El Dorado: Altın Şehir Efsanesinin Peşinde

Tarihin ilk dönemlerinden beri insanoğlu kendini altının cazibesine kapılmış olarak buldu. Kafalarını süsleyen düşler hep daha fazla altın kazanmak üzerineydi. Bu uğurda kimi zaman binlerce kişinin öldüğü büyük savaşlar yapıldı; kimi zaman da tüm servetler ve yaşamlar bu uğurda harcandı. Altınla dolu ülkelerin ve kentlerin efsanesi kulaktan kulağa yayıldı. Altın, Süleyman’ın ve Saba Melikesi’nin kaybolmuş hazinelerindeki parıltı idi. Marco Polo “Harikalar Kitabı” adlı eserinde altınla dekore edilmiş ve bir kasaba kadar büyük olan bir Büyük Kaan Sarayı’ndan söz etmekteydi. Altından yapılmış damlar, nehirlerin kenarında, deniz gibi engin gözükmekteydi. Öte yandan, Cipangu (ilk seyyahlar tarafından Japonya’ya verilen ad) ve Cathay altın ülkelerdi.

Bu ülkelerin tüm albenisine karşın altından kentler hakkındaki en büyük efsane Asya kıtasından değil, Yeni Dünya’dan gelecektir. Bu muhteşem altın ülkesi, hiçbir zaman ulaşılamayacak olan El Dorado idi. Bu parıltılı kentin izinde gerçekleştirilen boşuna çabalarda, birçok insan servetini, ününü ve hatta yaşamını kaybedecektir. Zira onlar gerçekte var olmayan bir şeyin peşinde idiler…

Yeni Dünya’daki sömürgeci beyaz adamın damarlarında bir humma gibi çılgınca dolaşan altın deliliğinin ilk belirtileri, okuryazarlığı olmayan maceracı Francesco Pizarro’nun 1530 yıllarındaki seyahatleri ile başlar. Onun amacı, Panama’dan yelken açarak, 180 adamı ile Peru’daki İnka İmparatorluğu’nun hazinelerini yağmalamaktı. İspanyol sömürgeciler sayıca komik derecede az olabilirlerdi; fakat bunlar cesur, iyi disipline edilmiş ve çok iyi silahlarla donatılmışlardı. Ve Pizarro gibi gözünü altın hırsı bürüyen, doymak bilmez bir komutanları vardı. Pizarro, İnka İmparatoru Atahualpa’yı ele geçirdiğinde, conquistadores’lerin bile açgözlülüklerinin tatmin edilmiş olması gerekirdi: Çünkü İnka, yaşamını bağışlamalarının karşılığında onlara büyük bir odayı altın ve gümüşten yapılmış değerli eşyalarla doldurma ve sonra da bunları verme sözünü vermişti.

Oda, altıya beşe iki buçuk metre ölçülerinde idi ve İnka pazarlığın kendi payına düşen kısmını, odayı eli havaya kalkmış bir durumdaki bir yüksekliğe kadar hazine ile doldurarak gerçekleştirmişti. Sıra Pizarro’da idi, fakat düşman bir ülkede yalnız kalmış bir durumda olduğu için tutsak imparatoru serbest bırakmayı bir türlü göze alamamıştı. Sonunda kendi kaptanlarının isteklerine boyun eğmek ve İnka’yı boğarak öldürmek zorunda kaldı. Peru’da bir altın arayışıdır başladı ve ardından da sahtekârlık ve katliamlarla birlikte sürdü gitti.

İspanyollar giderek daha fazla altın buldukça, vahşi ırmakların karşısında, dağların zirvelerinin ötesinde onun daha da fazlasının bulunduğuna inanmışlardı. Onlar, altının çakıl taşları kadar bol ve sıradan doğal maddeler halinde olduğu bir ülkenin peşinde idiler. Özellikle de esir aldıkları Kızılderililer, onların bu düşlerini körüklüyor, onlara birazcık daha kuzeye veya güneye, veya doğuya, veya batıya gitmeleri halinde aradıkları hazineleri kolayca bulacaklarını söylüyorlardı.

