İtalyan Faşizminde Devlet ve Hukuk

Faşizm tarihin değişik dönemlerinde çeşitli ülkelerden zaman zaman ortaya çıkmış, fakat bir siyasal sistem, bir rejim olarak kurumlaşması, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde İtalya’da Benito Mussolini (1883-1945) eliyle gerçekleşmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Mussolini’nin önderliğinde ortaya çıkan faşist devrim, daha sonra Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesinin ve İspanya’da Franko Falanjizminin de öncüsü olmuştur.

Faşizmin birden bire tarih sahnesine çıktığını söylemek yanlış olur. Faşizmin doğmasına olanak sağlayan ya da faşizmin liderlerinin esinlendiklerini öne sürdükleri fikirlerin kökenleri çok eskilere dayanır. Bu kuramcıların başında devlet konusundaki fikirleriyle tanınan Machiavelli vardır. Ancak fikir yönünden bu denli eskiye dayandığını öne süren faşizm, ilk kez Benito Mussolini ile etkili bir biçimde eylem yönünden varlığını ortaya koymuştur.

Burada bir noktaya değinmek gerekir. Faşizmin kendisine özgü bir felsefesi olduğunu söylemek gerçeklerle bağdaşmaz. Bazı kuramcılardan esinlenmiştir ve İtalya ile Almanya’da belli bir yönetim biçimi olarak kendisini ortaya çıkarmıştır. Fakat bir öğretisi olduğu söylenemez. Faşizmin olaylardan yararlanarak belirli bir yol tutturduğunu Mussolini şöyle açıklıyor: “Faşizmin öğreticisi olaylardır.”

Faşizmi tanımlamak oldukça güçtür. Devlet otoritesinin üstünlüğüne dayanan her türlü öğretinin faşizm olarak nitelendirildiği ortamlarda bu sözcüğün ne anlama geldiğini açıklamak güçtür.

Faşizmin tanımı sözlüklerde şöyle yapılmaktadır: “Demokratik bir düzen yerine otoriter ve milliyetçi bir düzen kurmayı amaçlayan rejim.”

Peki sözlük anlamı dışında, kurucusunun tabiriyle faşizm nedir?

Mussolini, İtalyan Ansiklopedisi’ne yazdığı maddede faşizmin anlamını şöyle açıklıyordu:

Faşist anlayış bir devlet bireyciliğidir. Faşist için her şey devlet içindir. Devlet dışında insansal ya da ruhsal hiçbir şey yoktur. Devlet dışında ne bireyler, ne de siyasal partiler, sendikalar, dernekler gibi tek bir ekonomik ve ahlaksal gerçeklikte gruplar vardır. Bu nedenle faşizm, sınıfları birleştiren, devlet bütünlüğünü tanımayan ve sınıf savaşıyla tarihsel akışı sertleştiren sosyalizmin karşısındadır. Faşizm sınıf çıkarlarını devlet birliğinde birleştiren korporasyonlar sistemine değer verir.

Görüldüğü gibi faşizmin siyasal ve ekonomik alanda dayandığı en büyük güç devlettir. Her şeyin üstünde devlet vardır görüşünden hareketlendirilerek. “Ahlak, iktisat ve politika bakımından ulusal bir birlik ancak faşist devlette gerçekleştirilebilir” tanımını bir yerde faşizm için kullanabiliriz. Ancak bu tanımlama oldukça zayıf olur. Her şeyden önce faşizmin nasıl doğduğunu, ne ortamda güçlendiğini ve devletleri nasıl ele geçirdiğini öğrenmek ve araştırmak gerekir.

Faşizmin Ortaya Çıkmasında En Büyük Etken Demokrasidir

Bu araştırmanın sonucunda faşizm sözcüğünün kesin anlamı anlaşılabilir. Bir yerde açıklıkla ifade etmek gerekir ki bu araştırmanın sonucu hiç de demokratik düzenlerin yararına değildir. Sıkı bir özeleştiri yapıldığında faşizmin doğmasına en büyük etkenin demokrasi olduğu görülecektir.

Faşizm düzenin eleştirilmesi sırasında ortaya çıkmış bir yönetim biçimi değildir. İşin başında daima devletin tehlike karşısında güçsüz kaldığı görüşünü öne sürerler. Bolşevizmin kışkırtması olmadığı sürece faşizm yoktur Ancak faşizm hiçbir zaman antibolşevizm değildir.

