Cahiliye Döneminde Arap Toplumu

Cahiliye dönemi Arapların İslamiyet öncesi yaşadıkları döneme verilen addır. Bu dönem de kendi içinde ikiye ayrılır: Çok eski zamanlardan MS beşinci yüzyıla dek geçen süreye “İlk Cahiliye Dönemi”, MS beşinci yüzyıldan, Hz. Muhammed’in İslamiyet’i tebliğine kadar olan döneme de “İkinci Cahiliye Dönemi” denir.

Bu döneme Cahiliye dönemi denilmesinin nedeni, yaşanan büyük ahlaki çöküş ve yozlaşma, bazı sakat adet ve geleneklerinin toplum yaşamına egemen olmasıdır. Yoksa bu çağda yaşayan Araplar bütün uygarlıktan yoksun durumda değildi ve cömertlik, sözünde durma, kendilerine sığınanları koruma ve cesaret gibi iyi hasletleri de yok değildi. Cahiliye döneminin temel özellikleri öç alma duygusunun yaygınlığı nedeniyle toplum yaşamında sıkça rastlanan karışıklık ve çatışmalar, özgür insanlar dışında kalanların hiçbir hakkının olmaması, toplum yaşamına zarar veren alışkanlıkların yaygınlığı ve kadınların toplumdaki konumudur.

Diğer Arabistan bölgelerinin tersine Hicaz’da, Hz. Muhammed dönemine kadar hiç bir zaman hiç bir kral veya emir yönetim başına geçmemiş, henüz uluslaşma aşaması da tamamlanmadığından kabile yaşamı hüküm sürmektedir. Her kabile diğerinden ayrı bir devlet gibidir ve başlarında “şeyh” adı verilen kişiler bulunur. Hükümet olarak adlandırılabilecek tek kurum ise şeyhlerin katılımıyla oluşturulan fakat yürütme gücüne sahip olmayan, tavsiye niteliğinde kararlar alan “mele” adlı kurumdur.

Bazı bölgelerde kentleşme olsa da toplumun büyük bölümü göçebedir. Yemen bölgesi dışında bütün yarımadanın tarıma elverişsiz vadiler, çorak topraklar ve çöllerden oluşması Arapların göçebe bir yaşam sürmesinin ve çoğunlukla ticaretle uğraşmalarının nedenidir. Kentleşmenin son derece az olduğu dönemde bilgi ise hemen tümüyle bu göçebe yaşantısının zorluklarından doğan deney, gelenek ve yöntemlerin geliştirdiği bilgilerden ibarettir.

Diğer bölgelerde kurulan devletlerin kültür ve uygarlıklarının Hicaz’ı hiç etkilemediği iddia edilemezse de coğrafi koşullardan dolayı oldukça az etkilemiş, bedevi kültürü kendi dünyasını dışarıdan gelen etkilere daima kapalı tutmuştur. Bu yüzden İslamiyet öncesi Hicaz’da -zengin bir şiir dili olmasına rağmen- yüksek bir kültür varlığından söz edilemez. Bu kültürden faydalananlar ise çoğunlukla din adamları, tüccarlar ve imtiyazlı kişilerdir. Okuma yazma da, hemen hemen sadece ticaretle uğraşanların veya nüfuzlu ve soylu kişilerin bildiği bir şeydi. Geri kalan halkın neredeyse tamamı tümüyle cahildi. İslamiyet’in doğuşu sırasında Peygamberin, Bedir Savaş’ında tutsak olan Mekkelilerden her birinin, on Medineli gence yazı öğretmesini kurtuluş şartı sayması bu gerçeği açıkça belirtir.

Okuma yazma oranı yok denecek kadar az olsa da, Cahiliye dönemi Araplarının bilgi ve deneyimlerini belli alanlarda aktardıkları bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi, efsanelerle karışık bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme yeteneği, “Cahiliye dönemi bilimleri” arasında gösterilebilir.

Öç Alma Geleneği ve Kan Davası

Bir siyasi birliğin olmadığı, topluma kabile asabiyetinin egemen olduğu bu dönemde kabileler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi nedenlerden sık sık savaşlar yaşanırdı. Toplum yaşamını düzenleyen hukuksal kurallar değil, “sünnet” yani atalardan gelen örf ve adetlerdir. Bu kurallara uymayanlar kabileden ihraç edilirdi ki, kabileden ihraç edilmek kan bağının kalkması anlamına geldiğinden can güvenliğinin yitirilmesi ile eş anlamlıydı. Çöl yasalarına göre zayıfı yakalayıp tutsak almak bir haktır. Böyle bir kimsenin bir kabileye sığınmaksızın çölde yaşaması da bu nedenle olası değildir.

Kabileleri birbirine kenetleyen ve aralarında kalıcı bir bağ kuran yalnızca kan ilişkisiydi. Güçlü bir kabileye mensup olmak, başka kabilelere karşı övünme vesilesi oluyordu. Evlenmelerde bile kabile ve aile seviyelerinin eşit olmasına dikkat edilir, aşağı kabile mensubu olmak utanç sayılırdı. Bütün bunlar kabilenin gücünü kanıtlamak ve adını onurlandırmak için Arapların fırsat bulunca basit nedenlerden dolayı adam öldürmesine, çapulculuk yapmalarına neden oluyordu.