El Dorado Efsanesinin Doğuşu

Bu öykülerin bazıları daha da somut bir hal alıyordu. 1532 yılında arkadaşları tarafından ölüme terk edilmiş olan Martinez adlı bir İspanyol teğmeni akıllara durgunluk veren bir öykü ile ortaya çıktı. Kızılderililer ile dostluklar kurduğunu ve Manoa adlı altından bir şehirde onların konuğu olarak bir süre yaşadığım anlattı. Üç yıl kadar sonra ise Luis Daca adlı başka bir İspanyol subayı, bir Kızılderilinin kendisine, dağların arasında altınla dolu olan kutsal bir gölün olduğunu anlattığını nakletti.

Bunun üzerine, sonraki yıl Ekvator’un başkenti olan Quito’nun kurucusu olan Sebastian de Belalcazar kendisine, çok uzaklarda bulunan bir aşiretin reisinin, altın tozu ile kendisini kaplattığını, daha sonrada altından bir gölün içinde yüzdüğünü anlatan bir Kızılderili ile tanıştı. Bu öyküyü duyan Belalcazar kendi yurttaşlarının zihinlerine kazınacak ve iki yüz yıl boyunca akıllardan çıkmayacak olan bir isme babalık etti. Bu gizemli krala El Dorado veya bir başka deyişle Altın Adam adını taktı.

İspanyol Hint Adaları’nda bir asker olan şair Juan de Castellanos 1601 yılında Altın Adam’ı şöyle betimliyordu:

Bu böyle bir kraldı ki, elbisesiz olarak bir sandalın içinde göle açılıyordu; üzerindeki terebentin esansının üstüne her yanını tepeden tırnağa altın tozları ile kaplatıyordu ve bir güneş gibi parıltılı hale geliyordu… Akşam ise, gölün sularında banyosunu alıyor ve üzerini kaplayan tüm altın gölün sularına karışıyordu.

Altın adam olarak başlayan bu söylence, zaman içinde altın ülke ya da altın şehir şeklinde söylenmeye başladı. Bunun üstüne de yüzlerce öykü ve masal, birbirlerinin içine girip karışarak tek bir hipnotik söylenceye dönüştü. El Dorado efsanesi ve altın şehri bulma yarışı başlamıştı…

El Dorado tılsımına kapılan ilk insanlardan biri, 1536’da Kolombiya’nın kuzeybatı kıyısındaki Santa Marta’dan içerilere doğru 500 askerinin başında olarak yola çıkan Jimenez de Quesada oldu. Quesada, mütevazı, dindar bir adamdı ve güvenilir bir yüksek kademe memurdu. Bulunduğu vilayetin valisi, Magdalena Irmağı boyunca giderek güneylerin keşfi görevini vermişti ona. Quesada diğer conquistadores’ler gibi değildi. O yalnızca altın ile ilgilenmiyor, aynı zamanda siyasi ve daha da önemlisi ruhani fetihlere de ilgi duyuyordu. Bunlar ise İspanya için de, kilise için de önemli olan konulardı.

Yaşayan bir duvar kadar sık olan ormanların içinde sürecekti bu sefer. Her adımın bıçkılarla kesilerek açılması ve daha sonra da genişletilmesi gerekmekte idi. Adamları yapışkan bataklıklarda göğüslerine kadar çamura gömülüyorlardı. Yılanlar ve timsahlar sürekli ve olağan bir tehlike oluşturuyorlardı. Fakat bunların en kötüsü de açlıktı. Quesada ise onları hep ileriye doğru zorluyordu. Adamları Magdalena ve Suarez ırmaklarının birleştiği noktaya ulaştıklarında güçlerinin sonuna gelmişlerdi. Birden bire doğanın manzarası değişivermişti. Çömlekçilerin çalıştığı, dokumacıların parlak renkli pamuklu kumaşlar dokuduğu köylere ulaşmışlardı. Fakat conquistadores’lerin dikkatini çeken başka bir şeydi. Zanaatkarların çekiçle döverek altın ve gümüşten vazolar yaptığını görmüşlerdi. Yoksa El Dorado burası mıydı? Burası El Dorado değilse altın şehir neredeydi?

Quesada ve arkadaşları Colombia’daki Boğota platosunda yer alan Chibca topraklarına ulaşmıştılar. Chibca’ların iki kralları vardı; birisi kuzey bölgesini yönetiyordu, diğeri ise güney bölgesini. Güneydeki kral, İspanyollara eğer hazine arıyorlarsa, onların kuzeye gitmelerini ve oradaki bol miktarda ufak yeşil taşları toplamalarını söyledi. Bunun üzerine seferlerini kuzeye doğru sürdürdüler, ikinci kralı bastırdılar ve kendilerine söz verilen taşları da gerçekten buldular. Bunlar zümrüttü. Quesada bu taşlardan 1000 tane kadar topladı. Yine birkaç yıl kadar sonra, İspanyolların büyük sayıda Kızılderili asker ile zümrüt aramak üzere dağları barutla paramparça etmeleri de burada gerçekleşecekti.