Demokrasi faşizmin gelmesi için gereken etkenlerin başında gelir. Ancak demokrasi faşizmi getirdiği gibi, faşizmin gelmesine de karşı çıkacak tek etkendir. Burada o tanımı yaparken 1920 yıllarında daha yeni yeşermeye başlayan demokrasi oldukça narindi. Demokrasi fikrinin zedelenmemesi için, kendi düzenini eleştiren her düşünceye saygı gösteriyordu. Fakat bu saygıyı birkaç kez, Rusya’da başarı kazanmış bir devrimden çekinerek oldukça ileri götürmüştür. Kendisine tehlikeli olabilecek bir fikri iktidara getirmemek için hoşgörülü davranmış ve bilerek ya da bilmeyerek kendisi için aynı derecede tehlikeli başka bir düşünceyi iktidara getirmiştir. 1920’erde hukuk devleti anlamı gereğince çalıştırılmadığı ve bazı yöneticilerin bilerek baltaladıkları yargı organlarının hizmetleri faşizmin İtalya’ya egemen olmasına yol açmıştır.

Kaba kuvvete dayanan faşizme göre iki temel unsur olan ulus ve devlet, daima kişilerden üstündür. Bu iki kavram daima kişinin yanında üstündür. Ulusun yaşaması için kişi kendi varlığını hiçe sayar. Kişiler ulusu oluştururlar. Ulusun da bir yaşamı vardır. Ama bu yaşam daima kişilerin yaşamından daha uzundur. Kişiler geçicidir. Ulus birbiri üstüne gelen insan kuşaklarının ötesinde yaşamını sürdürür. Faşizme göre ulusun kişilerden üstün bir ayrılığı vardır. Bu ayrılık ulusun amaçlarının kişinin amaçlarından çok daha değişik olmasından ileri gelir. Ulus kendisini oluşturan kişilerden daha uzun ömürlü olduğu için, onlardan üstündür.

Buna göre kişinin faşist bir ülkede toplumun korucusu değil, kendine özgü bir varlık olan ulusun amaçlarına hizmet eden bir araç olduğu ortaya çıkmaktadır. Ülkeyi yönetenler bu araçtan en iyi bicimde yararlanmanın yollarını ararlar daima. Kişinin hak ve özgürlükleri, faşist devlette sıkı bir çember içine alınmıştır. Kişinin hakları ve özgürlükleri, faşizmde her şeyin, tüm kurumların üstünde olan Devlet’in karşısında bir hiçtir. Ulusun tüm güçleri de Devletin elindedir. “Her şey Devlet’ten gelir, Devlet’e gider” düsturunun geçerli olduğu bir yerde, insanın bir değerinin olmadığı ortadadır.

Faşizmin gelmesi için gerekli olan temel koşullardan birinin demokrasi olduğundan söz etmiştik. Demokratik bir ülkede faşistler, “herkes dilediğini düşünmekte ve söylemekte serbesttir” ilkesinden yararlanarak amaçlarına ulaşmaya çabalarlar. Önce demokrasiden yana görünürler. Her türlü düşünceye saygılı olduklarını söylerler. Daha sonra devletin karşı koyamadığı bir tehlike karşısında bulunduğunu söyleyerek bu tehlikeye karşı çıkarlar. Bu tür yöntemlerle sempati toplamaya çalışırlar. Bundan sonra iş demokratik ilkelerin çürütülmesine gelir. Onlara göre serbest secim bir aydınla bir budalaya eşit hak verdiği için bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Saçma aritmetik yöntemlere dayanan bir düzendir onlar için, demokrasi.

İtalyan faşizmi, 1. Dünya Savaşı ardından gelişen, güçlenen sınıfsal tepkinin kendi siyasal modelini kurmaya yönelik güçlü eylemlerine karşı, büyük sermayenin kurduğu sınıfsal egemenliğinin geçerliğini sağlayacak “zorba devlet” modelidir. Böylece belirli bir ideolojik dayanağı olmayan, şiddete dayanan eylem sürecinde kurumsallaşan, insan haklarına, demokratik ilkelere, sınıf gerçeğine karşı saldırgan, tutucu, yığınları kandırmaya yönelik büyük hayalleri (mitos) amaçlar gözüken ve dinsel/ahlaksal öğelere dayanan ve siyasal/toplumsal düzenin değişmezliğini öngören siyasal iktidar düzeni oluşturulmuştur. Faşizmin belirgin ideolojik temeli olmadığı gibi, belirli, değişmez siyasal modeli de yoktur. Faşizmi belirleyen, siyasal egemenlik düzeninin değişmezliği, insan haklarının ve hukuk devletinin yadsınması, düşünce, siyasal örgütlenme çeşitlemelerinin engellenmesidir. “Siyasal yapı/biçim örgütlenmesi”, “şiddete” dayanan süreç içinde, uygulamadan doğan gereksinmelere göre belirlenip oluşturulur.

