İran İslam Devrimi

XX. yüzyılın önemli devrimlerinden biri olan ve Ayetullah Humeyni’nin (1900-1989) gerçekleştirdiği İran İslam Devrimi, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin (1919-1980) “Ak Devrim” ilkelerini açıklamasından sonra çıkan olayları bastırmak amacıyla 1963 yılında Humeyni’yi sürgüne göndermesiyle sonuçlanma sürecine girmişti. Ancak, gerek Şah’ın, “Ak Devrim’inin, gerek Humeyni’nin “İslam Devrimi”nin kökenleri daha eskilerden gelmektedir. İran Devrimi’nin nasıl gerçekleştiğini anlamak için devrim öncesini anlamak gereklidir.

XIX. yüzyılın ortalarından başlayarak İran’a Batı’nın etkisi doğrudan doğruya Batılılar tarafından değil, İranlı aracılar tarafından aktarılıyordu. İstanbul, Trabzon, Kahire gibi liman şehirlerinde yaşayan sayısız İranlı, Batı ile ticareti yönlendiriyordu ama İran’da yaşayan Batılı sayısı son derece de sınırlıydı. Dolayısıyla iktisadi düzeyde kurulan ilişkilere kültürel ilişkiler eşlik etmiyordu.

Muhammed Rıza’nın babası olan Rıza Han (1878-1944) 14 yaşındayken seçkin askerlerden oluşan Kazak birliğine katıldı. Okuma yazmayı tam öğrenemeyen, fakat askeri kariyerinde hızla yükselen Rıza Han, kısa sürede birliğin önde gelenlerinden oldu.

O yıllarda birlik komutanı Likhov hakkında komünist olduğu yolunda söylentiler yayılıp Rusya’ya sürgüne gönderince yerine Rıza Han komutan oldu. Rıza Han yükselmek isteyen, ihtiraslı bir kişiliğe sahipti. Bu nedenle İngilizlerin darbe önerisini hemen kabul ederek 21 Şubat 1921’de birliğinin başında Tahran’a girerek, bütün politikacıları tutukladı; önce savunma bakanı olan Rıza Han, daha sonra tüm orduyu denetim altına alarak Tabatabai’yi tasfiye etti. Bu arada başkanlık görevini üstlendi. 1924 Ekim ayında denetimi altında tuttuğu meclis, Ahmet Şah’ın tahttan indirildiği ve 25 Aralık’ta Rıza Han’ın şah olduğunu ilan etti. Rıza Han bununla da kalmadı ve 1926 Nisan ayında taç giyerken çok eskiden İran’ı yönetmiş olan Pehleviler’den esinlenerek, Pehlevi adını aldı.

Rıza Şah’ın ilk işi güçlü bir ordu yaratmak oldu. 1925 yılında zorunlu askerlik yasası çıkarıldı ve ilk etapta 20 bin ve takip eden 10 yılda 100 bin kişi üniforma giydirilerek silahlandırıldı. Ordu, Rıza Şah’ın gözbebeği ve tutkusu oldu. Ona göre ülkeyi modernleştirecek olan ve tüm İran’da otoritesini pekiştirecek olan güçlü disiplinli ve modern bir orduydu. Ordunun başına getirdiği oğlu Muhammed Rıza ise en büyük güvencesiydi.

Rıza Şah: Acımasız Bir Despot

Kişilik olarak inanılmaz derecede despottu.  Acımasızlığına verilecek en iyi örneklerden birisi, ekmek fiyatlarını yükseltmek için buğday stoklayan fırıncılara ibret olsun diye, bir fırıncıyı herkesin gözleri önünde diri diri bir fırına atıp yaktırmasıydı. Ülkenin geri kalmışlığının nedeni olarak gördüğü İslam dinine karşı ise son derece düşmanca duygularla doluydu. O güne kadar kimsenin çiğnemeye cesaret edemediği İslami geleneklere aykırı davranmaktan çekinmedi. Çarşafı yasaklamış ve askerlere sokakta çarşafla gezen kadınların çarşaflarını yırtma emri vermişti. Camide namaz kılan erkeklerin secde ederken alınlarının yere değmemesi için ağızlık takmaları koşulunu getirmişti. Kum’da verdiği bir hutbede Ayetullah Bekfi kendisini kötüleyince bizzat Kum’a giden Şah, türbeye botlarıyla girdi ve Ayetullah Befki’yi önce halkın gözü önünde kamçıladı, sonra da tutuklattı.

