Jean-Jacques Rousseau’da Demokrasi ve Devlet Anlayışı

Fransız ahlak filozofu, yazar, kompozitör, müzik kuramcısı, İsviçreli Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), fikirleri modern dünyayı şekillendiren düşünürler arasında en parlak şekillendiricilerden biri olarak kabul edilir. Rousseau, köken olarak Cenevreli burjuva bir aileden gelmektedir. Yetimdi, mutsuz bir gençlik dönemi geçirmişti ve düzenli bir okul eğitimi almamıştı. Bir üniversite bitirmemişti. Bu özellikler onu, Oxford’da mastır yapmış Thomas Hobbes, John Locke, yüksekokul hocası Adam Smith ve siyasal düşünce tarihinin önde gelen beyinleri arasında yer alan diğer doktor ve profesörler gibi diğer büyük kuramcılardan ayırmakladır.

Rousseau’nun “sade bir insan” olarak “aklını karıştıran şeyleri açıklığa kavuşturmak için” söz sahibi olma arzusu biraz ona özgü bir durumdu. Tasvir ettiği ve sert eleştiriler yaptığı, hemen hemen bütün tabakalarını kişisel deneyim ile tanıdığı toplumun ona yararı olmuştur. Rousseau, yaşamı boyunca toplumsal sınıflar, mezhepler ve ülkeler arasında bir gezgin olmuştur.

Siyaset bilimi açısından Jean-Jacques Rousseau’nun özellikle siyasal-felsefi yazıları ve ahlak felsefesi ile ilgili eserleri önemlidir. Ahlak felsefesi bakımından en önemli katkıları Birinci ve İkinci Söylev’de kaleme alınmıştır. Birinci Söylev’de, yani Discourssur les Sciences et les Arts’da (1750) Rousseau, bilimsel ve edebi etkinliklerin yayılmasının toplumun ahlakını bozduğu tezini ileri sürerek Aydınlanma felsefesine itiraz etmektedir. İkinci Söylev’de -bu kitap insanlar arasındaki eşitsizliğin kökenini ele almaktadır (1755)- Aydınlanma’yı eleştirisinin nedenlerini tartışmaktadır. Burada o, şu anlayışı savunmaktadır: İnsanlar, barış ve birlik, özgürlük ve doğal eşitlik içinde birlikte yaşadıkları doğal bir durumdan, vaktiyle doğal olarak iyi olan insanları, birbiriyle rekabet eden, kendini düşünen bir varlığa dönüştüren, diğer insanlara bilinçli olarak zarar verebilen bir eşitsizlik durumuna geçtiler. En iyi Rousseau uzmanlarından biri olan Iring Fetscher, esas alınan insan görüşünü ve bunun değişimini şöyle açıklıyor:

Asıl olarak insanlar sadece maddi olarak değil, aynı zamanda manen de kendilerine yeterli idiler. Çoban olarak birlikte yaşadıkları dönemde gerçi özel kabiliyet olarak bireysel tercihleri, sevgi ve hayranlıkları vardı, fakat henüz işbölümü ve özel mülkiyet yoktu; bu bakımdan sınırlarını koruyorlardı. Egemen içgüdüler özellikle yaşama içgüdüsü ve merhametti. Sınıflı toplumun ortaya çıkmasıyla, Rousseau bunun yerleşmeyle birlikte olduğunu düşünüyor, bu yaşama içgüdüsü çıkarcılığa, topluluğa zarar veren egoizme dönüştü.

Rousseau hem Aristocu öğretinin temel direkleri arasında kabul edilen, insanın doğal olarak sosyal olduğu şeklindeki geleneksel doktrini hem de insanların doğal durumda birbiriyle çatıştıklarını ve çıkarlarını düşündüklerini, fakat savaş durumunda birlikte yaşadıklarını savunan Hobbes’un anlayışını reddetmektedir. Bunun dışında, onun tarih felsefesi esas itibariyle iyimser-ilerlemeci değil, aksine ciddi biçimde karamsardır. Ona göre ilkel toplumlar en iyi uygarlıktır ve modern toplumsal sistemler, özellikle de gelişen burjuva-ticari dünya, iyi olmaktan çok kötü düzenlerdir ve bu nedenle ilerlemeci filozoflardan çok yozlaşma öğretilerinin konusudurlar. J. Locke ve A. Smith’e karşıt olarak Rousseau, “ekonomik çözüm stratejisi”ni de yani kıtlık sorununun zenginlik ve değer yaratacak çalışma ve ekonomik gelişme ile çözülebileceğini kabul etmiyor. Ona göre bu yol kurtuluşa değil felakete götürür.