Nazizmin niteliklerinden doğan yaygın bir yanılgıya karşın, ırkçılık  faşizmin “olmazsa olmaz” koşulu değildir, örneğin, Latin türü faşist modellerde, “ırk düşmanlığı” gereksinmesi duyulmadığından, siyasal modelin temel öğelerinden biri olmamıştır. Yığınları faşist iktidar yanında toplayabilmek için, ulusun üstünlüğü ve parlak geleceğin, “Roma İmparatorluğu”nun yeniden yaratılacağına yönelik şovenist görüşler, İtalyan faşizminde “ırk düşmanlığına ve kıyımına” dönüşmemiştir.

Şiddetin yarattığı toplumsal tedirginliğin ve sol iktidarları önlemek için faşist şiddeti desteklemenin, totaliter iktidar düzenine yol açtığını kesin bir biçimde kanıtlayan “faşist partisi” iktidarının, kendisini iktidara taşıyan sınıfların çıkarlarını güvence altına alacak, yığınların “otorite” gereksinmesine cevap verecek bir siyasal model oluşturması kaçınılmazdı. Siyasal modelin sürekliliği ve geçerliliği ise, “modele” uygun insanın ve toplumsal yapının bir oluşturulmasına bağlıdır. Bu açıdandır ki, siyasal modelin tümüyle değiştirildiği bir toplumda, çok kapsamlı, yaygın yeni oluşumun gerçekleştirilmesi gerekir. Yeniden toplumsal oluşum ve siyasal yapı örgütlenmesi, doğal olarak yeni yasal düzenleme gereksinmelerini yaratır. Toplumsal gereksinmeler ile yasal düzenleme arasında çelişki varsa, normatif yapının yenileşmesi zorunluluğu söz konusudur. Yeni siyasal yapı örgütlenmesini ve yasal düzeni oluşturacak normların, faşizmi iktidara getiren güçlerin çıkarlarına ve “faşist anlayışa” uyumluluğu, bu konudaki gereksinmelere cevap vermesi kaçınılmazdır. Belirgin ideoloji ve siyasal yapı kuramına dayanmayan İtalyan faşizmi, uygulama içinde, günlük gereksinmelere göre “faşist devleti” oluşturan, kapsayıcı yasal düzenini gerçekleştirmiştir.

Faşist Devlet Anlayışı

Mussolini devlet konusundaki düşüncesini 1925 yılında şu cümleyle özetlemiştir: “Devletin dışında hiçbir varlık yoktur, her şey Devlet içindir!”

Yasal yapı, devlet anlayışına ve amaçlarına göre belirlendiğine göre, İtalyan faşizminin, karşı olduğu siyasal modellere getirdiği eleştiriler ve kendi siyasal iktidar düzeni açısından öngördüğü ilkeler, faşizmin hukuk düzeninin temel kurallarını oluşturmaktadır.

Günün koşullarına göre birbiriyle çelişik politikalar üreten ve böylece toplumun değişik kesimlerinden yandaş edinebilen İtalyan faşist hareketi Marksizm’e, ama özünde liberal demokratik sisteme biçimde karşıtlıktan kalkarak, “faşist devletin” ilkelerini, iktidara geldikten sonra oluşturmuştur. Mussolini, var olanların çürütülmesiyle, olması gerekenin yaratılacağını belirtirken, temelde var olan üretim ilişkilerine karşı değildi. Bu açıdandır ki, faşizmin, liberalizme, demokrasiye, çoğulculuğa, kişi hak ve özgürlüklerine karşıtlığı, salt siyasal mücadele biçimde karşıtlık niteliğindedir. Faşizm, liberal demokratik sistemin, “moral/etik” değerlerden yoksun “maddeci” nitelik taşıdığı, “insanı” öne çıkararak “tanrıtanımazlığı” yaygınlaştırdığı inancındadır. Bu nedenle, “faşizm”, “Tanrının ve ahlakın dönüşü” anlamına gelmektedir ve faşist düzenin kavranabilmesi bu “spiritualist” anlayışın kavranmasına bağlıdır. Demokrasinin, “ulus”, “birey”, “devlet”, “özgürlük” kavramları faşist anlayışla çelişmektedir. Faşizm, liberalizmin “devleti inkar ettiği” ve bireyin çıkarlarını “özgürlük” adı altında kutsallaştırarak, devleti güçsüzleştirdiği ve devletin dışında ve devlete/otoriteye rağmen özgürlük olamayacağı inancındadır.