Elbette bu duruma tepkiler gecikmedi. Emirlerini protesto etmek için insanların Horasan Camisi’nde toplandığı haberini alan Şah, askerlerine camiyi basıp protestocuları öldürme emri verdi. Askerlerin camiyi basması sonucu yüzü aşkın insan öldü. Kırsal kesimde yerleştirme programına uymak istemeyen kabileler açlık ve susuzlukla yola getirildi. Uygulamaları basın yoluyla eleştiren aydınlar tutuklandı ve gazeteler kapandı.

İktidar gücünü kullanarak inanılmaz bir kişisel servetin sahibi olan Rıza Şah, devrinin en büyük topraklarına da sahipti. Ya haciz ya da kağıt üzerindeki fiyattan satmaları için büyük toprak sahiplerine baskı uygulayarak ele geçirdiği toprakları 3 bin köyü kapsıyor ve üzerlerinde 250 bin köylü yaşıyordu. Kurulan her banka ve fabrikada en büyük hisseyi kendine ayırdı. Öldüğünde bankalardaki parası 3 milyon sterline, sahip olduğu topraklar ise 1 milyon 200 bin hektara ulaşmıştı.

Şahın en büyük başarıları ise evvelinde merkezi ve kurumsallaşmış devlet yapısından söz edilemeyecek İran’da inanılmaz bir dönüşüm yaşanması, diğeri ise ulusal eğitim sisteminin hızlı gelişimiydi. 1919 yılında İran’da yalnızca 300 civarında okul ve yaklaşık 23.000 öğrenci varken 1941 yılına gelindiğinde ülkede 8000’in üzerinde okul, yarım milyon civarında öğrenci ile 36 kolej tarzı eğitim kurumu bulunuyordu.  Var olan bu kolejlerin birleştirilmesi ise Tahran Üniversitesi’nin kurulmasını sağladı.

Hitler’e hayran olan Rıza Şah yüzünden Birinci Dünya Savaşı sırasında Tahran ve İran Alman ajanlarıyla doldu. Şah, İngiltere ve Rusya ile ilişkilerini kesti. Londra ise İngiliz zırhlı birliklerinin yakıtının sağlandığı İran petrolleri nedeniyle, Hitler ordularının Hazar Denizi bölgesinde yeni bir cephe açma ihtimali yüzünden endişeliydi. Bunlara Rıza Şah’ın Kızıl Ordu’ya, Amerikalıların yiyecek ve silah gönderdikleri Trans-İran demiryolunu kapatması eklenince 1941 Ağustos’unda İngilizler ve Kızıl Ordu birlikleri İran’a girdiler. Rıza Şah’ın 15 tümen askeri ciddi direniş göstermemişti. Rıza Şah İngilizlerin önerisi üzerine tahtını Kasım 1941’de 21 yaşındaki oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’ye bıraktı.

