Montesquieu ve Ilımlı Demokrasi

Montesquieu gerçekte demokrasi taraftarı olarak kabul edilmemektedir, aksine demokratik garnitürlü, anayasal, aydınlanmış bir monarşinin taraftarı olarak görülmektedir. Montesquieu’nun demokrasi anlayışında toplumda doğuş, zenginlik ya da şan bakımından ayrıcalıklı kişilerin bulunduğunun kabul edilmesi, bu kişilerin yasama organındaki paylarının toplumdaki ayrıcalıklı konumlarıyla orantılı olarak daha fazla olması gerektiğinin savunulması bunun göstergesidir. Bu nedenle onun demokrasi kuramına katkısı -J. Locke’da olduğu gibi- doğrudan değil, dolaylı biçimde olmuştur. Bununla birlikte demokrasi anlayışı konusundaki yeni düşüncelere esaslı yardımda bulunmuştur, özellikle iktidarın kontrolü ve otoritelerin frenlenmesi konularında. Böylece -demokratik çizgiler taşıyan meşruti bir monarşi anlamında- “ılımlı bir demokrasi”, büyük devletler için de tanışma konusu olmuştur. Buna bağlı olarak temsili demokratik kurumların yeniden değerlendirmesiyle bağlantı kurulmuştur.

Devlet şekilleri bakımından Montesquieu’nün siyasal yazılarının esas sorunu demokrasi değildir, aksine bir monarşinin, özellikle de Fransız mutlakıyetçi devletinin dizginlenmemiş egemenliğidir. F. Neumann’ın sözleriyle ifade edilecek olursa onun sorunu “İlahi kaynağa dayanan ve mutlaklık iddiasında bulunan, bu talepler olmaksızın meşru görülmeyen bir monarşi idi. Bu monarşi, zayıf ve istikrarsız olarak hemen hemen tamamen iflas etmişti ve böylece eskimiş çıkarların esiri olmuştu.”

Monarşinin anlayışına göre krallık eskiden olduğu gibi hala Tanrısallık ifade ediyordu. Bununla birlikte önceki kuramlardan farklı olarak monarşinin ilahiliğinin, onun iktidarının sınırlanması olarak anlaşılmıyordu. Monarşinin anlayışına göre, monarkın kendi vicdanının dışında başka hiç bir sınırlayıcı yoktur. Ancak, hükümdarlık geleneksel bir hastalıktan, yani kronik parasızlıktan sıkıntı çekiyordu. Bu sıkıntıyı gidermek için Fransız monarşisi görevlerin büyük ölçüde satılması yoluna başvurmuştu. Böylece görevler özel mülk olmuştu ve özel mülk sayesinde görevler ele geçiriliyordu. Mal gibi alınıp satılıyorlardı ve konjonktüre bağlı olarak fiyatları azalıp artıyordu. Görevlerin satılabilirliği yolsuzluğa kapı açmış ve bu durum nüfuz sahibi çıkar gruplarının isteklerini, özellikle ekonomik çıkarlarını koruma yollarını genişletmişti. Bu durum aynı zamanda burjuvazinin, görevleri ve unvanları satın alarak geleneksel hiyerarşik toplumda yükselmesini de mümkün kılmıştı. Hatta monarşi, 16. yüzyıldan itibaren asalet unvanlarını da satmaya başlamıştı. Bu nedenle bu olay burjuvazinin “para nişanı” satın alıp yükselmesi olarak adlandırılmıştır.

Bu şartlar altında monarşi -ve onun tepesindeki monark- despotik siyasete yöneldi, özellikle sıradan halkın sırtından elde edilen kaynakları ölçüsüz kullanma ve bazen de masrafları varlıklı tabakalara yükleme eğilimi göstermeye başladı. Bunun dışında, mutlakıyetçi monarşiden kaynaklanan, görevlerin ve asalet unvanlarının satılmasıyla güçlenen eşitleştirme eğilimi, geleneksel hiyerarşik toplum yapısı için zehir olmuştur. Bunlara avareliğin, hainliğin ve özellikle Fransız sarayına atfedilen kralın sarayının masraflarının anmasını da eklemek gerekir. Bu bakımdan Montesquieu için devlet “içinde yasaların bulunduğu bir toplumdur”; mutlakıyetçi devlet ise içinde yasaların kullanılmadığı veya kötü oldukları bir toplumdur.

