Vikinglerin Büyük Deniz Serüveni

Yüzyıllar önce, İskandinavya’nın karla kaplı fiyortlarında yaşayan kuzeyli halklar, kısa yaz aylarında hububat ve meyve-sebze tarımı yapıyor; ama esas olarak koyun, keçi sığır ve domuz yetiştirerek hayatlarını sürdürüyordu.

Kadınların görevi; yemek, temizlik, dikiş ve (balina kemiğinden yapılmış ütü masalarına serdikleri giysilerin üzerinden ağır ve düz bir taş veya camla geçerek yaptıkları) ütü gibi işlerdi. Erkekler ise tarım işlerinden artan zamanlarında, bölgede bolca bulunan demiri eriterek silah ve çeşitli aletler yapıyor; ağaçları ev aletlerine dönüştürüyor; sabuntaşından lambalar ve kaseler üretiyor; sevgili ve eşlerine de altın, bronz ve gümüşten beceriyle yaptıkları mücevherleri hediye ediyorlardı.  Neredeyse hepsi, gemi yapımında uzmanlaşmışlardı.

Erkek çocuklar babalarının adını alıyordu. Örneğin Karl’ın oğlu Erik, Erik Karlsson oluyordu. Kızlara ise ya annelerinin ya da büyükannelerinin adı veriliyordu. Çocuklar okula gitmek yerine ebeveynlerine yardım ediyor; Viking tarihini, inançlarını ve kurallarını sözlü öykülerden öğreniyordu. Kız çocuklarının müstakbel kocaları babaları tarafından seçiliyordu.

Tümü olmasa da, çoğu belirli bir antropolojik yapıda ve kuzey ırkının özelliklerini taşırlardı; sarışın, pembe yüzlü, açık tenli, sivri burunlu, uzun çeneli. Ancak, daha çok bir dil ve kültürel bir gruptu ve konuşulan diller büyük Hint-Avrupa ya da Aryen dili ailesinin Cermen türlerindendi. Halk, aynı zamanda rahip olan, liderlerinin büyük sarayları çevresinde toplanmıştı. Bu küçük kral ya da rahipler savaşçılardı, ancak aynı zamanda hayvan ve bazen insan kurban ederlerdi.

Vikingler adı verilen bu toplum tümüyle özgür yurttaşlardan oluşmuyordu. Baskınlarda ele geçirilenler köle oluyor ve en ağır, en pis işler bunlara yaptırılıyordu. Eğer bir çocuğun anne ve babası köle ise kendisi de köle olarak doğuyor, şayet annesi köle babası özgür ise kendisi de özgür oluyordu.

Vikingler 871 yılında “Buz Ülkesi” İzlanda’ya yerleşir ve 930 yılında da “thing” adı verilen Kabile Meclisi’ni kurumsallaştırır. Dünyanın en eski parlamentosu olarak kabul edilen bu meclis, “yaşayan herkesi temsil eden” kabile büyüklerinin yılda bir kez toplanmasıyla oluşurdu. Burada hem anlaşmazlıklar çözüme bağlanır, hem de yasalar yapılırdı. Büyük toprak sahiplerinin thing’lerde çok büyük ağırlığı olurdu. Bunlar soylu aile zincirlerini oluşturarak sefere çıkan orduları yönetir, gemileri silahla donatır ve kültürel görevler de yüklenen bölge liderlerinin yani “jarl“ların çevresinde örgütlenilirdi.

Yazın başlıca eğlenceleri yüzmek, güreşmek ve at yarışıydı; kışın ise buz tutan ırmakların üzerinde kaymak. Bir diğer favori eğlenceleri ise Hnefatafl adını verdikleri masa oyunu idi. Yılın büyük bölümünde karla kaplı olan ülkelerinde, uzun gecelerin  en büyük eğlencesi birbirlerine anlattıkları “saga” veya “edda” dedikleri mitolojik destanlar, masallar ve öykülerdi.  Çok sonradan yazılı metin haline getirilmesine karşın bu edebiyat bize, çok eski gelenekleri aktarır. Ölüm korkusunun durduramadığı bu kahraman gezginlerin maceraları sagalarla ölümsüzleştirilmiştir. İskandinav inanışının temellerinden olan alın yazısı kavramı, sagalarda insanın tanrıların lütfuna ve atalarının şanına layık olabilme gücü ve onuru olarak değerlendirilir.

