Türkiye’de Gericiliğin ve İrticanın Nedenleri

Türkiye’de dini gericiliğin genel nedenlerini üç temel maddede özetleyebiliriz:

  1. Sosyoekonomik nedenler.
  2. Kişisel nedenler.
  3. Dıştan gelen entrikalar, müdahaleler.

Şimdi bunları birer birer inceleyelim.

Gericiliğin sosyoekonomik nedeninin kökleri Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu sıralarına kadar uzanır. Bir kere Osmanlılarda halk: a) bilim adamları, b) askerler, c) esnaf ve sanatkârlar, d) halk (reâyâ), e) köle ve cariyeler olmak üzere beş sınıftı. En geniş ve toplum yaşantısında en etkili olan iki sınıf, yani reâyâ ve esnaf-sanatkârlar sınıfları arasında bir ahenk kurulamamıştı. Devlet, her sınıfı ayrı bir teşkilat altına alıp bu yolla onları kolayca kontrol etme prensibini benimsemişti. Örneğin Avrupa’da feodal beyler ve krallar çoğunlukla esnaftan çok, tüccarları destekledikleri halde Osmanlılarda durum tersine olmuş devlet loncaları, tüccarların tekelci davranışlarına karşı korumuştur. Bu nedenle imparatorluk içinde çok geniş bir lonca örgütü kurulmuştur.

İlmiye ve askeri sınıflar, memur sınıfını teşkil ediyordu. Bunlar arasında da bir ahenk yoktu. Bunlar, birbirlerinin yerine göz diktiklerinden ihbar ve şikayetler çok oluyor, bunları aziller ve mal müsadereleri takip ediyordu.

Ekonomik yaşamın durgunlaştığı 17. yüzyıldan sonra mal müsadereleri daha sıklaştı, memurların görev süreleri de kısaltıldı. Bu yüzden memurlar yerlerini para ile rüşvetle aldıklarından halktan zorla para sızdırmalarına girişerek hem reâyâ taifesinin durumunu ağırlaştırdılar hem ticareti baltaladılar. Yüksek memurların ve zengin tüccarların mallarının müsaderesi, vakıf tesislerinin artmasına sebep oldu. Vakıflar müsadere dışında kaldığından zenginler servetlerini müsadereden kurtarmak için onu bir hayır işine vakfediyorlar, bu yolla da vakfın mütevellisi yani kontrolcüsü ve idarecisi tayin ettikleri çoluk çocuklarına sürekli bir gelir sağlamış bulunuyorlardı. Devletin bilinçli bir ticaret siyaseti yoktu. Hıristiyan ülkelerinde yapılan fetihler durduğunda, hazine ganimet malları yolu ile beslenmekten yoksun kalınca, devlet borç para alma yoluna gitmeyip ya vergi zammına veya para değerinin düşürülmesine başvuruyordu ki paranın değerini düşürmekle halktan çifte vergi almış oluyordu. Çok daha sıkışık duruma düşünce -son zamanlarda olduğu gibi- saraydaki değerli altın ve gümüş eşyayı darphanede erittirip para bastırıyordu.

İmparatorluk toprakları 60-200 dönümlük çiftliklere ayrılmış olup, bu çiftlikler hiç bölünmezdi. Bunların gelirlerinden eyalet askeri dediğimiz tımar ve zaamet sahipleri subaylar maaşları karşılığı tahsisat alırlardı. Bu kimseler aynı zamanda ve dolayısıyla köylerin denetleyicileri idiler. Bunlar halka iyi davrandıkları zamanlar toprak gelirleri artmış, kötü davrandıklarında ise gelirler düşmüştür. Öte yandan iç ve dış savaşlar da devletin yakasını bırakmıyordu. İmparatorluğun geniş topraklarında çıkan isyanlar siyasi ve ekonomik buhranlara sebep oluyordu. Bir örnek olarak Cumhuriyetten önceki kırk-elli yılı ele alırsak bu sürede yalnız Anadolu’da 12 ayaklanma olmuş ve halk dört büyük savaşa katılmıştır.

Bu sosyoekonomik düzensizlikler Osmanlı vatandaşını ekonomik mutluluğa ulaşmaktan alıkoymuş, yoksul kişileri, “Mademki bu dünyada zevk almaya, mutlu olmaya olanak yoktur o halde hiç olmazsa ahireti bari kazanayım” diye dine sarılmaya sevk etmiştir. Fakat dine sarılan halkın çok büyük bir kısmı dini bakımdan da bilinçli olmadığından, çıkarcı softanın ağına, aldatmacasına, irtica telkinlerine kolayca düşmüştür. Yani halk, ekonomik ve sosyal düzenin bozukluğu yüzünden dini tahrik ve telkinlere kapılmaya hazır bulunuyordu.