Demokratik ve Marksist siyasal modellerin eleştirisi faşist devlet anlayışının temel ilkelerini de belirlemektedir. Devleti en üstün değer ve amaç sayan faşist anlayış, devleti kişilerin dışında, kişilerin çıkarlarına hizmet etmek zorunluluğu bulunmayan, tek bağımsız/sınırsız “organik güç” olarak kabul etmektedir. Devlet hukuktan önce gelmekte ve hukuku yaratmaktadır. Moral değerlere dayanan devlet, yüce bir erdemin simgesidir ve bu erdeme erişebilmek için devlete kesin, tartışılamaz, sınırlandırılamaz emretme otoritesinin de tanınması gerekir. Mussolini’nin ünlü deyişiyle, her şey devletin içinde, hiçbir şey devletin dışında ve devlete karşı değildir.

Otoritede özünü bulan ve tek tek kişilerin dışında organik bir varlık olarak nitelendirilen devlet, salt yurttaşların gereksinmelerini sağlayan, çıkarlarını düzene koyan, maddi amaçları gerçekleştiren bir gece bekçisi değildir. Devletin kendine özgü bilinç ve iradesi, tek tek kişilerin istek ve iradeleri dışında, bireyin yönelişlerinden bağımsız bir biçimde, ulusun örgütlenmesini sağlayan, somutlaştıran, hukuku yaratan ruhsal değerlerdir. Ulusun, geleneklerini, örf ve adetlerini, dinsel değerlerini, dil ve imanda biçimlenen ruhunu kollamak ve saptamak görevi de devletindir; bu açıdan da, devlet, tarihten gelip, geleceğe uzanan varlıktır. İtalyan faşist devleti, Roma geleneği “idea di forza-kudret kavramı”nın ürünü olup, yurttaşları devletin/ulusun amaçlarına göre eğiten, bireylere bilinç veren ve bütün içinde erimelerini sağlayan, çıkarlarını belirleyen ve hakça çözümleyen, kültür kazandıran, uygar mutluluğa ulaştıran kapsamlı bir organik varlıktır.

Bu değerler, ulusun diğer ülkeleri yönetmek hakkını gerçekleştirici dinamizmi sağlar; bu açıdan faşist devlet emperyalisttir. İtalya, diğer ülkeleri yönetmek hakkını yaratacak bir üstünlüğe sahiptir ve bu hakkın gerçekleşebilmesi bireylerde, disiplin, itaat, iman yaratılmasına, güçlerin düzene bağlanmasına, devletin siyasal yapısının amaca uygun düzene kavuşturulmasına bağlıdır. Bu açıdan otoritenin, bireylerin ruhuna girmesi ve orada başkaldıramayacak biçimde özümsenmesi sağlanmalıdır.

Faşizmin Ulus Anlayışı ve Kendi Dinselliği

Mussolini’ye göre, “ulusu yaratan devlettir ve bireylerin toplamından oluşmamaktadır”. “Ulus” bireylerin dışında kalan, devletin halka verdiği bilinç ve iradeden oluşan, kendine özgü, hukuksal, soyut bir varlıktır. Devlet, kendi yarattığı bilinç ve iradeden oluşan ulusu, totaliter bir biçimde yönetir. Ulusun, çıkarları, tek tek bireylerin çıkarlarının dışında, yerine göre bireysel çıkarlarla çelişebilen niteliktedir ve ulusal çıkarların ne olduğunu da devlet belirler. Bu açıdan ulus da devlet gibi etik, organik bir gerçektir; yaşar ve gelişir. Bireyler düzensiz kalabalığı, ulus ise birey toplamında oluşan ayrı bir oluşumu ifade eder. Ulusun kendine özgü, tarihsel erdemi, gelenekleri, ruhsal varlığı söz konusudur. Ulusun bağımsızlığını, tarihsel sürekliliğini de bağımsız, otoriter devlet içinde biçimlenmesi sağlar. Belirtilen nitelikte bir devlet olmadığında ulus da yok olur ve geriye sadece bireysel kalabalık kalır. Bireylerin yaşaması, varlığını geliştirmesi devletin otoritesine bağlılık bilincine erişmesine, “kudret iradesini” oluşturmasına bağlıdır.