Rousseau’nun Devlet Anlayışının Temeli: Radikal Halk Egemenliği

Devlet felsefesi ve demokrasi kuramı bakımından da Rousseau kendine özgü bir yol izlemektedir. Aristocu öğretiden ve Montesquieu’den farklı olarak, siyasal yazılarında demokrasi kuramına vurgusunu radikal bir halk egemenliği öğretisine oturtmaktadır. Aynı zamanda felsefi, sosyal ve ekonomik eşitliği kendinden önceki düşünürlere oranla daha kuvvetle vurgulamaktadır. Ayrıca Rousseau, erken dönem liberal siyasal düşünür John Locke ve Montesquieu’nün kuvvetlerin bölünmesi kuramına taban tabana zıttır. İktidar ayrımı öğretisini, birbirine bağlı olanları parçalara ayırdığı için şiddetle eleştirmektedir. Rousseau, hem mülkiyetçiliği hem de gelişen burjuva toplumunu eleştirmektedir; hatta modern uygarlığın esaslı bir eleştirmenidir. Bu eleştiri onu Aydınlanma felsefesinin esas temsilcilerinden ayırmaktadır.

Rousseau’nun devlet anlayışı açıkça devrimcidir. Ona göre devlet, ne Tanrısal lütfa -monokratik egemenliğin klasik savunmasında olduğu gibi-, ne de halktan özgür olmayan bir sürü yapan otoriter egemenliğe -Hobbes’un Leviafhan’ında olduğu gibi- dayanır, aksine yurttaşların özgür olarak birleşmesine dayanır. Rousseau‘ya göre sadece böyle olan egemenlik meşrudur. Bu ölçüm aracıyla onun zamanının pek çok egemenlik düzeni, meşru olmayan siyasal sistemler olmaktadır.

Sözleşme düşüncesi ve egemenlik öğretisi, Avrupa’daki din savaşları ve iç savaşlar döneminde geliştirilmiştir. Bunlar, bu çağı karakterize eden toplumsal ve siyasal kurumların zayıflıklarına, dizginsiz otoriteye, savaşlar ve toplumsal sefaletlere yanıt niteliğindedirler. Her ikisi de yönetememezlik ve iç savaşlardan çıkış yolu aramadan çıkmıştır. Sözleşme kuramcıları ve egemenlik kuramcıları tarafından öncelik verilen ülke içinde barışı gerçekleştirme, kural olarak içte ve dışta egemen ve yurttaşlar tarafından meşru kabul edilecek bir devleti öngörüyordu. Rousseau, yeniçağın devlet teorisinin bu iki ilkesini de benimsedi. Hatta egemenlik düşüncesini, temel demokratik ve otoriter bir muhteva yükleyerek bir halk egemenliği öğretisi şeklinde radikalleştirdi. Thomas Hobbes ve John Locke gibi Rousseau’dan önceki sözleşme ve egemenlik kuramcılar, egemenliğin, halktan devlete, egemene veya yönetenlere aktarılması düşüncesini kanıtlamışlardı. Rousseau kendini kesin olarak bunlardan ayırmaktadır. Ona göre egemenlik bölünemez ve devredilemez. Daha da fazlası var: Halk egemenliği tüm hukuk düzeninden önce gelir ve öncelikle onu temellendirir. Bu anlayışa göre halk egemenliği, hukukun egemenliği veya anayasanın egemenliği demek değildir, aksine tam yurttaşın kırılmamış üstünlüğüdür. Gerçek egemenlik anayasanın üstünde bir üstünlüğü içerir.

Tutarlı olarak Rousseau, sadece hükümranlığın egemene devredilmesine karşı çıkmıyor, bununla birlikte halk egemenliğinin temsilcilere aktarılmasına da itiraz ediyor. Özellikle ortaçağ meşruiyet öğretisinin bir dayanağı olduğu ve -iktidar yetkisi verilen kişi veya kurumun- seçilmeye ihtiyacı olmadığı için temsil fikrinden nefret ediyor. Demek ki temsil öğretisi, devamlı, geri alınamaz temsille meşrulaştırılabilir -ve uzun zaman da böyle olmuştur-. Bu Rousseau’yu öfkelendiriyor. Bu nedenle temsile dayanan bir düzen, ancak “insani tarzın aşağılandığı ve insan sözcüğünün bir değerinin olmadığı”  feodal sistemin adaletsiz yönetim şekli tarafından tekrar yerleştirilebilir. Eğer bir halk temsil edilirse, “o artık özgür değildir; o artık yoktur.” Bu nedenle Rousseau, daha önce Montesquieu’nün hayranlık duymuş olduğu İngiltere parlamentarizmini ayıplamaktadır “Halkın bizzat karar vermediği her yasa, hükümsüzdür; o esasen yasa da değildir. İngiliz halkı özgür olduğuna inanıyor -çok aldanıyor, sadece parlamento üyelerini seçerken özgürdür; onları seçtikten sonra köledir, artık yoktur.”