Muhammed Rıza Şah döneminin başlangıcı, İran’ın siyasal hayatının en dinamik dönemlerinden biri oldu. Bunda, savaş koşullarının yarattığı enflasyonun kitlelerin hayat standardı üzerindeki olumsuz etkisi kadar, hem ülkeyi işgal altında bulunduran yabancı güçlerin çeşitli siyasal gruplara sağladığı aktif destek, hem de yeni Şah’ın yönetiminin nispeten daha hoşgörülü niteliği rol oynuyordu. Tudeh (Kitleler) adı altında örgütlenen Komünist Partisi 1944’ten sonra iki yıl içinde 335 bin işçiyi örgütlemeyi başarmıştı. Bu, enflasyonun etkisine bağlı olarak küçük iş yerlerinde bile, geleneksel lonca ilişkilerinin yerlerini net bir sınıfsal kutupsallığa bıraktığını gösteriyordu. Örneğin, 1951 seçimlerinde Tahran çarşısındaki bütün kundura imalatçıları İngiliz yanlısı bir adayı desteklerken, atölyelerinde çalışan 5 bin işçi ise Tudeh’i desteklemişti.  Aynı durum diğer tüm iş kollarında da görülüyordu. Ulemanın durumu ise karışıktı. Rıza Şah’ın büyük toprak sahiplerine tanımış olduğu olanaklardan yararlanan yüksek ulema genellikle aktif politikaya katılmıyor, ağırlığını ise Pehlevi politikalarının sürekliliğinden yana koyduğunu belli ediyordu.

iran_islam_devrimi

Diğer yandan en ünlü temsilcileri Irak’ta da İngilizlere karşı savaşmış olan ünlü Ayetullah Kaşani önderliğindeki bir mollalar grubu İngiltere karşıtı politikalar öneriyor ve bu doğrultuda militanlar yetiştiriyordu. Kaşani’nin İngiliz düşmanlığı onu işgalden sonra 1942’de General Zahedi ile birlikte ve ülkede halen da faaliyette olan Nazi gizli servisinin yardımıyla İran Milliyetçi Hareketi adlı bir örgüt kurmaya yöneltmişti. Kaşani bu yüzden 1943’te İngilizler tarafından tutuklanmış ve ancak savaş sona erdikten sonra serbest bırakılmıştı. Daha hapisteyken onun bilgisi dahilinde Fedayin-i İslâm adlı bir gizli örgüt kurulmuştu. Bu örgütün üyeleri 1946’da Pehlevi rejiminin ideologlarından Ahmed Kasravi’yi öldürdüler ve Kaşani de bunu onayladığını ilan etti.

Petrolün millileştirilmesi sloganıyla katıldığı 1950 seçimlerinde Kaşani’nin de desteğiyle Musaddık’ın önderliğindeki Ulusal Cephe mecliste mutlak çoğunluğu aldı. 1951 ’de ise Sendikalar Federasyonu Merkez Konseyi (SFMK) Kuzistan bölgesinde, petrolün derhal millileştirilmesi isteğiyle bir günlük bir genel greve gitti. İşçiler, ulema ve ulusal burjuvaziyi kapsayan bir ittifak kurulmuş gibiydi. Şah, Musaddık’ı başbakanlığa atamak zorunda kaldı. Petrolü millileştiren Musaddık hükümetinin ilk karşılaştığı sorun, İngilizlerin etkisiyle başlatılan ve bütün emperyalist devletlerce sürdürülen bir boykot oldu. Bununla da yetinmeyen ABD çeşitli vesilelerle vaat ettiği borç ve yardımları vermediği gibi, General Zahedi ve Şah’la anlaşarak 1953’te Musaddık’ı bir darbe ile devirdi. 1953 sonrasında İran, tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşamaya başladı. Şah rejimi, Musaddık tipi, Batı çıkarlarını zedeleyebilecek yeni bir hareketin doğmasını engellemek ve hızla güçlenen sol örgütleri ezmek amacıyla kanlı bir baskı politikası uygulamaya başladı. Bütünüyle susturulan, önemli kadroları yok edilen siyasal muhalafet yeraltına itildi. Musaddık hareketinin ve sol örgütlerin bastırılmasında rejimden yana ağırlıklarını koyan din adamları bu dönemin baskı politikalarından fazla etkilenmediler. Tersine artık toplumda tek meşru siyasal güç ve ideoloji sadece İslam’dı. Susturulmuş ve yok edilmiş liberal ve sosyalist ideolojinin boşalttığı alanı İslamcılık hızlı bir biçimde doldurmaya başladı. Dinsel kurumların sayısı ve gücü hızla artmaya başladı. Kom ve Meşhed gibi şehirler dinsel eğitimin en önemli merkezleri haline geldiler. 1953 sonrasının önemli dini liderleri olan Ayetullah Behbehani ile Ayetullah Brucerdi ikilisinin Şah rejimi ile olumlu ilişkileri 1959’a kadar sürdü. Bu iki lider büyük toprak sahipleri ile yakın ilişki içindeydiler, kendileri de doğrudan toprak sahibi veya büyük vakıf topraklarının yöneticisiydiler.