Bu arka plandan hareketle Montesquieu’nün şikayetleri Kanunların Ruhu’nun III. kitabının 5. kısmında görülebilir: “Monarşilerde siyaset, önemli konuları olabildiği kadar az erdemle halleder.” Bu arka plandan Montesquieu’nün devlet şekilleri kuramı da okunabilir. Demek ki devlet şekilleri içinde monarşi, demokrasiye, özellikle “ılımlı demokrasi“ye karşıttır. Montesquieu’nün öğretisinin hareket noktası, ideal tipik olarak nitelenen devlet şekillerinin veya “devlet yönetimlerimin analizidir. Bu konuda onun hareket noktası keyfi değildir, aksine bilinçle seçilmiştir. Onun anlayışı temelde, siyasal olayların dünyanın merkezi ve devletin dünya tarihinin asıl öznesi olduğu ve bu nedenle tarihin anlaşılmasının anahtarının devlet yönetimlerinin analizinde bulunduğu anlayışına dayanmaktadır.

Montesquieu’de Yönetim Biçimleri

Montesquieu, kendi devlet şekilleri öğretisini Aristocu okulun ilkelerine göre kurdu. Kuşkusuz onun karşılaştırması, Antik cumhuriyetler, İtalya’nın ve Almanya’nın küçük devletleri, yakın dönem Avrupa’sının monarşileri ve İngiliz parlamentarizmi hakkında bilgi de içermektedir. Bunun dışında Montesquieu devlet yönetimlerinin sınıflandırılması konusunda Aristoteles’in öğretisinin iki değişkenli şemasından farklı olarak üçlü bir şema kullanmaktadır: Egemenlerin sayısı, hükümranlığın icrasının tarzı ve itidal ile despotluk arasındaki ayrım, temel değişkenlerdir. Montesquieu’ye göre 3 yönetim biçimi vardır:

  • Cumhuriyet,
  • Monarşi,
  • Despotizm

Onun demokrasi anlayışı çerçevesinde cumhuriyet “halkın bütününün ya da bir kısmının hükümran iktidara sahip olduğu” yönetim şeklidir. Monarşi “bir insanın, belli ve ilan edilmiş yasalara göre yönettiği” bir yönetim şeklidir. Buna karşın despotik yönetimde “bir insan, kuralsız ve yasasız olarak her şeyi kendi iradesine ve hırsına göre” yönetir.

Montesquieu, cumhuriyeti de iki alt şekle ayırıyor: Aristokrasi ve demokrasi. “Bütün halk hükümran iktidara sahipse, bu bir demokrasidir. Hükümran iktidar halkın bir kısmının ellerinde ise, bunun adı aristokrasidir.” Montesquieu’ye göre demokrasinin karakteristik özelliği, halkın yasa koyucu iktidarı kullanması ile anayasa ve tek tek yasalar konusunda karar verme hakkının olmasıdır. Burada Montesquieu bir danışma meclisi veya bir senatoyu ve bakanın halk tarafından atanmasını düşünmektedir. Montesquieu’ye göre bir de halkın oy kullanmasının açık olması gerekir. Ona göre bu “demokrasinin temel bir yasasıdır.” Fakat yasamada ve hükümette oylama gizli olabilir.