Rousseau’nun İngiliz parlamentarizmini aforoz etmesi Batılı devlet yönetimlerindeki modern demokrasiler için de söz konusu olabilir. Çünkü onun ölçütlerine göre bunlar sadece kendilerini demokrasi olarak nitelemektedirler, aslında onlar kitlesel demokrasinin, seçim ve temsil yoluyla iktidarın aktarılması olan “Aşil topuğu”ndan mustariptirler. Bu bakımdan modern demokrasiler, Rousseau’nun kavramlarıyla ifade edilecek olursa, seçilmiş siyasal önderleriyle daha çok oligarşi olarak nitelenebilirler.

Rousseau’nun siyasal öğretisi, Machiavelli ve Hobbes’dan beri siyasal teoride egemen olan devlet ve toplum ya da yönetim ve halk ayrımı anlayışına karşı cephe almıştır. Bu ayrıma karşı o, siyasetin toplumsallaşması anlayışını savunur. Ona göre, katılım olanağı sunan ya da bunu azami seviyeye çıkaran bir devlet değil, aksine devlet işlerini yurttaşların işlerinin arasına sokan bir toplum daha önemlidir. Böylece devlet ve toplum, yurttaşların özgür kararlarıyla yaptıkları, bütün yurttaşlara eşit muamele edildiği için meşru olan ve genelin refahını güvenceye alma amacına hizmet eden bir toplumsal sözleşmeye dayanan “bütün” olarak düşünülmektedir.

Toplumsal sözleşme, “manevi ve maşeri bir bütünlük”, “bütün diğer şahısların birleşmesiyle meydana gelen bir umumi şahıs” yaratır; bu umumi şahıs, üyeleri tarafından “devlet” olarak adlandırılır. Rousseau’ya göre egemenliğin özü yasamadadır; bu ise -milletvekilleri, parlamento veya diğer aracı merciler katılmaksızın- münhasıran halkta saklıdır. Bu bakımdan Rousseau, radikal doğrudan demokratik bir yönetim şeklinin savunucusudur. Elbette egemenin yanında bir hükümet de vardır; hükümet, -kamu yararının amaçlarını koruma çerçevesinde- yasanın uygulanması ile ilgilidir. Kuşkusuz Rousseau’ya göre hükümet, sadece yasamanın icra organıdır. Ayrıca o, her zaman egemene hesap vermekle yükümlüdür ve egemen tarafından her zaman azledilebilir. Rousseau’nun halk egemenliği öğretisi -modern kavramlarla söylenecek olursa – baz olarak kuvvetli bir demokratik öğeye sahiptir. Bununla birlikte Rousseau kendisini bir demokrat olarak görmemiş, daha çok cumhuriyet taraftarı olarak kabul etmiştir.

Rousseau ve Demokrasi

Jean-Jacques Rousseau Rousseau, Avrupa’da monarşinin egemen olduğu bir zamanda yaşadı. Bir dereceye kadar demokratik olan toplumlar, İsviçre’deki ve Rousseau’nun anavatanı Cenevre’deki kanton demokrasilerinde olduğu gibi, kural değil istisna idi. Bu düzenleri nitelerken Rousseau, Aristoteles’in devlet şekilleri tipolojisine dayanmaktadır. Bir aristokrasi söz konusu olduğunda egemen, yönetimi yönetenlerden az sayıda insana verir; bu durumda kamusal işlerle görevli yurttaşların sayısı sade yurttaşların sayısından daha az olur. Egemen, tüm yönetimi tek kişinin elinde toplarsa, bu kişi bütün iktidara sahipse, o zaman monarşi söz konusudur. Kuşkusuz burada yüksek derecede yoğunlaşmış yürütme, yasamayla karşı karşıyadır ve bu nedenle büyük olasılıkla ortak irade ile hükümet iradesinin parçalanması elle tutulur biçimde artar.

Rousseau’nun yönetim biçimleri öğretisi, daha önceki devlet şekilleri öğretisine karşı dikkate değer bir avantaja sahiptir: Bu öğreti, demokrasi unsurunun, aristokrasi ilkesinin veya monarşinin geliştirildiği farklı dereceler ve ara tonlar da içermektedir. Örneğin demokrasi “tüm halkı kapsayabilir veya halkın yarısı ile sınırlanabilir. Aristokrasi, halkın yarısından, daha küçük bir kısmına kadar, belirsiz bir sayıyla sınırlanabilir.”