Kendiliğinden bir “irade ve düzen” olarak ortaya çıkan ulus, devletle kaynaşan etik organizmadır. Nitekim faşist siyasal iktidar düzenini oluşturan önemli yasa “Carta del Lavoro”nun 1. maddesinde, “Ulus, faşist devlette gerçekleşen, ekonomik, siyasal, moral bir birliktir” denilmektedir. Faşizm, belirtilen ulus anlayışıyla, bireyci demokratik anlayışa karşı çıktığı gibi, demokratik ulusal egemenlik anlayışını da eleştirmektedir. Devletin süjesinin halk olduğunu, devletin niteliğini ise ulusun belirlediğini savunan faşizm, “halk-ulus” ayrımını yaparken, demokrasileri, bu iki kavramı birbirine karıştırmakla suçlamaktadır; “halk” demografik, soyut bir kavramdır, “ulus” ise, devlete anlam veren, moral, etik, emperyalist, otoriter bir irade bütünüdür. Bu anlamda ulus bireyci olmadığı gibi ırkçı bir anlam da taşımamaktadır. Ulus, devletteki imanın yarattığı organizmadır. İnsan hakları kavramını demagoji olarak nitelendiren faşist anlayış “ulusal haklar” kavramını geliştirmiştir; devlet yararına kural ve davranışlar, ulusal hak oluşturur. Ulusal haklar, toplumsal iş kollarıyla ortaya çıkar.

Liberal demokratik düzene karşıtlıktan kalkarak, bireylerden soyutlanmış devlet ve ulus kavramına ulaşan faşizmin, Katolik Kilisesi’yle uzlaşması doğaldır. Demokratik sisteme karşıtlık, dinsel ve moral normların devlet ve ulusun özünü oluşturduğu inancı, doğaüstü öğelerin etkenliği, siyasal iktidarın ve “önder”in (Duçe) kutsallaştırılması, faşizm ile Kilise’nin uzlaştığı temel öğelerdir. Faşizmin liberal, demokratik siyasal düzeni eleştirisi laikliği de kapsamaktadır; faşizmin laikliğe karşıtlığı Kilise’nin faşist eylemi desteklemesini sağlamıştır. 1921’de, Katoliklikte Roma geleneklerini gördüğünü söyleyen Vatikan’ın otoritesini dünyada tek ve ortak erek olarak nitelendiren, Roma’nın ve Katolikliğin yazgısını eş sayan Mussolini, iktidara geldikten sonra, “kilise ve devletin karşılıklı bağımsızlığı” ilkesini benimsemiş, “Roma’nın Latin egemenlik geleneğini” simgelediği kabul edilen Vatikan’ı “Ulusal Kilise” olarak ilan etmiştir. Faşist iktidar 11 Şubat 1929’da Later Anlaşması’nı imzalayarak, “Roma Sorunu”nu çözmüştür. Laterano Anlaşması’nın imzalanmasıyla, 31 Aralık 1870’deki yasa ile ayrıcalıklarını yitiren Vatikan ayrı devlet olarak yeniden tanınmış, gümrük, vergi, ulaşım kolaylıkları, dinsel evliliğin geçerli tek evlilik olarak benimsenmesi, Roma’daki bazı alanların Papalığın sayılması, devletin her yıl Vatikan’a belirli ödeme yapması gibi ayrıcalıklar kabul edilmiştir. Faşizm ile Papalık arasındaki uzlaşmaya karşın, faşist devlet teokratik nitelik almamıştır. Kilise ile faşizmin uzlaşmasına karşın kaynaşmaması, faşist iktidarın Papalığa bağımlı “alt iktidar” olmaktan kaçınması nedeniyledir. “Önder”in yönetimindeki totaliter iktidarı kutsallaştıran, evrenselliğini öngören faşizmin, “kutsal evrensel” Papalığın iktidarını üstün iktidar olarak kabulü olanaksızdır, faşist inançla çelişir. Bu nedenle, “Kilise ve devletin karşılıklı bağımsızlığı” ilkesi benimsenmiştir.