Montesquieu için devlet şekilleri öğretisi, toplumun ve ekonominin analizine göre önceliğe sahiptir. Bununla birlikte daha önce Aristocu okulda olduğu gibi sosyal yapı ile ilişki içinde ele alınmıştır. Aristokrasi, monarşi ve demokrasi arasında bir ayrım yapıldığı gibi, sosyal yapı da aristokratik, monarşik ve halk kavramlarıyla tahlil ediliyor. “Halk” denince Montesquieu, çağdaşları gibi tüm halkı değil, yalnızca servet sahibi burjuvaziyi anlıyor. Ona göre sıradan halk siyasal olarak önemli bir güç değildir. Ayrıca, ona göre yine çağının ruhuna uygun olarak, demos erkeklerden oluşmaktadır; kadınlara seçme hakkı o vakit henüz düşünülmemektedir. Buna karşın halkın sağduyusuna oldukça güvenir. Elle tutulup gözle görülebilen olaylara göre karar verdiğine inandığı halkın seçimlerde kolay kolay hata yapmayacağını savunur.

Antik öğretiden farklı olarak Montesquieu, temsili bir anayasanın gerekliliğini de vurgulamaktadır. Geleneksel kalıba göre kurulmuş bir meclis demokrasisini çok sakıncalı bir sistem olarak görüyor. Bununla birlikte, bir demokrasinin yalnızca küçük topluluklara uygun olacağı yolundaki geleneksel anlayıştan da tam ayrılmıyor: “Cumhuriyetin doğası küçük bir ülkeye uygundur.” Böyle diyor Kanunların Ruhu’nun Vll. kitabında; orta büyüklükteki ülkeler özellikle monarşik, büyük ülkeler ise despotik devlet şekline elverişlidir.

Demokrasi

Montesquieu, demokrasinin ilkesinin tartışmasını şöyle başlatır:

Monarşik veya despotik bir yönetimin sürdürülmesi veya desteklenmesi için özel bir kabiliyet gerekli değildir. Bunlardan birinde yasanın gücü her şeyi düzenler veya her şeyi bir arada tutar, diğerinde ise her şeyi egemenin etkili kas gücü düzenler. Fakat bir halk devletinde ilave bir dürtü gereklidir: erdem

Montesquieu’nün demokrasi anlayışında erdem, salt ahlaki bir kavram değil, “anavatanını ve eşitliği sevme” olarak tanımlanan siyasal bir erdemdir. Erdemli insan “ülkesinin yasalarını seven ve ülkesinin yasalarının sevgisiyle hareket eden bir insandır. Yasaları sevme ve yasalara güvenme, geniş anlamda meşruiyet ilkesi ve yasalara itaat olarak anlaşılmalıdır. Özgürlük kavramını da yasalara itaat çerçevesinde “yasaların izin verdiği her şeyi yapma hakkı” olarak tanımlar. Ona göre, bir yurttaş yasaların yasakladığı şeyleri yapabilseydi özgür sayılmazdı. Çünkü o zaman diğer yurttaşlar da aynı yetkiyi kullanmaya kalkabilirlerdi. Kuvvetler ayırımı konusunda oldukça duyarlı olma­sının asıl nedeni bile, özgürlüğün kötüye kullanılabileceği konusundaki bu endişesindendir.

Demokrasinin güdüsü erdem iken, aristokratik yönetim şeklinin “ruhu” itidaldir (moderation). Monarşinin güdüsü “ön planda tutulan ve zahiri görüntünün değerinin” toplam niteliği olarak zaman zaman pejoratif olarak da anlaşılan onurdur (l’honneur). Despotluk erdemi gerekli görmez ve onur onun için tehlikeli olabilir; o, başka bir ilkeye muhtaçtır, yani korkuya (la crainte).