İran İslam Devrimi’ne Giden Süreç

1959’da Şah’ın toprak reformu tasarısını meclise sunması Şah ile Behbehani-Brucerdi ikilisi arasındaki olumlu ilişkiyi bozdu.

Toprak reformundan en fazla etkilenecek kesim üst düzey din adamlarıydı. Çünkü işlenebilir toprakların önemli bir kısmı dinsel vakıfların veya önde gelen din adamlarının elindeydi. Şah Muhammed Rıza, parlamentodaki toprak ağalarının ve muhafazakâr din adamlarının toprak reformunu engellemeleri çabalan üzerine, meclisi fethetti. Atadığı yeni hükümet aracılığı ile toprak reformunu yürürlüğe koydu. Din adamları toprak reformunu şeriata ve onun temelinde yatan özel mülkiyet hakkına bir saldırı olduğunu söyleyerek, anayasanın ve anayasada yer alan “yasaların şeriata uygun olması” ilkesinin uygulanmasını İnlediler. Toprak reformu tartışmalarının hemen arkasından bu kez yerel seçim yasası Şah rejimi ile din adamları arasında yeni bir gerilim yarattı. Yeni yasa ile kadınlara ve gayrimüslümlere de oy hakkı tanınıyordu. Din adamları kadınların oy kullanmasını şeriata aykırı bularak kendi otoritelerine karşı bir saldırı olarak gördüler.

Şah parlamentoyu kapattıktan sonra muhalefeti susturmak amacıyla, “Ak Devrim” adı altında altı maddelik reform önerisinin kabul edilmesi için referandum yapacağını açıkladı.

humeyni_fransa_donusu26 Ocak 1963’de bütün siyasal muhalefet gruplarının boykot çağrılarına rağmen referandumun büyük bir oranda olumlu sonuçlandığı açıklandı. Siyasal muhalefetin liberal ve sosyalist kanatları artan siyasal baskılar yanında reformların, parlamentonun kapatıldığı, seçimlerin yapılmadığı ve reform tasarısının tartışılmasına izin verilmediği diktatörlük koşullarının altında yapılmasına karşı çıkıyorlardı. İstekleri özgürlük ve demokrasi idi. Din adamları ise Batı tipi reformların esas olarak dinin otoritesine saldırı olduğunu vurguluyorlar, iktidarın Batı’nın kuklası olduğunu söylüyorlardı. Muhafazakâr dini lider Ayetullah Brucerdi’nin 1951’de ölmesiyle Kom kentinde yeni bir İslami düzen modeli oluşturmaya başlayan radikal din adamları güçlendi. Bunların önde gelen lideri ise Humeyni idi.

1963’de öğrenci ve aydınların gösterileriyle başlayan siyasal muhalefet hareketleri pazar esnafının “kepenk indirmesi” ile ve din adamlarının yönlendirdiği grupların hükümet aleyhtarı gösteriler yapmasıyla yaygın bir başkaldırı hareketine dönüştü. Polis ve SAVAK ajanlarının göstericilere ateş açması binlerce göstericinin yaralanması ve yüzlercesinin ölmesi ile sonuçlandı. Polisin Kom kemindeki Fevziye din okulunu basarak ateş açması Ayetullah Şeriatmedari gibi tutucu dini liderlerin de tepkisine yol açtı. Birkaç gün süren sokak savaşları sonunda sıkıyönetim ilan edilerek tutuklananlar hızla yargılanıp idam edildi. Humeyni ise yurtdışına sürgüne gönderildi.