Hristiyanlığı benimsemeden önce pagan olan Vikingler; Odin, Thor ve Freya gibi birçok tanrıya tapıyorlardı. Tüm tanrıların başı olan Odin aynı zamanda şiirin, büyünün ve savaşın da tanrısıydı. Thor gökyüzünün, fırtınaların ve yıldırımların tanrısıydı. İnsanlar Thor’u çok seviyor ve saygı duyuyorlar ama Thor’un üvey kardeşi olan düzenbaz tanrı Loki’ye hiç güvenmiyorlardı. Çünkü Loki, kör tanrı Hodr’ı kandırarak Odin’in oğlu Balder’ı öldürtmüştü. Bugün, İngilizcedeki bazı gün adlarının kökeni bu Viking tanrılarına dayanır:

  • Wednesday (Çarşamba): “Wodan’s Day” Wodan/Wotan/Odin,
  • Thursday (Perşembe): “Thor’s Day”, Thor,
  • Friday (Cuma):   Freya, Freyr ya da Frigg.

Vikingler ölülerini diğer dünyaya yakarak ya da gömerek uğurlarlar, diğer dünyada kullanmaları için kişisel eşyalarını yanlarına koyarlardı. Bazı Viking şefleri ise hazineleri, en sevdikleri köpekleri ve atları yanlarında olmak üzere gemileriyle birlikte gömülürdü. Vikingler savaş meydanında ölen kahramanlarının ata binen miğfer ve mızrakla silahlanmış genç ve güzel bakireler olan Odin’in yardımcıları Valkyrie’ler tarafından Valhalla’ya götürüldüğüne inanırlardı. Çünkü Ragnarok denilen dünyanın sonunda, bu kahramanlar Odin’in yanında savaşacaklardı.

Ancak kuzeyin bu sarışın, besili ve güzel ırkını dünyaya yayan, onları hem akıncı hem de tacir yapan bir dönüşüm oldu… Ücra memleketlerinde öylesine yaşayıp giden bu Nordik kavimler, dünyanın gidişatına biçim veren güçler arasına katıldılar.

Viking Tekneleri

Dünyanın tepesinde yaşayan bu uzun boylu insanları Avrupa’nın ortasına, Rusya’ya, İstanbul’a, Bağdat kapılarına ve hatta nice yüzyıllar sonra keşfedilecek Amerika kıtasının kuzey kıyılarına atan, dönemin en önemli teknolojik gelişmelerinden, en ileri buluşlarından biriydi: Viking teknesi.

Daha önce denizle olan ilgisi, eski dillerine göre “küçük koy” anlamına gelen “vik”lerde balıkçılıktan ibaret olan bu Nordik kavimler, Viking teknesinin yapılması ve bu teknenin sunduğu olanakların keşfiyle birlikte, çift ağızlı baltası elinde, Avrupa tarihinin tam ortasına dalacaktı.

Drakkar adı verilen bu tekne, ilk bakışta son derece mütevazı, küçük bir tekneydi. Pruvalarında bir ejderha başı bulunan bu tekneler 25-30 metre boyunda, 3-3.5 metre eninde, en büyüğü 50 insan alabilen, üstü tamamen açık, kürekler ve sabit bir yelkenle donatılmıştı. Altı düzdü. Böylece “vik”lerin sığ sularında ve akıntılı nehir boylarında, en az derin denizlerde ilerler gibi rahat gidebiliyordu. Öylesine dengeliydi ki, en alçak, denize en yakın yeri olan tekne ortası, suya 30 santime kadar yaklaştığı halde en azgın dalgalara bile dayanabilirdi.

Öte yandan, bu teknenin önü ve arkası yukarıya doğru yükselerek kıvrıldığı için, içindekilere göreli olarak rahat bir ortam sağlıyor, ayrıca dalgalarla da başa çıkabiliyordu.