El Dorado

Güneşe Adanmış Altın Kaplı Tapınak

Fakat zümrütlerden daha da ilginci, Quesada ve adamlarının altın bulamaları idi. Chibca’ların Sogamoso adlı bir kentleri vardı. Bu kentte güneşe adanmış ve altın levhalarla kaplanmış bir tapınak bulunuyordu. İspanyollara tuhaf gelebilir ama Kızılderililer bu altını tuz karşılığında, başka bir kabileden elde ettiklerini söylüyordu. Fakat işkence altında bile, altının tam olarak nereden geldiğini söylemediler. Bununla birlikte, birkaç günlük yolda Guatavita adı verilen bir gölün bulunduğunu söylediler. İşte burada her yıl garip bir tören (Altın Adam töreni) yapılmaktaydı.

Kızılderililerin ifadelerine göre, bölgenin kralı, altın süslerden takmış-takıştırmış olarak ve üzerine altın tozları serpilmiş durumda “balsa” ağacından bir sal üzerinde kıyıdan açılmaktaydı. İspanyollar, Chibca’ların kıyıda yakılmış ocaklardaki tütsülerin dumanının gölde karşıdan karşıya nasıl gözüktüğünü anlatışlarını ağızları açık kalarak dinlediler. Ardından, kıyıdaki insanlar, kabuklardan yapılmış olan boruları çalıyorlardı. Kral suyun içine biraz sonra dalacak ve altın tozları vücudundan akıp temizlenecek, öte yandan da rahipler ve asiller değerli süs eşyalarını güneşe adamak üzere göle atacaklardı.

İspanyollar, yanlarına Kızılderili bir rehber alarak hemen göle doğru yola koyuldular. Buranın, deniz seviyesinden yaklaşık olarak 3000 metre yükseklikteki sönmüş bir yanardağın krateri içinde yer alan derin ve geniş bir su kitlesi olduğunu gördüler. Buralarda birkaç kulübe vardı, ancak Altın Adam’dan hiçbir iz yoktu. Eğer varsa, hazine o gölün dibinde olmalıydı.

Quesada yalnızca bir altın avcısı değil, aynı zamanda bir kaşifti de. Yeni fetihler yapmak üzere yola çıkmadan önce, tantanalı törenlerle Santa Fe de Bogota (şimdi Kolombiya’nın başkenti) kentini kurdu, bu topraklara Yeni Granada adını verdi.

Fakat Quesada’yı bir sürpriz beklemekte idi. O, Bogota platosuna ulaşmış olan ilk Avrupalı değildi, ilk Avrupalı grup buraya daha önce gelmişti. Bunlardan ilki Sebastian Belalcazar (Ekvator’un fatihi ve El Dorado’dan ilk kez bahseden adam) tarafından yönetilmekteydi. Quesada’nın Santa Marta’dan yola çıktığı zamanlarda, o da Quito’yu terk etmiş ve Cauca Vadisi’nin yukarılarına doğru ulaşmıştı. O da Chibca Kızılderililerinden Guatavita Gölü’nde gezinen kral hakkında çok şey duymuştu.

Yeni Granada’daki ikinci beyaz adamlar grubu Nicolas Federmann adlı bir Alman tarafından yönetiliyordu ve 120 askerden oluşmaktaydı. O, Alman bankalarından birisi olan Welser adına bir araştırma seferi yapmaktaydı. Welser Bankası, Venezüella Körfezi’ndeki Coro’da İspanya kralı ve Kutsal Roma İmparatoru V. Charles tarafından bir koloni kurma yetkilisi ile donatılmıştı. Federmann’ın kuvvetleri Coro’dan yola çıkmıştı ve üç madenciyi içeriyordu. Bunlar gerçek ilk altıncılardı. Fakat üç buçuk yıl boyunca Federmann ve üç adamı, Apure Irmağı boyunca uzanan sıra dağlarda yollarına devam edeceklerdi, ancak hiç bir şey bulamayacaklardı.