1963 ayaklanması 1979 Devrimi’nin genel bir provası niteliğindeydi. Ayaklanmaya öncülük eden sosyal kesim geleneksel küçük burjuvalar, yani esnaf, zanaatkar ve tüccarlardan oluşan orta sınıftı. Sokak gösterilerine katılanlarının yüzde 43’ü bu kesimden gelmekteydi. Göstericiler içinde aydın ve memurların oranı yüzde 29, işçilerin oranı ise yüzde 22 idi.

1963 ayaklanması geleneksel küçük burjuva kökeni nedeniyle hiçbir zaman radikal ekonomik, siyasal ve sosyal değişim önermemişti. Din adamlarının en radikal kanadı bile ülke kaynaklarının Batı reformlarına göre değil, İslam’ın kendi mantığına göre kullanılmasını öneriyorlardı. Din adamlarının Batı karşıtlığı ile liberallerin milliyetçiliği ve sosyalistlerin anti-emperyalistliği arasında ortak noktalar bulunması güçtü.

Toprak reformunun ilk aşamasında toplam köylü nüfusunun yüzde 9’u toprak edindi, ancak bu köylüler bile edindikleri toprağı işleyecek üretim araçlarından yoksundu. Ancak 1960’ların ortasında başlayan ikinci aşamada köylüler toprak verilmesindense, onların büyük devlet tarım işletmelerinde bir araya getirilmesi özendirilmeye başlandı; özel sermaye de 5 ile 25 bin hektarlık dev toprak parçalarını kapatmaktaydı. Gerek devlet çiftliklerinde, gerek özel işletmelerde mekanize tarım yeğleniyor, bu da işgücüne duyulan gereksinimi azaltıyordu. Bütün bu etkenler bir araya gelince, köylüler 1960’ların sonunda baş döndürücü bir hızla şehirlere akmaya başladı. Örneğin yalnız 1972-73 yılında toplam nüfusun yüzde 8’i köylerden kentlere göç etti.

Bu olgu, kısmen bilinçli olarak izlenen bir politikanın sonucuydu. 1963 ile 1970 yılları arasında İran’ın GSMH’sı, petrol fiyatlarındaki artışa bağlı olarak 200 dolardan bin dolara çıktı. Bu gelirin, şehirlerdeki büyük bir sermaye birikimine kaynaklık ederek, Şah’ın deyişiyle İran’ı 20. yüzyılın sonunda dünyanın beş büyük devletinden biri haline getireceğine, bunun içinse şehirlerde büyük ve ucuz bir proletaryanın olması gerektiğine inanılıyordu. Bu yüzden kıra neredeyse hiç yatırım yapılmıyor, örneğin şehirlere elektrik sağlamak için yapılan barajlardan, kırı sulamak için neredeyse hiç yararlanılmıyordu. Oysa şehirlerde bu kadar büyük bir işgücünü emecek bir sanayi yoktu. Yapılan yatırımların büyük bölümüne ise, saray çevresinde kümelenmiş yolsuzluk şebekesi tarafından el konuluyordu.

Bu dönemde İran’da sınıfsal bir kutuplaşma yaşandı. Petrol rantlarını kontrol eden saray çevresinin biriktirdiği sermaye birikimine dönüşmüyordu. Milli bir burjuvazi yaratılmaması, o güne dek ulusal cephenin çekirdeğini oluşturmuş kesimlerin, modern bir iktisadi ve toplumsal kurma tasarısının maddi zeminini yitirmesine yol açtı. Kendilerini bu konumda bulan bürokratların, doktor, avukat gibi muteber meslek sahiplerinin, çarşıdan nispeten bağımsızlaşmış orta burjuvazinin karşılaştığı açmazın aşılmasında en etkili şahıs, geleneksel bir ulema ailesinin çocuğu olan, Fransa’da eğitim görmüş Ali Şeriati oldu. Şeriati İslâmiyet’i söz konusu kesimlerin modern dünyada karşılaştıkları sorunların aşılmasının aracı olarak betimledi. Bu yüzden 1970’Ierin başında zaman zaman ulemanın tepkisini çektiyse de, düşüncesinin asıl etkisi, Batıcı kesimleri devrim sürecinde ulemanın önderliğini kabul etmeye hazırlamak oldu.