Ancak bu tekneler inanılmaz hızlarına ve manevra kabiliyetlerine karşın, 10 ton civarındaki taşıma kapasiteleriyle, örneğin Amerika seferinde 100 tonluk Santa Maria’ya binen Kristof Kolomb gibi, aylarca deniz üzerinde kalamazlardı. Birkaç hafta içinde bir limana ulaşmaları gerekirdi. Teknedeki su ve yiyecek stoku, bunu gerektiriyordu…

Vikinglerin, teknelerini korsanlık için mükemmelleştirmeleri, 8. yüzyılın ortalarına dek sürdü. Vikingler zaten kendi topraklarında, Norveç sahillerinin fiyortlarında, Danimarka Yarımadası’nın kumsallarında ve İsveç’in nehirlerinde,uzun bir deniz yolculuğu deneyimi kazanmışlardı. Korsanlığın deniz mimarisi bu deneyimlerin sonunda ortaya çıktı.

Teknelerini geliştiren bu dev yapılı insanlar, sonra da ticarete başladılar. Deniz fili dişleri, kürk ve Asya kökenli köleleri satmak için, Norveç ve İzlanda’dan İslam topraklarına kadar uzanan bir ticaret ağı oluşturdular.

Sonraki yüzyılların kimi Avrupalı tarihçileri, 793’te, İngiltere adasındaki Lindisfarne Manastırı’nın basılmasını, “Kuzeyin ‘vik’lerinden (küçük koylarından) gelen mavi gözlü, sarı saçlı, iri barbar savaşçıların” ortaya çıkışını, “Vikingler çağının başlaması” diye anarlar.

Ama Vikingler her zaman, geldikleri gibi gitmezler! Danimarka Vikingleri, İskandinavya’ya en yakın kara parçaları olan İngiliz adaları Shetland, Orkney, Faeroe’den başlayarak, biraz daha batıdaki İzlanda ve daha batıdaki Grönland ve daha da batıdaki Amerika kıtasının kuzeyindeki Labrador kıyılarına, 10-20 yıllık ya da birkaç yüzyıllık dönemleriçin yerleşirler.

Oysa Vikinglerin bu büyük deniz serüvenleri döneminde (M. S. 780-1070 arası), Hıristiyan Avrupa’nın büyük bir bölümü, içe kapanık bir yaşam sürdürüyordu…

8. yüzyıl sonlarında, Baltık ve Kuzey Denizi’nin çevresindeki halkları şaşkınlığa sürükleyen, beklenmedik bir çıkıştır Vikinglerin gelişi… Belki de bu yüzden Eski İzlanda dilinde Viking sözcüğü, “korsan saldırısı” anlamını almıştı.

Hıristiyan Bakış Açısıyla Vikingler

ValhallaAnglo-Sakson kronolojilere göre, bu bölgelerdeki “kayda değer ilk Viking saldırısı”, Northumberland’ın kuzeydoğu sahillerindeki Lindisfarne Adası’nda olur… Ünlü bir İrlandalı keşiş ve Lindisfanre’nin ilk piskoposu olan Aziz Aidan’ın 635 yılında burada yaptırdığı manastır, bir hac yeri haline gelmişti. İçinde hazinelerin saklandığı söylenen bu tür ünlü manastırlar, elbette ki Hıristiyan olmayan Vikingler arasından kimi toplulukların dikkatini çekiyordu!

Kılıçları, baltaları, okları, mızrakları ve tahtadan yapıp üzerini sığır derisiyle kapladıkları kalkanlarıyla, elbette ki bu boylu poslu insanlar, savaşmasını da biliyorlardı. Ancak onların, “Avrupa’yı titreten barbar akıncılar” olduğu, “Güney kıyılarına, salt kan dökme zevkini tatmin için akınlar düzenledikleri” o dönemin Hıristiyan tarihçilerinin sunuş tarzıdır.

Fakat Vikingler, elbette ki savaştılar; egemenlik alanlarını genişletmek istediler. Dublin’i, hatta Londra’yı ele geçirip yönettiler. İngiltere’ye yerleşen Vikingler zaman içinde Saksonların arasına karışıp eridilerse de, Fransa’nın İngiltere’ye bakan kıyısındaki Normandiya’ya (Normanların, yani kuzeyden gelenlerin ülkesi) yerleşenler 911’de burada bir dükalık kurdular.