Montesquieu’nün devlet şekilleri öğretisi, eski kuramlardan, sadece aristokrasi ve demokrasinin cumhuriyete uygunluğu görüşü ile değil, bunun yanında devlet şekillerinin ve sosyal yapının analizinin terkibi ile de ayrılır. Ayrıca, özellikle devlet yönetimlerinin “ilkeleri” ile ilgili kısımlar gösteriyor ki, burada anayasa öğretisi ile ilgili kültürelci-bireyselci bir anlayış söz konusudur. Egemen olan insan tipi ya da onun siyasal karakteri devlet şeklini biçimlendirmektedir; Montesquieu’nün tezi budur. Bu tezde devlet şekilleri öğretisinin dikkate değer bireyselci bir temellendirmesi kendini göstermektedir. Doğrusu bu modern öncesi bir tezdir. Bu bilhassa, bir yandan bireysel karakter özellikleri ile davranışlar arasında, diğer yandan devlet şeklinin yapısı ile işleyiş tarzı arasında doğrudan bir ilişki olduğu varsayımında iyice görülebilir. Bu, devlet şekillerinin işleyişinin esas itibariyle kendi kurallarına, kendi yasallığına ve aracı kurumların önemine bağlı olduğunu görmezlikten gelen kahramanca bir kabuldür. Montesquieu, bir de bireysel erdemi ve kötülüğü içsel bir faktör olarak değil, devlet ve toplum tarafından şekillendirilen dışsal değişkenler olarak yorumlanması gereken büyüklükler olarak görüyor. Böyle görüşlerin, bireylerin ideolojilerin taşıyıcı ve aynı zamanda esiri olduklarını, bireyin kişisel düzeyde belli özgürlükleri (mülkiyet gibi) olduğu veya olmadığı (ücretle çalışanlar gibi) anlayışının siyaset ve devlet öğretisine ilk kez Montesquieu tarafından taşındığını da göz önünde bulundurmak gerekir.

Montesquieu’nün eserinin demokrasi kuramı ile ilgili içeriğine dönelim. Bazıları onun devlet şekillerini karşılaştırmasından, onun demokrasi taraftarı olduğu anlamını çıkardılar. O, krallığın ve aristokrasinin yanında yer almaktadır. Ve fakat özgürlükçü düzenler, özellikle zamanının İngiltere’sinin düzeni onu etkilemiştir ve monarşik, aristokratik ve demokratik egemenliğin uygun bir karışımını sağlamaya çaba göstermiştir. Son tahlilde aristokrasi ve burjuvazi arasında toplumsal bir kuvvetler ayrımına ve devlet güçlerinin karşılıklı kontrolü temeline dayanan anayasal, aydınlanmış bir monarşiden yana olmuştur. Aristokratik ve demokratik olarak yumuşatılmış ve kuvvetler ayrımı temeline dayanan monarşi idealdir. Kuşkusuz bu demokrasi tasarısında Montesquieu’nün döneminde ve daha önce olana göre demokrasinin payına büyük bir saygı düşmektedir.

Demokrasi kuramı açısından sadece demokrasinin yeniden değerlendirilmesi Montesquieu’yü ilginç yapmamaktadır. Onun, demokratik devlet yönetiminin işlev şartlarını ve yıkılma şartlarını analizi de manidardır. Ona göre demokrasi, daha çok küçük devletlerde başarılı olmaktadır. Bu kuramla Montesquieu, teori ve pratik olarak halk meclisi egemenliğinin bir şehir devletinde veya ona benzer küçük topluluklarda olabileceğini savunan geleneksel demokrasi anlayışına uymaktadır. Demokrasinin işlev şartları konusunda, yurttaşlar arasında ilke olarak eşitliğin sağlanmasını ve korunmasını sayıyor. Kanaatkarlık da demokrasinin şartları arasında yer alır: “Demokrasiyi sevme, kanaatkarlığı da sevme anlamına gelir. Demokraside her erkek benzer refah düzeyine ve benzer kazanca sahip olacağı için, benzer rahatlığa kavuşması ve benzer beklentilere sahip olması da gerekir.” Montesquieu, “kanaatkarlık sevgisi” ile kazanç hırsının sınırlanması beklentisi içindedir. O, bununla mutlak eşitliği değil, sadece servet farklılıklarının dengelenmesini düşünüyordu. Montesquieu’ye göre demokrasinin istikrar kazanması, toprak sahipliğinin düzgün dağılımıyla, iktidar ve egemenlik farklılıklarının azaltılmasıyla, örnek kurumların işletilmesiyle ve örneğin “özensizlikler, tutamak eksikliği, anavatan sevgisinin az çok soğuması, sakıncalı örnekler ve yolsuzluğun başlaması” gibi demokrasinin ilkesine -yukarıda tartışıldığı anlamda siyasal erdeme- zararlı olan her şeyin önlenmesi ile olur.