Rousseau’nun demokrasi anlayışı, genellikle egemen olanlarla egemenlik altındakilerin sürüp giden özdeşliği anlamında özdeşlik kuramı olarak nitelenmektedir. Bununla birlikte tam da bu egemen olanlarla egemenlik altındakilerin böyle birbirine bağlanması ve yasama ve yürütmenin kurumsal bağlantısı Rousseau’ya göre son derece kuşkuludur. Bu, egemenin dikkatinin -genelin refahını ihmal ederek- tek tek konularla oyalanma tehlikesini büyütebilir. Üstelik eğer çoğunluk yönetir ve azınlık yönetilirse bu “doğal düzene aykırı” olur. “Halkın kamusal işlerle ilgilenmek için devamlı olarak toplanması” da tasavvur edilemez. Ayrıca böyle bir yönetim diğerlerinde olmadığı kadar iç sıkıntılara ve iç savaşlara maruz kalabilir ve diğerlerinde olmadığı kadar şeklini değiştirme eğilimi gösterir.

Nihayet dış-siyasal ve jeopolitik şartlar da demokrasiye uygun olmalıdır: Rousseau için demokrasi daha çok küçük ve daha fakir devletlere uyan bir devlet şeklidir, fakat kural olarak bu devletler ekonomik ve askeri bakımdan diğer büyük devletlere bağlıdırlar. Bütün bu nedenlerle Rousseau demokrasilerin yaşama yeteneklerini şüpheli görüyor: “Eğer bir halk tanrılardan oluşursa, o zaman demokratik olarak yönetilebilir” diye düşünüyor ve ekliyor: “Böyle mükemmel bir yönetim insanlara uygun değildir.”

Rousseau’nun demokrasinin uygulanabilirliğine önem vermemesi çok garip görünüyor. Bu bakımdan onun pratik-siyasal tavsiyelerinin, salt halk egemenliği teorisine göre çok daha ölçülü olması şaşırtıcı değildir: Örneğin Fransa’ya monarşik bir yönetim ile plebisiter-cumhuriyetçi bir devlet şeklini tavsiye ediyor ve hatta Polanya’ya seçme bir aristokrasi hükümet şekli içinde 33 kontluktan oluşan bir federasyon teklif ediyor.

Günümüzde yaygınlaşmış düşünce ile ele alındığında Rousseau’nun demokrasi konusunda sahip olduğu tutum nedir? O, klasik demokrasi modelinin temsilcisi midir, radikal demokratik düşüncelerin esas temsilcisi midir, “demokrasinin büyük havarisi” midir, modern demokrasinin başlangıcında yer alan bir kuramcı mıdır, doğrudan demokrasi veya hatta “demokrasi rüyası gören” bayraktar mıdır?

Kendi anlayışına göre Rousseau cumhuriyet taraftarı idi. Onun ideal devleti -tarihsel olarak bakılırsa- Roma Cumhuriyeti ve otoriter olarak yönetilen Sparta ve bundan başka -döneminde- küçük bir mekânda ahlak bakımından kusursuz bir cumhuriyet, özellikle “son klasik ütopyacı” olarak onun için genel olarak ideal bir yönetim şekli olabildiği ölçüde Korsika gibi bir cumhuriyet idi. Bilhassa Toplumsal Sözleşme adlı eser esas alındığında bu cumhuriyet, güçlü bir temel demokratik muhteva ve radikal demokratik bir halk egemenliği öğretisi içerir. Bu nedenle aslına yakın siyasal katılma ve bölünmez halk egemenliğini tercih eden kuramcılar ve uygulamacılar severek Rousseau’ya dayandılar. Kuşkusuz onlar, bireyin refahı ile genel refahın ilişkisini ve bireyin iradesi, genel irade ve ortak iradenin ilişkisini son derece çetin ceviz ve itiraz edilebilir olarak yorumlayan bir teze dayanıyorlar.

Rousseau ve Genel İrade Teorisi

Rousseau, halk egemenliğinin bölünmesini ve onun temsilcilere devrini şiddetle reddediyor. Fakat o zaman bireysel iradenin tezahürleri ile genel iradenin bağlantısı ve bireyin refahı ile genel refah arasındaki bağlantı nasıl sağlanacaktır? Bu durumda Rousseau’nun genel irade (volonté générale), ortak irade (volonté de tous) ve özel/bireysel irade (volonté particulière) öğretisi devreye girmektedir. Rousseau’ya göre genel irade “genelin çıkarı”nı, genelin refahını amaçlamaktadır. Genel irade bütün insanlığa değil bir halka özgüdür ve halkın kendi kendini eşitlik ve özgürlük çerçevesinde idare etmesini hedefler. Her kim genel iradeye karşı çıkarsa, bütün topluluk bu bireyi genel iradeye boyun eğmeye zorlayacaktır. Rousseau’ya göre topluluğun tüm bireylerin genel iradeye boyun eğmeye zorlanması, onların aslında özgür olmaya zorlanması demektir. Çünkü toplum sözleşmesi bir boyun eğme değil, ortaklık anlaşmasıdır ve bu sözleşmeyle her yurttaş bütün kişisel haklarını kamuya devreder. Çıkarılan bütün yasalar, genel iradenin ortak çıkarları kapsayan bir amaç üzerine kamusal ve resmi beyanından başka bir şey değildir. Genel irade, Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme’de özellikle üzerinde durduğu ahlaki, sivil ve siyasal özgürlüklerin anahtarı konumundadır. Buna karşın ortak irade sadece özel çıkara yöneliktir ve “bu özel iradelerin toplamından başka bir şey değildir.” Ortak irade ampirik halk iradesidir.