Denizleri, nehirleri ve boğazları kullanarak Bizans döneminin İstanbul’una da gelen Normanlar da İtalya’ya, Afrika kıyılarına, Bağdat’a kadar uzanıp ticaret de yaptılar, savaş da. Bizans imparatorunun özel muhafız birliği olan “varegler”i oluşturdular.

İsveç Vikingleri ise Baltık Denizi’nin doğusundaki toprakları ele geçirdiler. Dinyeper Irmağı’ndan Karadeniz’e, Volga Irmağı’ndan da Hazar Denizi’ne inip Ukrayna’da, Kiev’de bir hanedanlık oluşturdular…

Fakat bu Nordik halklar, zaman içinde Viking olmaktan, yani savaşçı yönlerinden sıyrılıp Hıristiyanlığı benimsediler. Bu dönüşümün ilk adımı da, 10. yüzyılın sonlarında İngiltere’yi fethedip Londra’ya giren Vikinglerin, 1066 yılında son Anglo-Sakson İngiliz Kralı II. Harold’a yenilmeleriyle başladı. 11. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da yeniden güçlü devletlerin oluşmaya başlaması Viking akınlarını artık etkisiz kılıyordu. Ancak Hıristiyanlığı benimseyip Katolik dinini seçseler de Vikingler keşiflerini sürdürdüler.

Vikingler Amerika Kıtasını Nasıl Keşfetti?

Kuzey denizlerinin bu gözüpek denizcilerin, denizde yönlerini bulma yöntemleri diğer denizcilerden biraz farklıydı. Bulundukları enlem ve boylam itibariyle hava çoğu zaman bulutlu ya da sisliydi. Diğer denizciler gibi Kutup Yıldızı’nı ya da güneşi kullanarak her zaman yönlerini tayin etme şansları yoktu. O yüzden yönlerini bulmak için kendilerine özgü yöntemler geliştirmişlerdi. Kuşların ve balıkların türlerine bakarak, akıntıların yönünü ve buzulları inceleyerek, yosunları inceleyerek, suyun rengine dikkat ederek nerede olduklarını anlarlardı. Fakat bu yöntemlerin bir de dezavantajı vardı. Her zaman kullandıkları bu teknikler bulundukları denizlerin yakından tanınmasını gerektirdiğinden, uzak ya da bilinmeyen denizlerde işe yaramıyordu. Bu yüzden uzaklara açıldıklarında doğal olarak sık sık hata yapıp yollarını şaşırıyorlar ve bilmedikleri yerlere gidiyorlardı. (Ufak bir not ekleyelim. Son bilimsel araştırmalara göre Vikingler, sisli ve bulutlu havalarda güneşin gökyüzündeki konumunu belirlemek için ışığıpolarize edebilme özelliğine sahip İzlanda kristali olarak bilinen bir tür kalsit taşı kullanmışlardı. Belli bir açı ile tutulduğunda bu  taş az bir yanılma payı ile güneşin gökyüzündeki konumunu belirleyebiliyordu.)

Babasının işlediği cinayet nedeniyle Norveç’ten kovularak İzlanda’ya gelen ve kızıl saçlarından dolayı “Kızıl Erik” denilen asabi bir Viking,  tıpkı babası gibi burada cinayet işlemişti. Kabile Meclisi tarafından, 982’de üç yıl sürgüne mahkum edildi. Sürgününü geçireceği bir yer arayan Erik, batıya doğru yelken açtı. Batıya yelken açışının nedeni, uzun zamandır herkesin dilinde olan bir söylenti, Gunnbjörn Ulfsson adındaki bir Viking’in gördüğünü söylediği kara parçasıydı. Yaklaşık 500 millik bir yolculuğun ardından söylentinin gerçek olduğunu gördü. Ormanlar ve yeşil çimenlerle kaplı fiyortlardan, uzaktaki buzullardan ve av hayvanları bakımından zengin olan bir bölgeye gelip yerleşti. Üç yıl sonra, geri dönerek ailesini ve “Yeşil Ülke” (Grönland) adını verdiği bu ülkeye yerleşmek isteyenleri yanına alıp 25 gemiyle yola çıktı. Kötü hava koşulları nedeniyle yalnızca 14 gemi Grönland’a ulaşabilmişti. Ulaşmayı başaran yaklaşık 450 kişi burada bir koloni kurdu. Aradan fazla bir süre geçmeden başka yerleşimciler de bu koloniye gelmeye başladı.