Sosyolojinin klasiklerinden bir olan Emile Durkheim, Montesquieu’yü modern sosyal bilimlerin yönteminin en önemli öncüsü olarak değerlendirmektedir. Haklıdır! Daha sonraki sosyal bilimsel araştırmalardan oldukça erken davranarak Montesquieu, örneğin devlet şekilleri ile dini gelenekler arasındaki ilişkileri tartışmıştır. Gerçi onun bu konudaki düşünceleri sistematik değildir, anekdotlar halindedir. Kuşkusuz o didaktik (öğretici) bir tez geliştirmişti: Ilımlı bir yönetim -daha açık olarak, aristokrasi veya demokrasi- Hıristiyanlığa daha iyi uyarken, despotizm Müslüman toplumlara daha iyi uymaktadır. Bunun kökeninde siyasal-kültürel farklar yatmaktadır: Montesquieu, İncil’deki “hoşgörü” vaazını düşünüyor ve bunun despotik baskıdan ciddi olarak farklı olduğunu görüyordu, ayrıca Hıristiyan inanç topluluklarında yasak olan çok eşliliği (ki bu, egemenin uyruklardan daha az tecrit edilmiş olarak yaşamasına neden olur) göz önünde bulunduruyordu. Katoliklik ve Protestanlık ile devlet şekilleri arasında da ilişkiler kurmaktadır. Katolik dini daha çok monarşiye, Protestanlık dini daha çok cumhuriyete uygundur. Bunun nedeni, Kuzeyin halklarının bağımsızlık ve özgürlüğe daha fazla önem vermelerinde aranabilir. Bunun da nedeni o halkların, Papalık tarzı bir önderlikle ve keskin bir kilise içi hiyerarşiyle geçinemeyen bir dine yatkın olmaları olabilir.

Montesquieu sadece yapıyı, eylemleri yönlendiren ilkeleri ve şartları tartışmaz, bunların yanı sıra demokrasiyi bozan ve yıkan şartları da tartışır. İlk olarak, demokrasinin ilkesi -erdem -, titizlik isteyen ve zor yerine getirilebilecek bir şarttır. Ayrıca demokrasi, iki türlü tehlikeyle de karşı karşıyadır: “Eğer eşitlik ruhu” kaybolursa demokrasi yozlaşır ve eğer “abartılmış eşitlik ruhu bir kenarından yırtılırsa” demokrasi de çöker. “Eşitsizlik ruhu” demokrasiyi, aristokrasi veya tek kişinin egemenliğine dönüştürür; buna karşın “abartılmış eşitlik ruhu” despotik egemenliğe yol açar. Montesquieu’ye göre her devlet şeklinin yozlaşma nedeni, siyasal-kültürel temellerin erozyona uğramasıdır: Her yönetimin yozlaşması hemen hemen daima onun temel ilkelerinin yozlaşmasıyla başlar; demokraside daha fazla veya daha az eşitlik, aristokraside iktidarı keyfi kullanma, monarşide aracı güçlerin kalkması ve despotik yönetimde iç mantık sayesinde kendini tahrip etme… Şöyle der Montesquieu devletlerin yıkılma nedeni hakkında: “Cumhuriyetler zenginlik, diktatörlükler de yoksulluk nedeniyle yıkılır.” Bu, Montesquieu’nün neden kanaatkarlığın önemine vurgu yaptığını da açıklar.