Üç kaptan birbirlerini kılıçları ile selamladılar ve her biri bir diğerinden oldukça uzak bir mesafede kamplarını kurdular. Sonra da bir centilmenlik antlaşmasına vardılar. 4000 pesoluk altın karşılığında (yaklaşık 20 kg) Federmann hakkını Quesada’ya devretti, ancak Belalcazar kendisinden daha kuvvetli bir güç ile karşı karşıya gelmemek için geri döndü. Onun iki rakibi de uzun süre orada kalmadılar; çünkü altın gölün nerede bulunacağı konusunda birbirleriyle çelişen öyküler anlatılmaktaydı. Bu göl Guatavita’da mıydı; yoksa yine yakınlarda bulunan Seicha Gölü mü idi?

Guatavita GölüBirkaç yıl sonra 1541’de Philip von Hutten önderliğinde bir başka Alman kampanyası Coro’dan yola çıktı. Hutten, koloninin valisi idi. Çok muğlak tariflerle yola çıkarak, Meta Irmağı üzerinde bulunduğuna inandığı El Dorado’yu bulmaya koyuldu. Sonra Macatoa adı verilen orta büyüklükte bir kente ulaştı. Oraya yakın olan Oanomagua adlı çok zengin bir kentin olduğunu öğrendi. Daha sonra, Omagua’ya doğru yoluna devam etti, ancak orada bir ok yağmuru ile karşılanacaktı. Döndüğünde hâlâ iyimserliğini korumaktaydı. Bölge hakkında, gördüğü pek az şeyden (zengin kasabalar ve muhteşem evler) El Dorado’yu bulmuş olduğu sonucunu çıkarmıştı. Fakat bu onun son seferi olacaktı.

Quito, El Dorado üzerine çıkartılan söylentilerin kontrol edilmesini sağlayan bir yer durumundaydı ve El Dorado’nun keşfi için bir başlangıç noktası idi. 1537 yılında, Belalcazar’ın oradan sefere başlamasından sonraki yıl, Peru’nun fatihi Frencesco’nun Gonzalo Pizarro 350 İspanyol ile 4000 Kızılderilinin başında Quito’yu terk etti. O, sadece altın aramakla kalmıyor, aynı zamanda da kimyon da arıyordu. Pizarro, kimyonun peşinde, bazıları başarısızlık ile sonuçlanan birkaç çıkış daha yaptı. Fakat zaman gerilimli bir zamandı. Kampta iken sürekli olarak sıcak yağmur yağıyordu ve kuvvetleri açlık ve ateşli hastalıklar yüzünden azalıyordu, bu arada sayıları da giderek düşüyordu. Sonunda, Pizarro, Quito’ya döndüğü zaman, adamlarının dörtte üçü açlıktan ve hastalıktan ölmüştü.

Altın şehir efsanesi bazen koloni yöneticileri için de faydalı oluyordu. Örneğin 1560’ta Peru Genel Valisi Luis de Mendoza, kendisini aşırı derecede unvan ve zenginlik istekleri ile bunaltan komutanlarından kurtulabilmek için, arzu ettikleri zenginlikleri giderek kendilerinin bulmasını önerdi. Böylece, Gonzalo Pizarro’nun sonuçsuz kalan çabalarının ardından 20 yıl kadar geçtikten sonra, El Dorado’ya başka bir sefer daha düzenlenmiş oluyordu.

Bu sefere, Pedro de Ursua komutasında Lima’dan çıkıldı. Napo’nun aşağı ağzındaki Amazon’a ulaşıldı ve Amazon boyunca aşağıya doğru devam edildi. Bundan bir süre sonra, İspanyollar kendi aralarında savaşmaya giriştiler. Seferin ikinci komutanı olan Aguirro, Ursua’yı öldürdü ve komutayı ele geçirdi. Seferin 80 kadar üyesi, Amzon boyunca ilerlerken ölüme yakalandılar. Amazon’un okyanusa döküldüğü yere ulaştıktan sonra, kuzeye doğru Venezüella’ya seyahate çıktılar. .