Devrimin Önderi: Ayetullah Ruhullah Humeyni

iran_devrimi_oncesiŞah Rıza Pehlevi’nin, “Ak Devrimi”nden sonra, İran’daki muhalefetin ve İslâm Devrimi’nin simgesi haline gelen Humeyni’nin yaşamı, muhalefet ve devrim hareketiyle bütünleşti. Bu bakımdan, Humeyni’nin yaşamı ilginçtir.

Ruhullah Humeyni, 17 Mayıs 1900’de Tahran yakınlarında Humey kasabasında doğmuştu. Küçük yaştayken tanınmış bir din adamı olan babasının yerel bir toprak ağası tarafından öldürülüşü ve cinayetin bizzat Şah Rıza’nın emriyle işlendiği kanısı, bütün yaşamını etkileyecekti. İlköğrenimini annesi ve halasının yanında, doğduğu kentteki bir Kur’an okulunda gördü. Daha sonra yine babası gibi “Ayetullah” (büyük dini önder) unvanına sahip ağabeyi Pasendide’den özel dersler aldı. 1922’de Irak’a giderek dönemin ünlü din bilginlerinden Abdülkerim Hayri Yezdi’nin öğrencisi oldu ve birlikte 1922’de bir medrese kurmak üzere Kom kentine gittiler. Faiziye adlı medrese daha sonra Humeyni’nin sürgün yıllan dışında sürekli kaldığı ve dersler verdiği bir İslami eğitim merkezi oldu. 1930’da bir mollanın kızı ile evlendi, bu evlilikten üç kızı ve iki oğlu oldu. 1937’de hocası Abdülkerim Hayri öldüğünde Humeyni artık İslam dünyasının sayılı düşünürleri arasına girmişti.

Humeyni 1941’de basılan Keşfü’l-Esrar adlı, Şah Rıza’nın baskıcı rejimini ve dışa bağımlı politikalarını eleştiren kitabından sonra adını siyaset dünyasında duyurmaya da başladı.

1950’de, o da ailesinin diğer üyeleri gibi, “Ayetullah” unvanını aldı. 1962’de Şiilerin merkezi olan Kom kentinde yerleşerek bir yıl kadar sonra Şah Rıza Pehlevi’nin başlattığı, dinsel vakıflara ait toprakların devletleştirilmesi ve kadınlara medeni hakların tanınması gibi reformları içeren programa karşı bir bildiri yayınladı. Bildirinin yayınlanmasından hemen sonra, Humeyni’nin ders verdiği medrese basılıp 20 kadar genç molla öldürülürken, Humeyni de tutuklandı. Halkın büyük tepkisi üzerine kısa süre içinde serbest bırakıldı ve yeni bir bildiri yayınlayarak halkı Şah yönetimine karşı mücadeleye çağırdı. Humeyni’nin, aynı yıl çıkartılan ve İran’da bulunan ABD’lilere tam bir dokunulmazlık tanıyan yasaya karşı çıktığını açıklaması üzerine yoğunlaşan ayaklanmalar sonucu 15 bin kişi güvenlik güçleri taralından öldürüldü. Kasım 1964’de ikinci kez tutuklanan Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderildi ve Bursa’da 1 yıl kadar İranlı polislerin gözetimi altında kaldıktan sonra, Irak’taki kutsal Şii kenti Necef’e gitmesine izin verildi.