Montesquieu ve Kanunların Ruhu

Montesquieu ve Kuvvetler Ayrılığı

Montesquieu’nün Kanunların Ruhu adlı kitabı anayasa öğretisi ve anayasa siyaseti konusunda da önemli bir metindir. Kanunların Ruhu’nun Xl. kitabında açıkça üç kuvvetin belli bir dağılımından söz ediyor. Kuvvetler ayrılığı ilkesi kuşkusuz ilk kez Montesquieu tarafından dile getirilen bir kavram değildir, Antik Yunan’da Aristo tarafından vurgulanan bir kavramdır. Montesquieu’nün bu düşüncesinde Locke’un ve İngiliz siyasi yapısının etkisi altında kaldığı görülür. Buna karşın devletin birliği düşüncesini bir tarafa bırakarak kuvvetlerin ayrılması fikri üzerinde özelikle durması ve yargı hakkını da yasama ve yürütme kuvvetlerinden tamamen bağımsız üçüncü bir kuvvet olarak tanıması nedeniyle, Montesquieu Locke’dan çok daha ileri gitmiştir.

Montesquieu’nün siyasal görüşünün temelinde “yönetimin sağlıklı yürümesi” yatar. Siyasi erki elinde tutan tüm güçlerin, ellerindeki bu gücü kötüye kullanmasının kaçınılmaz olduğuna dikkat çeken Montesquieu, bu kötüye kullanmanın önüne geçilmesi ve böylece siyasi özgürlüğün sağlanması için her kuvvetin başka bir kuvvetle dengelenmesinin altını çizmiştir. Bu da, her şeyden önce yasama, yürütme ve yargı adı verilen temel kuvvetlerin birbirlerine müdahale edebilmeleri, birbirlerinin çalışmalarını sınırlayabilmeleri ile olanaklıdır. Bu münasebetle geliştirilmiş olan kuvvetler bölüşümü öğretisi, yetkili toplumsal güçlerin pay sahibi oldukları “meşruluk, temel haklar, iktidarın bölünmesi ve karma anayasa”dan oluşan özel bir sentez içermektedir.

Montesquieu’nün üç devlet otoritesinin kesin ayrımına önem verdiği şekildeki yaygın, bununla birlikte hatalı olan fikrin aksine, Montesquieu’de üç devlet otoritesinin dengelenmesi amacıyla kuvvetler ayrımı ve kuvvetlerin sınırlaması modeli söz konusudur. Riklin bu ilişkiyi şöyle ifade ediyor:

Yasama otoritesi, üç sosyal kuvvet olan halk, aristokrasi ve kralın otoritesine, bir başka anlatımla halk meclisi, aristokrasi meclisi ve monarka bölünmüştür. Burada monark en zayıf, aristokrasi ya da aristokrasi meclisi orta konuma sahipken, halk ya da halk meclisi en güçlü konuma sahiptir. Aristokrasinin orta konumu, merkezi güç ve arabulucu kuvvet anlamında olmak üzere iki anlamdadır. Teşri (yasama) aktı, bu üç sosyal kuvvetin ya da yasama yetkisi ile donatılmış üç organın hepsinin uzlaşması olmaksızın gerçekleşmez. Yürütme otoritesi de bu üç sosyal kuvvetin ya da halk meclisi, aristokrasi meclisi ve bakanları tarafından desteklenen monarkların üç organının ellerinde bulunmaktadır. Burada elbette monark en güçlü paya sahiptir. Parlamento yürütme kararlarını engelleyemez; o bakımdan yürütmeye katılmaz. Fakat önleyici (monarkın yasal ve finans bakımından elinin kolunun bağlanması) ve engelleyici imkanlarına (yasanın yürütmesinin kontrolü ve bakanın kontrolü ve cezalandırılması gibi) sahiptir. Hukuka uygun otorite iki sosyal kuvvete ya da dört organa (halk mahkemesi, aristokrasi mahkemesi, halk meclisi, aristokrasi meclisi) bölünmüştür. Sadece monark burada paya sahip değildir.

Parlamentonun esas işlevi yasamadır. Fakat tüm yasamayı kontrol etmez. Bunun dışında, yürütme ve adaletle ilgili yan işlevler de yerine getirir. Monark ve mahkemeler için ise şunlar söz konusudur: Monarkın esas işlevi, yasaların ve devletlerarası hukukun uygulanmasıdır. Kuşkusuz monark yasama otoritesini belirleyen yegane kişi değildir. Bunun dışında yürütme yan işlevine de sahiptir. Halk mahkemesi yargı gücünün bir kısmını tedvir eder; yalnız hukuki bir işlevi vardır. Aynı şekilde aristokrasi mahkemesine de yargının bir kısmı verilmiştir, fakat onun üyesi hakimlik ve parlamento üyeliği yapar.

