinin yüz hatları pek değişmez ve şaşırmışa da benzemez. Çünkü bu görevi kabul ettiğinde, bu tür bir sonu beklemektedir ve zaten de çok az arkadaşının böyle bir sondan kurtulduğunu görmüştür. Türkler, bu ölüm emrinden hiçbir kurtuluşun olmadığını çok iyi bildikleri için, adeta duygusuz bir davranışla karşılarlar. Ayrıca, padişahın emrine çarçabuk ve körü körüne bağlılığın bir devlet yasasından çok bir din yasası olduğu onlara çok ince bir politikayla işlenmiştir. Ve sultanlarının emriyle ölünce de dosdoğru cennete gideceklerine inanırlar.

Padişahın kendisine böyle bir ölüm emrini yollayacağını hisseden biri, kaçmayı da düşünemez. Çünkü çoğunlukla paşaların hizmetindeki görevliler ve köleler casustur. Bu nedenle de paşaların kaçıp saklanmaları söz konusu değildir. Ayrıca bu görevlilerden herhangi birine bir sır vermek tehlikelidir. Çünkü onlar güzel bir davranıştan yoksun, basit ruhlu kişilerdir. Böylece paşalar için tüm geçitler kapanır. Sınırlardaki görevliler de en ufak bir fısıltıda, hemen devletten emir alıp, önlem alırlar. Zaten böyle bir emir gelmese bile, sınırdakiler kendi yargılama alanları içinde olan biten her şeyden bilgili olmak için büyük özen gösterirler. Bu arada bir açık kapı bulunsa bile, ancak tüm gece boyunca yürüyerek komşu devlete ulaşılabilir. Ve Türkiye hemen hemen her yanından Osmanlı egemenliğinden nefret eden devletlerle çevrelendiğinden, o tarafa geçen kişinin casus olduğuna inanılır ve hiç bir zaman orada da canı bağışlanmaz.

Karadan değil de, denizden kaçmak daha kolaymış gibi görünür. Oysa bu kişileri burada bekleyen tehlike daha da büyüktür. Hıristiyanların, Türkleri ve köleleri gemilerine alması yasaklanmıştır. Yasağa karşı gelenler ölüm cezasına çarptırılır. Zaten gemi demir almadan büyük çapta arama yapılır. Böylelikle Türklerin ülke dışına kaçabilmelerini sağlayan tüm limanlar kapatılmış olur. Fakat gene de bu yasağa karşın, her yıl bazı iyiliksever Hıristiyan konsolos ve tüccarların aracılığıyla, büyük sayıda kölenin kaçırıldığı görülür. İlk önce bu köleler parayla susmaları sağlanan, ülkenin içindeki Hıristiyanların evlerinde saklanırlar. Sonra, liman görevlilerine içki sunulup, eğlendirilerken köleler daha önce aranmış olan gemiye getirilirler. Ve aynı anda da yelkenler açılır. Hıristiyanlar Türklerin kendilerini denemek için, böyle bir yola başvuracaklarından çekindiklerinden, Türkler için kendilerini böyle bir tehlikeye atmak istemezler. Türkler, denizden olsun, karadan olsun, mezhep değişikliği nedeniyle kendilerine düşman olan İran İmparatorluğu dışında, Hıristiyan dinini kabul etmeden kaçmanın olanaksız olduğunu bilirler. Oysa onlar bin yaşam karşılığında bile olsa dinlerini terk etmek istemezler.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.