Genel iradeye nasıl ulaşılır? Bu sorunun tartışılmasında Rousseau son derece şaşırtıcı şeyler söylemektedir; yani iddia ediyor ki, “genel irade daima doğru yoldadır ve kamu yararını hedefler.” Ve fakat hemen ekliyor, “halkın kararları her zaman aynı şekilde doğru değildir. Gerçi her zaman en iyinin olması istenir, fakat her zaman böyle olmaz.” O halde genel iradeye nasıl ulaşılacaktır ve her zaman en iyinin olması nasıl güvenceye alınacaktır? İkinci hamlede Rousseau şöyle akıl yürütüyor: Eğer “birbirini telafi eden daha azlık ve daha çokluk” özel iradenin elinden alınırsa, “o zaman toplam olarak genel iradenin farklılığı kalır.” Rousseau buna şunu da ekliyor: “Eğer yurttaşların birbirleriyle bağlantıları olmayacaksa, eğer halk bilinen şekilde karar veriyorsa, küçük farkların büyük sayısından daima genel irade doğar ve karar daima iyi olabilir.” “Bilinen şekilde” karar vermek, bilhassa ‘‘haklı” ve “erdemli” kararla ilgili olur.

Rousseau’nun zımni kabulü, her özel iradenin normal olarak genel çıkarları içerdiği anlamına gelmektedir. Rousseau, genel iradeye giden yol bakımından bir tartışma ve iradenin oluşum sürecini açıkça göz önünde bulundurur. Bu süreçte genel çıkarın özel iradeyi kapsayan bileşenleri süzülür ve genel iradeye yoğunlaşılır. Rousseau’ya göre bu, görüşleri özgür ve engelsiz olarak açıklamakla ve bütün yurttaşların uzlaşmasıyla başarılır. Ki bu münasebetle vatandaşın özerk olması, eğer tam doğru bilgiye sahip değilse son derece gelişmiş uzmanlık bilgisi ve yüksek ölçüde homojenlik şart koşulur. Bu durumda yeterli özenle tezahür etmeyen bu süreçte, Rousseau böyle yorumlanabilir, özel çıkarlar sadece bireysel bileşenleri telafi eder, geriye bütüne uygun olan genel kalır. Bunun için “devlette alt toplumların olmaması ve her yurttaşın sadece kendi düşüncesini temsi etmesi” şarttır. “Eğer alt toplumlar” varsa, -bugünkü kullanımla partiler ve çıkar gruplarından söz edilebilir- “onların sayısını çoğaltmak ve onların eşitsizliğini engellemek” gerekir.

Bununla birlikte Rousseau’nun genel iradeyi inşası sorunludur. Eğer gerçek bir genel iradenin sunulup sunulmadığı veya onun maksada uygun olup olmadığının hangi ölçütler vasıtasıyla ve nasıl belirleneceği tartışma konusu ise, onun argümanları pek de selektif değildir. Rousseau’nun ampirik göstergelere sahip olduğu noktasında da durum açık değildir: “Meclislerde ne kadar fazla uzlaşma egemen olursa, yani görüşler oy birliğine ne kadar yakın olursa” diye yazıyor, “genel irade de o kadar çok egemen olur; uzun tartışmalar, görüş farklılıkları, gürültüler, özel çıkarların öne çıktığını ve devletin zayıfladığını gösterir.” Fakat daha ileri gitmez, çünkü oy birliğinin, iradenin oluşum süreçlerinin ve karar süreçlerinin kaliteli olduğunun zorunlu bir işareti olması gerekmez. Duruma göre, daha saçma maksatla da yanlış bilgilendirilen oy sahipleri oy birliğine varabilirler. Rousseau’nun, “görüş farklılıkları”nın, “gürültülerin”in ve “uzun tartışmalar”ın yanlış yolu gösterdikleri şeklindeki diğer bir iması son derece düşündürücüdür. Burada, çıkar çatışmalarını ve bunların yaygınlaşmasını uygun bulmayan bir homojenlik ve ahenk öğretisi kendini göstermektedir. Burada Rousseau’nun en iyi olasılıkla basit bir siyaset anlayışını benimsediği ve kuramcı olarak sosyal farklılaşmanın zayıf olduğu topluluklar hakkında yazdığı değerlendirmesi yapılabilir.