Vikinglerin Drakkar adı verilen tekneleri

986 yılında Bjarni Herjolfsonn, kışı babasıyla birlikte geçirmek için İzlanda’ya doğru yelken açtı. Fakat İzlanda’ya ulaştığında kendisini bir sürpriz bekliyordu. Babası İzlanda’daki her şeyi satmış, Kızıl Erik’in mürettebatına katılarak Grönland’a yerleşmişti. Herjolfsonn babasının izinden gitmeyi tercih edip mürettebatıyla bu kez Grönland’a doğru yelken açtı. Fakat bilmedikleri bu sularda yönlerini bulmaları oldukça zordu. Yolcukları sırasında bastıran sis de buna eklenince gittikleri yeri bilmeksizin yol almaya başladılar. Nihayet bir süre sonra ormanlarla kaplı bir kara parçası gördüler. Fakat burası, kendilerine anlatılan Grönland’a hiç benzemediğinden karaya çıkmaya cesaret edememişlerdi. Tekrar yola koyuldular ve birkaç gün sonra nihayet Grönland’a ulaşmayı başardılar.

Kızıl Erik’in üç oğlu olmuştu… Bunların en büyüğü, Leif Eriksson (Erik’in oğlu), “batıda yeşil ormanlarla dolu bir yere rast geldiğini” anlatıp duran Bjarni Herjolfsonn’un sözleri üzerine, yaklaşık 1000 yılında yola çıktı. Atlantik Okyanusu’nun soğuğuna dayanmak için don ve balık yağı sürülmüş, keçi derisinden yapılmış elbiseler giymişlerdi. Leif Eriksson ve mürettebatı günlerce yol aldıktan sonra Hudson Boğazı’nın kuzeyindeki Baffin Adası’nı gördüler. Denizden, parlayan bir kaya parçası gibi görünen bu bölgeye düz taş anlamını taşıyan “Helluland” adını verip yollarına devam ettiler. Daha sonra karşılarına çıkan, bugünkü Kanada’nın New Foundland bölgesindeki bir yöreydi. Bölgedeki üzümlerin çokluğundan buraya “Vinland” (Şarap Ülkesi) adını veren Leif Eriksson burada bir koloni kurdu. Kışı geçirdikten sonra da Grönland’a geri döndü. Kısa bir süre sonra babası ölen Leif, onun yerine geçerek Grönland’da kaldı.

Amerika’daki koloni, varlığını on yıl kadar devam ettirdikten sonra terk edildi. Günümüzde “L’Anse-aux-Meadows” diye anılan bu köy Kristof Kolomb’dan yaklaşık 500 yıl önce Avrupalıların Amerika’ya ayak bastıkları ilk yerdir.

Amerika kıtasına “bilmeden” ayak basan Leif Eriksson’dan üç yüzyıl sonra da onun torunları, yine “Yeni Dünya” topraklarındaydılar. Minnesota’daki “Kensington Taşı”nda yazılı olanları 1362’de onlar kazımışlardı:

Biz 8 İsveçli ve 22 Norveçli, Vinland’dan batıya doğru keşfe çıktığımızda, bu taşın bir kaç günlük yürüyüşle kuzeyindeki iki kaya arasında kampımız vardı. Bir gün balığa çıktık. Dönüşte, 10 arkadaşımızı kanlar içinde ölü bulduk. Aziz Meryem Ana bizi korusun. Buradan 14 yürüyüş günü uzaktaki kıyıda 10 gemici teknelerimizi bekliyor. Yıl 1362.

Bu arada, “Kensington Taşı” bir gerçeği daha ortaya koyuyordu: Artık İskandinav topraklarındaki yeni siyasi gelişmeler, İsveç, Norveç ve Danimarka adlı üç devletin ortaya çıkmasına doğru yol almaktaydı.

1 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.