Gericiliğin Kişisel Nedenleri

İrticayı destekleyen kişisel nedenlerin başında cehalet gelir. Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın, okur yazarlık oranı çok düşüktü.  Ayrıca ibadet dilinin, halkın konuştuğu dilden gayri bir dil yani Arapça oluşu da en büyük olumsuz nedendi.

Kişisel nedenler üç gurupta toplanabilir: a) Dini vakıflardan faydalanmış olanlar, b) Tekkelerden faydalanmış olanlar, c) Nüfuz ve prestijlerini kaybedenler.

Dini vakıflardan faydalanmış olanlar: Dinî vakıflar, bir sosyal ihtiyaç ve hayır kurumları olarak ortaya çıkmışlardır. Aslında Kur’an’da ve hadislerde buna dair bir kayıt yoktur. Sırf hayır işi için yapıldığı ve amme işlerinin devletin asli görevleri arasında bulunmadığı sıralarda vakıflar, muhakkak ki çok gerekli, faydalı ve önemli bir hayır kurumları idiler. Diğer birçok hayır kurumları gibi bunlar da, imparatorluğun son zamanlarında asıl amaçlarından uzaklaşmış, gittikçe genişleyerek, vakıfları yapanların, yakınlarına kendilerinden sonra sağlam ve garantili bir geçim yolu sağlama aracı durumuna düşmüşlerdi. Bunlar, kuyuların, çeşmelerin, okulların, han ve hamamların, camilerin, türbe, tekke ve zaviyelerin yapım, bakım ve devamlılıklarını temin için, fakirlere yiyecek, giyecek vermek gibi türlü gayeler için kuruluyorlardı. Bunların idarecileri, git gide, vakıf gelirlerini asıl amaçlarına harcayacak yerde kendi ihtiyaçlarına sarf etmeye başladıklarından ve bu gibi amme işlerini bizzat devlet yerine getirdiğinden, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu vakıfları, “Vakıflar Genel Müdürlüğü” adı ile kurduğu resmi bir kuruma bağlayıp gelirlerini bu kurum eli ile asıl amaçlarına sarf ettirmeye başladı. Bu Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kurduğu “VakıflarBankası”, vakıf gelirlerini işleterek de değerlendirmektedir.

İşte bu vakıf gelirleri yemliği elinden çıkmış olan binlerce kişiden çoğu ve bunların menfi propagandaları ile kulakları dolmuş olanlar, Cumhuriyet rejimine, devrimlere, laikliğe karşı cephe almışlardır.

Tekkelerden faydalananlar: Yukarıda da değindiğimiz gibi, tekkeler de, bütün başka yararlı kurumlar gibi, okul, gazete, dergi, radyo, telgraf, telefon gibi bilgi ve kültürü süratle yaymaya yarayan araçların bulunmadığı zamanlarda önemli yapıcı roller oynamışlarken git gide fakir halk sırtından bedava geçinen kimselerin toplandığı birer miskinler karargâhı haline gelmişlerdi. Sayıları elliyi geçen bu dini zümre ve tarikatların başında derviş, şeyh veya seyyid -yani peygamber sülalesinden gelme- unvanı veren kişiler bulunmaktaydı. Bunların buyruğunda, tekke ve zaviyelerde yerleşmiş mensupları tüm Osmanlı İmparatorluğu’nda dal budak salmış; adaklar adatmak, Kur’an, mevlid ve dua okumak gibi yollarla halktan para, eşya ve mal toplarlar, bunları çöreklendikleri bu meskenet yuvalarında yerlerdi.

Bir taraftan 15-20 yıl içinde yapılan Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi büyük kanlı savaşlar halkı çökertip yorgun ve yoksul hale getirirken bir taraftan da bu tarikatçıların sömürmesi memleketi iyice harap ediyordu. Cumhuriyet hükümeti bu tarikatları ve tekkeleri kaldırınca, bedava yaşama olanakları ellerinden alınmış yüz binlerce insan ve bunların yakınları, Cumhuriyetin getirdiği bütün iyi şeylere karşı olacaklardı ve olmuşlardır. Bu tarikatçılar, fakirlik, cehalet ve umutsuzluk nedeni ile her türlü kötü telkine hazır olan Anadolu halkını diniayaklanmalara sürüklüyorlardı.