Montesquieu’nün kuvvetler ayrımı modelinde yetkilerin (facultes anlamında) -sayı olarak 18- bir kısmı sadece bir organa, bir kısmı birbiriyle rekabet eden iki organa verilmiştir. Sadece yasaların çıkarılmasını engellemek veya onaylamak yetkisi, halk meclisi, aristokrasi meclisi ve monark olmak üzere üç organa bölünmüştür.

Yürütme gücü ise Montesquieu’ye göre kralın elinde bulunmalıdır. Bunun iki farklı nedeni vardır. Bunlardan birincisi, hızlı karar alması gereken yürütme organının birkaç kişi tarafından yönetilmesindense, tek bir kişi tarafından yönetilmesini daha verimli olacağı iddiasıdır. İkinci neden ise kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğidir. Buna göre, yürütme gücü, yasama organının içinden çıkan kişilere verilirse yasama ve yürütme birleşmiş olur ki, bu durum özgürlükler açısından tehlike oluşturacaktır.

Montesquieu’nün kuvvetlerin bölünmesi ve kuvvetlerin frenlenmesi öğretisinin gramerini anlamak zor değildir. Devlet otoriteleri ve diğer iktidarlar karşılıklı olarak birbirlerini sıkıştırırlar. Koordine olmuş bir veto hakkı sistemiyle otoriteler arasında iktidar uyuşması sağlanır. Bunlar, farklı toplumsal taşıyıcılara tahsis edilerek otoritelerin bölünmesi gibi önemlidir. Ve bu, Montesquieu’nün kuvvetlerin bölünmesi öğretisinin ikinci merkezi düşüncesidir: Böylece toplumsal kuvvetler arasındaki uyuşma, devlet otoriteleri arasında iktidar uyuşmasına eklenmiş olur. Bu uyuşmada kuşkusuz halk ikinci planda kalırken, monark ve aristokrasinin ayrıcalıklı bir konumu vardır. Örneğin halk egemenliği ilkesi, kuvvetlerin dengelenmesi modeline boyun eğer. Montesquieu’nün kuvvetlerin dengelenmesi öğretisi, ne onun aristokrat yazarlığının kökenini ne de zümresel yargısını inkar eder. Hatta bu öğreti Montesquieu’nün teoreminin modernleşmiş metni olarak okunabilir ki, buna göre monarşisiz aristokrasi ve aristokrasisiz monarşi bir hiçtir.

Montesquieu’nün kuvvetlerin bölünmesi modeli, onun İngiltere’nin siyasal kurumlarına duyduğu hayranlıkla şekillenmiştir. İngiltere’de egemen olduğunu gördüğü özgürlük onu hayrette bırakmıştır. “İngiltere günümüzde dünyanın en özgür ülkesidir” diye haykırır. Özgürdür, çünkü kral her hangi bir yurttaşa haksızlık yapma hakkına sahip değildir ve onun yetkisi parlamentonun kabul ettiği bir yasayla sınırlanmış ve kontrol altına alınmıştır. Diğer yandan, Avam Kamarası’nın egemenliği de sınırlanmıştır, bilhassa yürütmeye baskısı söz konusu değildir. Montesquieu, İngiliz kurumlarının kombinezonunda yasama ve yürütmenin eşit ağırlığa sahip olduğunu teşhis ediyor. Böylece özgürlük ve eşitliğin namuslu halkın yararına olması onu büyülüyor: “Londra’da özgürlük ve eşitlik egemendir. Londra’nın özgürlüğü namuslu halkın özgürlüğüdür. Bu özgürlükle Venediklilerden ayrılır. Aynı şekilde, Londra’nın eşitliği namuslu halkın eşitliğidir. Bu bakımdan rezillerin eşitliği olan Hollandalıların eşitliğinden ayrılır.”

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.