Rousseau’nun devlet yönetiminin ilkeleri ve özellikle demokrasi kuramına ilişkin önemli açıklamaları farklı şekillerde eleştirilmiştir. Birine göre o demokrasinin tellalıdır, diğerine göre demokrasinin mezar kazıcısı; bir okula göre eşitlik kuramcısıdır (Maus), diğer biri ise onu “daha iyiyi geride arayan” adamlardan biri olarak değerlendiriyor (Hegel). Bazen ilerlemeci demokratlar arasında, bazen muhafazakâr demokrasinin kuramcıları arasında sayılıyor (Lenk/Frank); onu totalitarizmin kurucuları arasında sayanlar da az değildir. Bazıları için o “gelenekçi bir ahlakçı”  ve “çağlar üstü bir düşünür”dür (Fetscher); ne liberal ne de totaliterdir; diğer biri için ise “anti-pluralizmin havarisi” (Fraenkel) ve avam demokratik düşüncesinin öncüsüdür. Hatta İngiliz muhafazakâr düşünürü Edmund Burke, Rousseau’yu “çılgın Sokrates” olarak). Oysa katılımcı demokrasi kuramının bazı temsilcileri onu övdükleri insanlardan biri olarak (Pateman; Merquior) görüyor ve F. A. Hermens, onun “demokrasinin mahiyeti ile ilgili bilimsel olarak en iyi şekillendirilmiş (…) ve bugün de çok etkili olan bir idrak” geliştirdiğini düşünüyor.

Genel irade yolunda ortaya çıkan sorunların küçümsenmesine işarete ek olarak- eğer Rousseau’nun siyasal kuramının özellikle kritik beş noktasına işaret edilirse, iddianın değeri daha iyi anlaşılabilir:

  1. Son derece dar bir demokrasi tanımı,
  2. Temel hakların noksanlığı,
  3. Halk egemenliğinin mutlaklaştırılması,
  4. Yasaların hazırlanması, düzenlenmesi ve şekillendirilmesi sorunu,
  5. Yasa yapıcının sorunlu rolü.

Rousseau’nun Siyasal Kuramının Sorunları

Rousseau “eksantrik bir demokrasi tanımı” yapmakla da suçlandı (Dahi), çünkü bu tanımda demokrasi için yetki devrinin, temsil ilkesinin caiz olmadığı açıklanıyordu. R. Dahi burada hoş bir hesap örneği veriyor. Bir demosun mütevazı büyüklüğü bile uygulanabilir gerekçelerle temsil gerektirmektedir. Bir egemenlik için temsile ihtiyaç göstermeyen kritik sınır, 100 ya da daha az üyeli bir halktır. Daha büyük üye sayısında doğrudan demokratik organizasyonda da yetki devri ve temsil kaçınılmazdır. Demek ki Rousseau’nun modeline göre bir halk egemenliği düzeni, onun tarafından örnek olarak gösterilen kendi zamanının Cenevre’sine de uygun düşmez, elbette bugün tanıdığımız küçük devletlere ve Hansa birliği oluşturan şehirler gibi şehir devletlerine de uymaz, aksine olsa olsa kasabalı küçük topluluklara uygun düşer. Bu bakımdan Rousseau’nun demokrasi anlayışı, milyonlarca oy hakkına sahip insan barındıran büyük devletlerde halkın siyasal katılımını örgütlemek amacı için, -yani halk egemenliğinin pratik uyarlanmasına- uygulanabilir değildir. İsviçre konfederasyonu şeklinde son derece gelişmiş doğrudan demokrasi bile Rousseau bağlamında hakiki demokrasi olarak sınıflandırılamaz, çünkü doğrudan demokratik oylamaların hazırlık ve uygulaması da Rousseau’nun demokrasi anlayışının izin verdiğinden çok daha geniş ölçüde organizasyon, yetki devri ve temsil gerektirmektedir.

Fakat sorun sadece semantik bir sorun değildir, çünkü Rousseau’nun hükümet şekilleri öğretisinin diğer kavramsal yapısı da büyük devletler bazında kitlesel demokrasiyi anlamaya elverişli değildir. Rousseau, demokrasi kuramı ile ilgili ufkunun zorunlu olarak sınırlı olması bakımından o, tamamen Antik Yunan’dan aktarılmış olan demokrasi tasavvurunun cazibesi altında idi- ve son derece merkezileşmiş Fransız mutlakıyetçiliğine karşı günlük siyasete karışması bakımından mazur görülebilir. Rousseau bu mutlakıyetçiliği daima göz önünde bulundurmuştu ve bu mutlakıyetçilik “adeta her şeye kadir bakanları (…) ve devamlı yaygınlaşan saray kapıkulluğu” ile ona ürküntü veriyordu.