Faşizmin Siyasal İktidar Düzeni

Devlet, ulus, hukuk, iktidar anlayışı, faşizmi kapsayıcı yeni siyasal iktidar düzeni oluşturmak zorunda bırakmıştır. Geleneklere bağlılık, monarşinin sürdürülmesini gerektirmektedir. Öyleyse Faşist İtalyan Devleti, “monarşik bir hükümetçe yönetilen korporatif-faşist devlet” olacaktır. Faşist siyasal iktidar düzeninde, birinci öge: “Önder’’in çevresinde birleşmiş, emretmek/yasaklamak yetkisini kullanan, inanmış siyasal kadrodur. Faşist devletin ikinci öğesi: Faşizmin siyasal amaçlarını gerçekleştirici, imanlı, bilinçli halktır. “Politik yığın” olarak adlandırılan, faşizme inanan halk, faşist ruhun yaygınlaştırılmasını sağlayacaktır. Toplumsal yaşamın çevresinde birleştiği, somut ortak amaç, faşist devletin üçüncü öğesi olan “siyasal inanç formülü”nü oluşturacaktır. Belirtilen üç öğeden oluşan faşist siyasal iktidar yapısı, iki tarihsel olguyla gerçekleşmiştir: “Roma üzerine yürüyüş’’ eylemsel bir devrimdir ve faşizmi işbaşına getirmiştir; hukuksal devrim ise “La Carta del Lavoro” ile gerçekleştirilmiştir.

“Yığınların duygularını sezen, onların belirsiz iradelerini biçimlendiren, halkın yürek çarpıntısını kendi yüreğinde duyan ve ulusal erekleri en iyi bir biçimde bulup saptayan” Duçe, Faşist Partisi’nin ve hükümetin başıdır. Kutsallaştırılan Duçe, halkın dışında ve üstünde, yığınların tek temsilcisidir. Faşist eylemi gerçekleştiren devlettir. Parti ulusun bu eyleme katılmasını sağlamıştır. Duçe ise eylemin dışında, eylemi yönlendiren en üst değerdir. Duçe’nin yayınları, nutukları, davranışları faşist hukukun kaynağını oluşturmaktadır. Kral’ın devlet başkanlığı biçimseldir ve her davranışı, her kararı hükümetin katılması ile geçerlilik kazanabilir.

Faşizmde Kişi Hak ve Özgürlükleri

Faşist devlette, kişilerin üstün varlık olan Devlet’e karşı koyması düşünülemez. İktidar varlığını tek başına sürdürür. Muhalefet yoktur. Karşı koymaya kalkışanlar da zorbalıkla susturulur. Zorbalık ise Devlet’in bir aracıdır. Faşizmde zor kullanmak hukuk dışı bir uygulama değildir. Bakın zorbalık konusunda Mussolini ne diyor: “Eğer zorbalık toplumun çıkarına ve iyiliğine kullanılırsa, zorbalık olmaktan çıkar ve hakkın buyruğunda bir güç olur.”

Zorbalığın yasal olduğu bir toplumda hiç bir kişisel hak ve özgürlükten söz etmek olanağı yoktur.

Değinilen faşist devlet anlayışı ve siyasal iktidar düzeni kapsamında, demokratik “insan hakları” kavramının yeri olmayacağı açıktır. Hukuku yaratan devletin, bireylerin davranış olanaklarını, devlet-ulus çıkarları için sınırlamak hakkı vardır. Kişilerin birey olarak doğal ve doğuştan hak ve özgürlüklere sahip olduklarını savunan “doğal hak” kuramı soyuttur ve siyasal iktidarın sınırsız olması gereken davranış özgürlüğünü sınırladığı için yanlıştır. Birey, devletin mutlak otoritesi karşısında eşit güçte değildir ve otoritenin egemenliğine ortak olamaz.