Geride Kolombiya’da eski bir El Dorado “emeklisi” Quesada, derinliklerinde hazinelerin gömülü olduğuna inandığı gölün düşüncesi ile yanıp tutuşmaktaydı. 1568’de, artık yaşlanmış olan Quesada, yeni bir sefer için kraliyet onayını almaya çalıştı. Eski arkadaşlarının hemen hemen hepsi de ölmüştü ama Quesada’da hâlâ El Dorado ateşi vardı. Bogota’dan 2800 adamlık bir kuvvet ile harekete geçti. Üç yıl boyunca boşuna aranıp durdular; ancak sonunda Quesada bu işten vazgeçti. Bogota’ya geri döndüğünde kendisi ile birlikte yola çıkan 1.300 İspanyol’dan ancak 64’ü, 1500 Kızılderiliden 4’ü, 1.100 attan ise sadece 18’i yaşıyordu.

Böylece, çeyrek yüzyıl boyunca, Cundinamarca bölgesinde (şimdiki Ekvator’dan Venezüella’ya ve Kolombiya’nın kıyılarına kadar olan bölgeye verilen ad) bir aşağıya bir yukarıya seferler sürecekti. Her sefer iki yıldan beş yıla kadar zaman almaktaydı. Maliyetler korkunçtu, bulunan “hazine” ise hemen hemen sıfır.

Altın Şehir Yer Değiştiriyor

16.yüzyılın sonlarına doğru, altın şehrin manyetik yönü, Güney Amerika’nın batı kıyılarından doğu kıyılarına doğru kayıverdi. Yani Kolombiya’dan Guyana’ya.

1584’te Yeni Granada vilayetinin valisi Antonio Berrio, Orta Kolombiya’daki Tunca’dan yola çıkarak Guyana’nın hinterlandını incelemeye koyuldu. O, altın adamın sadece dağlar tarafından çevrelenmiş olan bir gölde bulunabileceğine inanmıştı. Berrio, Doğu Guyana’ya yönelerek Orionoco Irmağı’na kadar geldi, bir tekne yaptırarak adamlarını ve hayvanlarını ırmağın karşısına geçirdi ve ilerisindeki dağlara doğru yöneldi. O buraların, İnkaların Francesco Pizarro’nun saldırılarından, hazinelerinin bir kısmını yanlarına alarak kaçtıkları topraklar olduğuna emindi. Bir Kızılderili söylencesine göre, kaçan İnkalar, altından bir şehir olan Manoa’yı kurmuşlardı. Berrio’nun ardına düştüğü kent işte buydu. Berrio’nun aramaları da başarısız oldu; sonradan yaptığı ve 1585’ten 1588’e kadar süren kampanyası da öyle. Ancak, bu kampanyada Kızılderililer kendisine, batıdaki dağlarda Meta ile Orinoco’nun birbirlerine kavuşma noktasında büyük bir gölden söz edeceklerdi.

1591 yılında, Berrio üçüncü bir sefere daha çıktı ve Orinoco boyunca aşağıya doğru harekete geçti. Tehlikeli bir yolculuktan sonra, Berrio Guyana’yı baştan başa kat etti ve ardından da Trinidad Adası’na devam etti.

Sir Walter Ralegh: El Dorado Uğruna Yitirilen Bir Kelle

Orada 1595 yılında, kendi kraliçesi adına yeni zenginlik kaynakları araştırmakta olan maceracı Sir Walter Ralegh ile karşılaştı. İspanyollar ile İngilizlerin arasındaki birkaç içki içme yarışından sonra, Ralegh Berrio’dan Guyana, Orinoco yolu ve Manoa hakkında alabileceği tüm bilgileri elde etmişti. Daha sonra, Berrio’ya ne olduğu bilinmemekle birlikte, onun İngilizler tarafından esir alındığını ve onun açtığı yoldan böylece gitmeyi hedeflediklerini söylemek mümkündür. Bununla birlikte, Berrio İngilizler tarafından salıverilince, tekrar ortaya çıkmıştır.

İspanyollardan elde ettikleri bilgiler ile donatılmış olarak, Ralegh Guyana’ya yola çıkarak bugünkü Guyana ve Surinam topraklarının bulunduğu bölgeyi keşfetmeye koyuldu. Kraliçesi Elizabeth I’e gönderdiği mektuplarda Manoa’dan imparatorluk altın şehri olarak ve çok sayıda sarayları olan bir yer olarak söz ediyordu. Öte yandan, Hazar Denizi kadar büyüklükte olan bir iç denizin (Parima adını verdiği) olduğundan bahsediyordu. Bu zamandan sonra, insanlar, bu gölden artık El Dorado’nun yani Altın Adam’ın ruhani ayinlerini yapmakta olduğu Guatavita Gölü gibi söz ediliyordu.