Rousseau siyasal katılımı sivil haklara tercih ediyor. Burada kapsamlı katılım hakları söz konusudur; bu haklar, yasalar konusunda oy kullanma ve egemenliğin kullanılmasına doğrudan katılma ile ilgilidirler. Elbette tam vatandaşlık -o zamanlar geçerli olduğu üzere- sadece ergin erkek nüfus için öngörülmüştür: Vatandaşın katılımı, önceleri olduğu gibi yerli erkek vatandaşların katılımı olarak telaffuz edilmektedir. Bu bakımdan Rousseau’nun katılım modeli yarımdır: Özellikle nüfusun yarısını oluşturan kadınlar katılımın dışında bırakılmıştır. Bu nedenle Feminist kuramcılar eğer Rousseau’yu katılımcı demokrasinin veya “feminist demokrasinin” teori ve uygulamasının baş tanığı olarak kabul ederlerse, yanlış bilgilenmişler demektir. Ve katılımcı demokrasinin taraftarları, eğer isteklerini Rousseau’nun kuramına dayandırırlarsa bir lütufta bulunmuş olurlar.

Rousseau’nun siyasal katılımı benimsemesinin başka bir eksikliği daha vardır: Katılım olanaklarını temel haklara dayalı alt yapıyla ilişkilendirmiyor.

Rousseau sivil hakları kabul ediyor, fakat temel hakları, yani bireye ait olan, kamusal otoriteye karşı koruma sağlayan ve özgürlük ve çıkar alanlarının bireyler arasında sınırlanması amacını taşıyan, çoğu kez temel haklar olarak anayasa tarafından belgelenen hakları kabul etmiyor. Sonuç olarak onun kuramında, devlet siyasetine ve egemenliğine karşı temel güvenceler eksiktir. Rousseau’nun kuramı, açıkça görüldüğü üzere yurttaşlığı geniş ölçüde çatışmasız homojenlik ve uyum içinde gören özel bir düşünceye dayanmaktadır. Tabii bu, tabakalar ve sınıflara, etnik ve dini gruplara bölünmüş bir toplum düzeninin çatışmacı yapısına uymaz. Rousseau için siyaset son derece basit bir iş olarak görünüyor.

Rousseau’nun kuramında halk egemenliğinin mutlaklaştırılması sorunu bununla bağlantılıdır. Ona göre halk egemenliği bireyler üzerinde en yüksek mutlak devlet otoritesidir ve onların egemenden korunması eksiktir. Bu bakımdan von Gierke’ün, Rousseau’nun “Toplumsal Sözleşme”si “bütün bireysel hakların egemen gücüne mutlak devri”ne dayanıyor şeklindeki suçlaması isabetlidir. Rousseau’ya göre halkın egemenliği “prensip olarak sınırsızdır ve sınırlanamaz – anayasalarla, temel haklarla, grupların dayanışma özgürlüğüyle sınırlanamaz.” Hatta uç noktada “halkın egemenliği”, “bireyin egemenliğini yok edebilir.”

Rousseau’nun siyasal kuramının dördüncü sorunu yasama modeli ile ilgilidir. Ona göre halkın, halk meclisinde ya da plebisitte yasaları karara bağlama ve çıkarma görevi vardır. Yasaları formüle etme onun yetkileri arasında değildir. Yasaların hazırlanması ve tamamlanması, halkın -kamu yararıyla görevli- danışmanı olarak çalışan uzmanlara bırakılmıştır. Bununla birlikte onların konumu fiilen “halkın öğretmeni” konumudur. Oysa bu konum, konunun uzmanının siyasal egemenliği yanıltma ve uzmanlar tarafından asıl egemenin manipülasyonu olanağını da kapsamakladır.

Rousseau’nun toplumsal sözleşmesinde bu inşa hatası ile sıkı bağlantı içinde yasayı hazırlayanın sorunlu rolü yer almaktadır. Yasa hazırlayana olağanüstü yetki verilmiştir. O danışmandır, uzmandır, anayasa yapımı için ölçütler hazırlayan ve anayasa metinlerini yazan bilgedir. Bu yasaları çıkarma ve yürürlüğe koyma yetkisi yasayı hazırlayana değil halka verilmiştir. Çünkü yasaların çıkarılması ve yürürlüğe konması egemenliğin asıl aktı olarak kabul edilmektedir. Rousseau’nun kuramında yasayı hazırlayan yalnız geçici olarak çalışabilir ve -eğitici olsa bile- ne egemen ne de yöneten olabilir. Bu düşünce, uygulama bakımından gerçekçi görünmüyor.