Bireylerin dışında bir anlamı olan, “devlet-ulus” bütününün ortak üstün çıkarları gerektirdiğinde, bireyin davranış olanakları sınırlandırılabilir; bireysel çıkar ve davranış özgürlüğü, “ortak ulusal haklara” uygun olmak koşuluyla, korunur. Belirtilen durumda, kişinin sübjektif hak/özgürlüğü olamaz; bireysel haklar, objektif hukuk kurallarıyla belirlenen alanlarda ve ölçüde söz konusudur. Hukuk kurallarını da devlet koyduğuna ve siyasal iktidarın kural koymak otoritesi sınırlandırılamayacağına göre, devlet, kişilerin “hak ve özgürlük alanlarını” dilediğince düzenlemek, sınırlamak, değiştirmek olanağına sahiptir. Devletin bu konudaki otoritesi, “ulusal hak/çıkarlara” uygun olmak gerekir; ulusal hak/çıkarları saptayan da toplumsal bütünlüğü simgeleyen Parti’dir. Belirtilen durumda, “Önder ve Parti”, ulusun haklarını/çıkarlarını sağlayabilmek amacıyla, bireyin “izin verilen davranış alanlarını” özgürce belirleyebilir.

Gerçekte faşist düzende, bireyin “hakkı” değil “görevi” söz konusudur. Devlet egemenliğinin/otoritenin süjesi olarak önem taşıyan birey için credere- obbedire-combatere (inanmak/itaat etmek/savaşmak) görevleri söz konusudur. Devlet bireyle değil ulus ile kaynaşmıştır; bu açıdan da, “hak-görev” ilişkisi, devletle- ulus arasında doğmaktadır. Devletin, bireyin değil ulusa karşı görevleri vardır, bu açıdan da bireyin devletten istemde bulunmak hakkı yoktur. Bireyin hukuk kurallarına uymak, vatana bağlılık yükümlülüğü, platonik bir vatan sevgisinden değil, objektif hukuk kurallarından doğmaktadır. Hukukun ön koşulu olan devlet, yasa kurallarıyla toplumsal birliği sağlamış, birey-iktidar çatışmasını gidermiştir. Ulusal hak/çıkarları sağlamaya yönelik hukuk kuralları, sonuçta, doğal olarak bireyin de yararınadır. Fakat salt bireysel yarar için yasal düzenleme yapılmaz. Objektif hukuk kuralları, bireyin görevlerini belirleyip onu otoriteye bağlayarak devletin güvencesini sağlamıştır. Değişen koşullara göre ulusal hak ve çıkarlar değişeceğine göre, devlet gereksinmelere göre hukuk yaratmak durumundadır; Yasal düzenleme değişimleri, doğal olarak bireyin davranış alanlarını da değiştirecektir.

İnsan hakları kavramıyla özünde ve temelde çelişen faşizmin “bireyin görevleri” anlayışı, özellikle düşünce açıklamak, örgütlenmek, bilim/sanat özgürlüğünü yok eden yasal düzenlemeleri üretmiştir. Faşist anlayışa ve siyasal iktidar düzenine karşıt düşün ve düşünce birleşmelerini engellemek; otoriteye “tapmak bilincinin” yerleştiği “insan modelini” gerçekleştirmek amacına ulaşmak için, düşüncenin her türden açıklanışının engellenmesi, insan aklının objektif hukuk kurallarının belirlediği “izin verilen düşünce alanlarına” hapsedilmesi, bütün totaliter yönelişler için doğaldır.

Faşist iktidarın sürekliliğini sağlamak, karşıtlıkları önlemek açısından olduğu kadar Türk Ceza Hukuku açısından da önem taşıyan yasa, 1930 İtalyan Ceza Yasası’dır. Yeni Ceza Yasası, tüm yapısıyla faşizmle uyumlu “suç ceza” sistemini oluştururken, özellikle “devlete karşı suçlar” düzenlemesinin faşist devletin gereksinmelerini karşılamak amacıyla gerçekleştirildiği, Yasanın Bakanlık Gerekçesi’nde açıkça dile getirilmiştir. Rocco tarafından yazılan Bakanlık Gerekçesi’nde, demokratik/liberal devlet anlayışı eleştirilmiş, “devletin organik kişiliği” vurgulanarak, devletin mutlak iktidarının korunmasının “devletin kişiliğine” karşı eylemlerin cezalandırılmasıyla sağlanabileceği belirtilmiştir. Siyasal iktidarın mutlak İktidarını simgeleyen, Duçe’ye, Partiye ve GCF’e karşı fiiller de devlete karşı suç olarak cezalandırılmıştır. Devletin korunmasıyla faşist sistemin korunmasını özdeşleştiren Yasa, faşist düşünceyle bağdaşmayan düşünce açıklamalarını ve eyleme dönüşmese dahi düşünce etrafında birleşmeleri suç saymıştır. Ulusal çıkarları Faşist Partisi saptadığı için, faşist partisinin görüşüyle uyuşmayan düşünceler “ulusal çıkarlara aykırı davranış” suç tipini oluşturmuş, cezalandırılmıştır. Halkın bilgilendirilme olanaklarının önlenmesi için, yaygın, kapsamı belirsiz “devlet sırrı” kavramı kabul edilmiş, Faşist Parti hükümetin açıklamadığı kararların açıklanması dahi “devlet sırrının açıklanması” suçunu oluşturmuştur.