Prestijlerini kaybedenler: Osmanlı İmparatorluğu’nda bazı kimseler vardı ki babadan, şeyhten kendilerine geçen veya seyyidlik unvanında olduğu gibi para ile satın aldıkları bir takım lakap ve unvanları kullanır, bu unvanlardan bazılarını kullananlara mahsus özel giysileri giyer, bu yüzden halk katında nüfuz ve itibar sahibi olurlardı. Bu unvanlar: “şeyhlik, dervişlik, müridlik, dedelik, seyyidlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiblik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, nushacılık, beylik, paşalık, ağalık, hacılık, hafızlık, hocalık, mollalık, beyefendilik, hanımefendilik” idi.

Bu unvan ve lakapları ve bunların bazılarının özel elbiselerini giyen yüz binlerce insan vardı. Hatta bu unvan ve lakaplardan bazıları, sahiplerine özel bir ayrıcalık da veriyordu. Onlar bu hak ve ayrıcalıklara dayanarak halkın emeğini, özgürlüğünü, malını, canını istismar ediyorlardı.

Cumhuriyet rejimi bütün vatandaşları eşit kıldığından, bu ayrıcalıklı zümrelerin çıkarlarını ayrı birer yasayla kaldırdı. İşte bu yasalarla unvanları ellerinden alınan yüz binlerce insan, halk katında nüfuzları kırılmış, onlarla aynı seviyeye indirilmiş olduklarından, elbette bunlar da laik ve demokratik devrimlere düşman olacak, halkı irtica eylemleri ile bunlar aleyhine körükleyeceklerdi.

Türkiye'de irtica

Gericiliğin Dış Kaynaklı Nedenleri

Bu faktörü de bir kaç kategoride özetlemek mümkündür:

Türkiye’nin güçlenmesini kendi çıkarları için sakınca görenler: Bu kategoriye çoğu Batı devleti girer. Örneğin İngiltere, Türkiye’nin gelişip güçlenmesinden, o zamanlar elinde bulundurduğu Müslüman devletlerinin Türkiye’yi örnek alarak özgürlük hevesine düşeceklerinden, Irak petrollerinin tehlikeye gireceğinden korkmuş bu nedenle Türk halkını dolaylı yollarla ve el altından gericiliğe teşvik etmiş, irticayı desteklemiştir. Hatta daha ileri giderek Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü öldürtmek için Mustafa Sagir adındaki, özel olarak yetiştirilmiş bir casus yollamıştır. Atatürk, kendisi ile ilk görüşmede bu casusun maksadını anlayıp polise teslim ettirmiş, yapılan mahkemede maksadını itiraf ederek suçu sabit olmuş ve idam edilmiştir.

Uzun yüzyıllar Türk idaresinde kalan Müslüman devletler: Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak gibi Müslüman devletlerin desteklediği “Hizb üt-Tahrir”, “Rabıtat ül-Âlem il-İslami” gibi adlarla kurulmuş bulunan gizli maksatlı oluşumlar, Türkiye’deki gericilik ve anarşi hareketlerinde ön ayak olmuşlardır. Türkiye’de gerici hareketleri desteklemelerinin bir nedeni de, bunlardan bir kısmı, zengin maddi kaynaklara sahip oldukları halde Türkiye’den geri kalmış durumda olduklarından Türkiye’deki çıkarcı-gerici örgütler vasıtası ile Türkiye’yi anarşiye itip kendi halklarına, “Bakınız, 600 yıldır bizi idare edenler de bizden daha ileri değildir” diyebilmek arzusudur.

Hıristiyanlık gayreti: Bu durum daha ziyade Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk sıralarda olmuştur. Arka arkaya girilip çıkılan uzun ve yorucu savaşlardan manen ve maddeten yorgun çıkmış olan Türkiye’nin kolayca din değiştirebileceğini, onun da tam zamanı olduğunu düşünen Hıristiyan dünyası bu konuda büyük gayretler harcamıştır. Bu maksatla İncil’i Türkçeye tercüme ettirip iri puntolarla bastırıp Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar dağıttılar. İstanbul’da, Tarsus’ta, İzmir’de vb. kolejler açıp Türk çocuklarını buralarda Hıristiyan yapmak istediler. Fakat babalı-oğullu bir Tanrı inancına dayanan Hıristiyanlık, Türk halkınca kabul edilemezdi. Bu anlayış bugünkü Türk mantalitesine uymazdı. Bu, Türk tarihini de bilmemek demekti. Aynı metodu 7. yüzyılda Araplar Orta Asya Türklerine asırlarca beyhude yere denediler. Türkler tutucu değildir ama başkasının tazyiki ile din değiştirmez. İşte bu yanlış hesapla “Kitab-ı Mukaddes Şirketleri” Türk halkı arasına gericiliği yayarak başarı elde etmeye çalıştılar.

1 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.