Egemene kıyasla hükümet de ilk bakışta görülebileceğinden daha fazla hareket serbestliğine sahiptir ve bu Rousseau’nun kuramında sadece tali bir rol oynar. Rousseau, hükümetin hareket serbestliğine karşı ilgisizdir. Onun kuramı, hükümetlerin hareket serbestliğinin tam kullanılmasına ve-ya genişlemesine karşı sınırlamalar öngörmüyor; yani hükümet otoritesinin serbestliği konusunda onun kuramında bir boşluk vardır.

Bu bakımdan Rousseau’nun kuramında radikal eşitlikçi ve radikal demokratik unsurlar dizginlenmemiş halk egemenliği ile birbirine karışmıştır; halk egemenliğinin serbestliğine karşı ne kuram ne kuramcılar ne de bizzat halk emin değildirler. Bu nedenle mutlakıyetçi devletin egemenliği de, onun karşıtlarından biri olarak Rousseau’nun yaptığı eleştiride hafifçe görülmektedir. C. Mayer-Tasch, toplumsal sözleşmenin demokratik egemenin yasamayla ilgili karar yetkisi bakımından “Leviathan’ın monokratik veya aristokratik egemenliğine göre daha az mutlak egemen olmadığı” ve J.-J. Rousseau’nun devlet öğretisini “hukuk tekniği ile ilgili temel yapısı bakımından aynen Thomas Hobbes’un devlet öğretisi gibi mutlakıyetçi-otoriter” olarak değerlendiriyor. Diğer eleştirmenlere göre ise Rousseau’nun egemeni tamamen Tanrı türü niteliklere sahiptir; Rousseau, uzun zamandır filozofların Tanrı konusunda sahip oldukları bir tasavvuru egemene yüklemektedir.

Rousseau’nun öğretisi başarılı idi, özellikle uygarlık eleştirisi olarak ve ölümünden kısa süre sonra Fransa’yı sarsan ve bütün Avrupa’ya yayılan burjuva devriminin parolasını hazırlayan olarak başarılı idi. O öğreti, 20. yüzyıla kadar siyasal düşüncede önemli büyük düşüncelerden biri olarak kalmıştır. Elbette o, “modern Avrupa demokrasisinin kuramcısı değildir”; bununla birlikte onun halk egemenliği öğretisi sağdan ve soldan yapılan demokrasi ve parlamentarizm eleştirisinin temeli. Doğal olarak demokrasi kuramının uygulayıcıları ve kuramcıları Rousseau’nun öğretisinin temel demokratik kısmına severek dayanırlar; böylece onun düşünce binasının otoriter istidatlı kısmı çoğu kez görmemezlikten gelinir.

Kuşkusuz Rousseau’nun demokrasi kuramına ilişkin açıklamalarının önemsenmesinin anlamı, onun kalitesi ile bilimsel bir demokrasi kuramı için verimliliği arasında göze çarpan oransızlıkta bulunmaktadır. Rousseau’nun öğretisi çoğunlukla normatiftir, deneyimlenmiş bilimsel temeli ise zayıftır. Üstelik olağanüstü daraltılmış demokrasi kavramını, gereksiz yere sadece çok küçük topluluklara göre düzenleyerek yaralamıştır. Bu bakımdan Rousseau’nun yazılarının demokrasi kuramına katkısının kalitesi ve başarı gücü açıkça ondan önce ulaşılmış olan seviyenin, örneğin Montesquieu’nün seviyesinin altındadır. Bundan başka, Rousseau’nun halk egemenliği kuramı, egemenliğin serbestliğine ve egemenlikten kaynaklanan devlet otoritesine karşı hiç bir güvenliğe sahip değildir. Burada da Rousseau, Locke ve Montesquieu’nün yansıttığı seviyenin gerisinde kalıyor.

Kuşkusuz bu, Rousseau’nun esas mesajının keskin siyasal radikalliğini değiştirmez. Bu, şu anlama gelir: Egemenlik bölünemez ve devredilemezdir. Bu, Rousseau’nun demokrasi kuramına bıraktığı esas mirastır -ve aynı zamanda demokrasinin kuramı ve uygulaması için patlayıcı maddedir-. Rousseau’nun mesajı temsil ilkesine temelden karşıdır ve çoğunluğun despotik olabileceği tehlikesine karşı güvenli değildir. Eşitliğin özgürlükle çatışabilmesi konusu Rousseau’nun konusu değildi. Bu konu açık biçimde Alexis de Tocqueville’de görülür.

3 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.