Kraliçe Elizabeth I’in 1603’te ölümünden ve James I’in tahta geçmesinden sonra, Ralegh yalan uydurarak devlete ihanet etme suçundan yargılandı ve idama mahkum edildi. Daha sonra cezası ertelendi ve Ralegh 1603 ila 1616 arasında Londra Kulesi’nde hapis kaldı. Ardından da serbest bırakıldı, ancak affedilmedi. Bunun yerine, El Dorado’nun peşinde ikinci bir seferi daha yönetmesine izin verildi. Bu defa ise, altın madenlerini bulduğu iddiası ile ortaya çıktı. Fakat aslında bu kampanya da, daha önceden yapılanların tümü gibi başarısızdı. Ralegh, İngiltere’ye döndü ve ertelenmiş olan cezası uygulanarak 1618 yılında kafası uçuruldu!

Bundan çok uzun yıllar sonra, bir Venezüella mahkeme görevlisi olan Manuel Centurion, Caroni Nehri’nden gelen Kızılderililerce Parima Gölü’nün gerçek olduğu konusunda ikna edildi. Fakat o da yaptığı seferde burayı bulamadı ve adamlarının dörtte üçü bu sefer sırasında öldü.

Şimdi, 17. yy. başları idi artık. El Dorado yolu, kaptanların, askerlerin ve Kızılderililerin cesetleri ile dolup taşmaktaydı. Birkaç parça altın, önemli bir miktarda zümrüt ve bir miktar da kimyon dışında, yüz yıl kadar süren araştırmaların sonucunda ortaya hemen hemen hiçbir şey çıkmamıştı. Hiç kimse, Altın Adam diye birisini bulamadı veya onun hazinesini keşfedemedi. Hiç kimse Parima Gölü’nü de göremedi. Bütün bunlara karşın, 16. yy.’dan sonra, bu gölü kendilerinden çok emin bir şekilde haritalarında göstermeye başladılar!

El Dorado’nun bulunması ile ilgili son kampanya Diez de la Fuente tarafından yürütüldü. Venezüella ve Cuina arasındaki Caroni bölgesine yönelecek ve burada adamlarım üç ayrı kola ayıracaktı. Bunlardan birisi olan Gonzalo Suarez Rondon kumandasındaki kol, varış noktasına ulaşabileceğine emindi. Kızılderililere göre, onlar, Parima Gölü’ne sadece sandal ile 20 günlük, yaya olarak ise iki günlük uzaklıkta idiler.

Fakat Kızılderililerin ani bir saldırıları sonucu, İspanyollar hedeflerine bu kadar yakın oldukları halde, geri dönmek zorunda kaldılar. Dönüşünde, Rondon’un açıklamaları muğlak idi ve işte o zaman Parima Gölü diye bir yerin gerçekte var olup olmadığı merak konusu olmaya başladı. İspanyollar, El Dorado araştırmasının peşini bıraktılar ve aynı zamanda Guyana’yı da terk ederek, İngiliz, Hollanda ve Fransızların koloniler halinde burayı paylaşmalarına izin verdiler.

Altın İçin Kurutulan Göller

Bogota'da bulunan altın salBu, çoğu öykünün arasından sadece birisidir. Fakat, bu hikâye en azından kısmen doğrudur. 1580’de Don Antonio Sepulveda (Bogota’dan zengin bir tüccar) Guatavita Gölü’nü kurutmak için İspanyol mahkemesinden izin ister; karşılık olarak da bulduğu hazinenin beşte birini hazineye ödeyeceğine söz verir. Sepulveda, Kızılderililerinden oluşan bir işçi ordusu kurar ve gölün yan duvarında bir gedik açar. Su dışarı doğru hücum eder ve gölün su düzeyi 5 metreye kadar iner. Yalnızca elma büyüklüğünde bir zümrüt ve birkaç altın parça ortaya çıkarılır.

Gölün kurutulması için 1625’te ve 1677’de iki grup daha oluşturulmuştur, fakat bunların buldukları birkaç altın kırıntısı masraflarını kısmen karşılamaktan bile çok uzaktır.