Necef’te kaldığı sürece ders verip, bildiriler yayınlayan Humeyni’nin tüm Müslümanlara hitaben yazdığı bildiriler çeşitli dillere çevrilerek 1971’de hac mevsiminde dağıtıldı.

1977 yılına gelindiğinde çeşitli siyasal gruplar birleşerek Şah’a karşı sürdürülen mücadeleyi örgütlemeye karar vermişlerdi. Rejime karşı yürütülen mücadelenin daha geniş kesimlere yayılmasında Şah Rıza Pehlevi’nin yeni birtakım reformlara girişmesinin de büyük payı vardı. İran’da çok etkin bir güç olan mollalar aracılığıyla görüşlerini yayan Humeyni, birleşmenin ardından İran’da Şah rejimine karşı mücadelenin simgesi haline geldi. Şubat 1978’de Tebriz’de başlayan ve hızla Kom kentine sıçrayan eylemler, yönetimin set önlemlerine rağmen bastırılamadı. “Kanlı Cuma” olarak bilinen 8 Eylül 1978, İran İslam Devrimi tarihi için dönüm noktalarından birisi oldu. Tahran’da göstericilerin üstüne açılan ateş, 700 kişinin ölümüne yol açmıştı. Bu olay bir anda sokak gösterilerini daha da güçlendirdi. Bunun yanı sıra Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin uyguladığı sıkıyönetim önlemleri daha da sıkılaştı. Sıkıyönetimle birlikte İran’da gösteriler daha kararlı ve daha organize bir hal aldı. Kitleler artık rejim değişikliği için gösterilerini artırdılar. Bunun üzerine Şah Muhammed Rıza Pehlevi Tahran ve İsfahan’da sıkıyönetim ilan etti.

6 Ekim ayında Irak’tan ayrılmak zorunda bırakılan Humeyni, Fransa’da Paris yakınlarındaki Naeuphlele-Châtesu’ya yerleşti. Bu süre boyunca Şah rejiminin yıkılması ve İslam cumhuriyetinin kurulması yolunda yoğun bir propagandaya girişti. Humeyni’nin çağrısı üzerine Kasım 1978’de petrol işçilerinin başlattığı grev, İran ekonomisini felç etti. Petrol rafinerilerinde devam eden grevler sonucunda; Aralık ayında petrol üretimi tamamen durdu. İç tüketim bile karşılanamaz hale geldi.

Şah’ın 16 Ocak 1979’da çıktığı “gezi”, aslında yaklaşan devrimden ve ülkesinden gizlice bir kaçıştı. Yerine geçici olarak atadığı Naipler Meclisi ve kendisi tarafından görevlendirilen Şahpur Bahtiyar’ın kurmaya çalıştığı yeni hükümet, İran’da dağıtılan devlet mekanizmasını ayakta tutmaya ve İran İslam Devrimi’ni engellemeye yetmekten çok uzaktı. Ayetullah Humeyni on beş gün kadar sonra, 1 Şubat 1979’da 15 yıldır ayrı kaldığı ülkesine İslam devriminin önderi sıfatıyla döndüğünde binlerce İranlı tarafından büyük sevgi gösterileriyle karşılandı. Humeyni, Bahtiyar’ı istifaya çağırdıktan sonra Mehdi Bazargan’ı kendi kurduğu geçici hükümetin başına getirdi. Bir yandan Şah’ın askerleriyle çatışmalar sürerken, diğer yandan ele geçirilen şehirlerde devrim mahkemeleri kuruluyor ve Şah rejiminin ileri gelenleri yargılanıp, ölüme mahkûm ediliyordu. 12 Şubat 1979’da Mehdi Bazargan, ordunun desteğini çekmesi üzerine istifa etti ve tüm yetkiler Devrim Konseyi’ne devredildi. 30 Mart 1979’da yapılan halk oylamasında, İran İslam Cumhuriyeti onaylandı ve Ayetullah Humeyni 5 Haziran 1989’da ölene kadar ülkenin tek yöneticisi konumuna geldi.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.