Grevin, özgür sendikalaşmanın, siyasal iktidarın katılımından bağımsız “toplu iş sözleşmesi” yapmanın yasaklandığı, işyerlerinde sadece faşist partisi üyesi işçilerin çalışabildiği bir yasal düzende işçi haklarının varlığı düşünülemez. Faşist devlet ise, “korporasyonlar” sisteminin tüm ekonomik yaşamı hakça düzene kavuşturduğu, işçi-işveren-devlet kaynaşmasının, işçi haklarını sağladığı iddiasındadır. Faşizmin ekonomik devrimini gerçekleştiren Yasa olarak nitelendirdikleri Carta Del Lavoro’nun 1. maddesi, korporasyon sistemini, ekonomik yaşamı düzenleyen, faşist devlette gerçekleşen ekonomik, siyasal, moral birlik olarak tanımlamaktadır. “Çalışmak”, faşist devlet tarafından korunan “toplumsal görev” sayılırken, tüm üretimin ulusal yarar doğrultusunda bütünleştirildiği, çalışan ve çalıştıranın bireyin mutluluğu ve ulusal iktidar gerçekleştirilmesi için kaynaştığı belirtilmektedir. Sendikal örgütlenmenin özgürlüğünü kabul eden Carta Del Lavoro, diğer yandan ancak yasal olarak kabul edilmiş ve devletçe denetlenebilen sendikaların işkolunu temsil edeceğini belirterek, salt faşist sendikalara olanak tanımıştır. Bütün İtalya da 22 işkolu, dolayısıyla, 22 korporasyon kabul edilmiş, her korporasyonun biri işçilere, diğeri işverenlere ait iki sendika federasyonuyla oluşacağı öngörülmüştür. Her iş kolunda, işçi-işveren sendika federasyonu arasında doğacak uyuşmazlıkların devlet tarafından karara bağlanması, emeğin güvencesi olarak nitelendirilmiştir. Sendikaların devlet denetiminde olması, yöneticilerin seçiminin partinin onayına bağlı tutulması, işçilerin korporasyondan bağımsız davranmak olanaklarının kabul edilmemesi, gerçekle, çalışma yaşamıyla ilgili tüm hakların ve kuralların devletçe belirlenmesi sonucunu yaratmıştır.

Korporasyon düzeninin kısaca değinilen yapısı, çalışma alanlarının sadece faşist parti üyelerine açılması ve böylece Parti’nin her iş kolunu denetimine, tekeline alabilmesi sonucunu yaratmıştır. Parti bu olanağını özellikle basın, sanat ve kültür faaliyetlerini denetleyerek, faşist düşünceye karşıtlığın oluşup gelişmesini engellemek, “kudrete tapınma bilincine erişmiş” insan modelini yaratmak amacına ulaşmak için kullanmıştır. Salt Faşist Partisi üyelerinin çalışma olanağı sağlanarak, özgür bilgi/haber dolaşımı önlenmiş, faşist anlayışın tek yönlü dolaşımıyla otoriteye baş eğmeyi görev bilen bir yığın oluşturulmasına çalışılmıştır.

Faşist devletin tüm kurumları, oluşturduğu gençlik örgütleri, Partiye bağımlı sanat çalışmaları, kitle iletişim araçları, okullar tümüyle “faşist anlayışı” özümsemiş, izin verilen düşünce ve davranış alanlarının dışına çıkmayı düşünmeyen insanı yaratmaya yönlendirilmiştir. Faşist siyasal iktidarın başarısızlığı belirginleştikçe, değinilen amaca yönelik yeni önlemler yasallaştırılmıştır. Özellikle 1933’ten sonra otoriter yapının daha da katılaştırılmasına çalışıldığı görülmektedir.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.