19. yüzyılın başlarına doğru, yeni bir araştırıcılar kuşağı ortaya çıkmaktadır. Bunlar bilim adamları, mühendisler ve işadamları idiler. 1799 yılında İspanyalı jeolog ve araştırıcı Freidrich von Humboldt, Aime Bonpland adlı bir Fransız botanikçi Yeni Dünya’ya bir sefer düzenlediler. Bu sefer 5 yıl sürecektir ve iki arkadaş sefer sırasında 8.000 km’den fazla yolu yaya olarak, sandallarda ve katır sırtında kat edeceklerdir. Bunlar Venezüella’da iken, El Dorado’nun peşinde daha önce açtıkları yollar ve izler üzerinde bulmuşlardı kendilerini.

Tüm rasyonel kafa yapısına karşın, Humboldt da El Dorado mitinin etkisi altında kalmıştır. Venezüella’nın kuzey kıyısındaki Cumana’dan yola çıkarak, 250 yıl kadar önce yurttaşları Federmann ve Hutten’in altın kenti araştırdıkları yerlere, yani iç kısımlara doğru yönelmiştir. Daha sonra, Bonpland ile birlikte Orinoco’nun tümünü aramaya karar vermiştir. Bu amaçla Meta ile onun kavuşma noktasına geçmişler ve Rio Negro’ya ulaşmışlardır. Onların, Orinoco’nun kaynağına ulaşmalarına, düşmanca davranan Kızılderililer engel oldular; ancak Parima Gölü ile Manoa kasabasının bulunması gereken yer olan, Caroni’nin kaynağına yakın bir yerdeki Esmeralda köyüne ulaşabildiler.

Burada Parima Gölü diye bir yer yoktu, ancak Branco Irmağı’nın ilk ortaya çıktığı yerlerde ona verilen bir ad olan Parima Irmağı vardı. Gölün kıyısında olması beklenen Manoa kasabası diye bir şey ise hiç mi hiç orada yoktu. Humboldt, El Dorado’nun Guyana’da bulunduğu yolundaki miti altüst etmişti.

Conquistadores’lerin zamanındaki gibi, El Dorado’nun hazinelerini çıkarmak için kampanyalar, seferler ve benzerleri düzenlenmeye devam edildi ve bu amaçla şirketler bile kuruldu. 1900’de bir Fransız-İngiliz şirketi olan, Londra Borsası’na bile kayıtlı Contractors Ltd, Guatavita Gölü’nü bir kez tamamen boşaltma projesi ile harekete geçti, ancak sonunda o da başarılı olamadı.

1912’de 30.000 sterlinlik bir sermaye ile başka bir İngiliz şirketi Kolombiya’ya ulaştı ve Guatavita Gölü’nün suyunu tamamen dışarıya pompalamayı planladı. Ellerinde o zamana göre dünyanın en modern makine ve donanımları vardı ve birkaç hafta içerisinde göl yatağının bazı kısımlarını ortaya çıkarmayı başardılar. Dipten kalın, siyah renkli bir çamur tabakası çıkmıştı, arada durgun bir su katmanı bulunuyordu, ancak altın yine yoktu.

1969’ta iki çiftçinin Bogota kenti yakınlarındaki Pasca kasabasındaki bir mağarada buldukları 26 cm. uzunluğunda ve zarifçe işlenmiş sal maketi, som altından yapılmış olmasına karşın ticari değerinden çok ta­rihi bir öneme sahip bulunuyordu. Bu, üzerinde şık kıyafetler içinde asillerin ve din adamlarının yer aldığı ve aralarından birinin de tartışmasız El Dorado’yu temsil ettiği  minik bir sal idi.

El Dorado’nun çekiciliği artık insanların kafalarında eski gücünü yitirmiştir; fakat bunların yerini çağımızdaki keşiflerin ortaya koydukları gerçekler almıştır. Antropologlar açısından, 1948-1950 arasında Sierra Parime Sıradağları’nda yaşayan kabilelerden olan Maquiritares ve Guaharigos’ların bulunması vardır. Çağdaş altın arayıcıları için, Kolombiya’da platin, gümüş ve zümrütün bulunması, Guyana’da ise boksit ve manganezin bulunması var. Ve bütün bunların da üzerinde Maracaibo Gölü havzasında ve Venezüella’nın doğu bölgelerinde 20. yüzyılın siyah altının yani petrolün bulunmuş olması var. Her şeye rağmen, bir El Dorado var belki de…

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.