Kabileden birisi yaralandığında ya da öldürüldüğünde bu hırsıza ya da katile karşı kabileler haklarını kendileri aramak zorundaydı. Çünkü aile topluluğunun oluşturduğu gruplar arasında devlet otoritesine benzer bir kurum yoktu ve kolektif sorumluluk anlayışının bir gereğiydi. Bir aşiret ya da klanın oturduğu yerde, bilinmeyen biri tarafından öldürülmüş birisi bulunduğu ve bu klana bağlı kişilerin birinden şüphe edildiği zaman, bütün klan öç alınması için yemin ederdi. Öldürme olayının öcünü almak öncelikle öldürülenin en yakın mirasçısının ödevidir ama öç almak aynı zamanda kabileyi oluşturan bütün bireylerin bir borcudur.

Kan davası kuralına göre, bir kişinin işlediği cürümden bütün soyu sorumlu olurdu. Zaten çok zaman katil, kendi klanı tarafından korunduğundan, dökülen kanın öcünü alma, çoğu kez kuşaklar boyu süren ve yeniden bir sürü insanın öldürüldüğü kanlı savaşlara, çarpışmalara neden olurdu.  Bu savaşlar Kabe’ye saygılarını göstermek için, Kabe ziyareti ve umre sırasında yılda dört ay durdurulurdu. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarından oluşan bu aylara Eşhuru’l Hurum yani Haram Aylar denilirdi. Yine de bu aylar da bazen anlaşmazlıklar sonucu savaş çıktığı olurdu. Cahiliye döneminde Arapların yaptığı bu savaşlara Ficar Savaşları adı verilirdi.

Öç alma şüphesiz diyet olarak deve vermekle de durdurulabilirdi. Ne var ki Cahiliye dönemi aynı zamanda,  kahramanların mezarları başında deve kurban eden Arapların kahramanlıklarıyla övündükleri bir dönemdir. Bu nedenle anlaşmak bir şerefsizlik olarak görülür, katili kendileri öldürmeyi tercih ederlerdi. Çünkü bedevinin bütün işlerini düzenleyen yüksek şeref duygusu, onun ahlak prensibinin temelini teşkil ederdi.

Araplarda aile toplulukları arasında çıkan kan davaları müthiş kavgaların ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu yüzden de diyet müessesesi doğmuştur. İslamiyet geldiğinde öç alma geleneği yüzünden Araplarda her gün yaşanan cinayetler gayet sıradan olaylardan biriydi.

 

Cahiliye Döneminde Kadın

Ebu Süfyan’ın karısı Hind binti Utbe gibi tanınmış kabilelerden birine mensup olmadıkça, ya da Hz. Peygamber’in eşi gibi zenginleşip toplumda kendine yer edinmedikçe Cahiliye döneminde kadın haklarından söz etmek olanaksızdı. Orta ve aşağı tabakadaki kabilelerin kadınları daha doğuştan ikinci sınıf insan muamelesine uğruyordu. Bir kişi erkek çocuğu olduğunda sevinip şenlik düzenlerken, kız çocuğu doğduğunda utanır, suç işlemiş gibi pişmanlık duyardı. Özellikle aşağı tabakalarda kadının, kocasının gözündeki değeri, sahip olduğu bir eşyadan daha fazla değildi. Bu dönemde Arap erkeği, aybaşı gören kadınla aynı odada oturmaz, onunla yemek yemez hatta kadın geçici olarak evden kovulurdu. Evliliklerin temel amacı da sevgiden daha çok, ailedeki erkek evlat sayısını çoğaltmak, böylece düşmanlara karşı daha güçlü olabilmekti.

Cahiliye döneminde gerçekleşen evliliklerde kadınla erkeği birbirine bağlayan nikâhın dini bir özelliği olmadığından kadın ancak erkeğine bir çocuk verdikten sonra aileden birisi olarak kabul edilirdi. Bu nedenle bir kadın çocuk doğurmadan öldüğünde aile bireyi sayılmadığından başsağlığı için o aileye kimse gelmezdi. Kadınların iyi çocuk doğuranlarına ise büyük önem verirler ve şiirlerinde onlara işaret ederlerdi. Bunu, Lebid’in uzunca bir şiirindeki “Biz dört oğlan anasının çocuklarıyız” mısraındaki övünmesinde görebilmekteyiz. Çocuksuz kadın, diyet vermeye mahkum edilirse, aile bireyi olmadığından bu diyeti kocası yerine ailesi ödemek zorundaydı.

Evlilik dönemine gelen bir kızın eşini seçmek konusunda da en ufak söz hakkı yoktu. Babalar kızlarının yerine karar verir, onun isteğine aldırmaksızın, taliplinin yaşlı ya da kötü huylu oluşuna bakmaksızın kızını istediği erkeğe verirdi. Burada temel ölçüt taliplinin serveti ya da kabilesinin toplumdaki konumuydu. Evlenecek erkeğin babası ya da yakın akrabası kızın babasına gider kızını isterdi ki buna “hıtbe” denirdi. Uzlaşılır ve kız verilirse bir mehir belirlenir, bundan sonra evlenme gerçekleşirdi.

Arapların öz anneleri, kızları, halaları ve teyzeleriyle evlenmeleri yasaktı ama üvey anneleriyle evlenmeleri yasak değildi. Üstelik üvey annesi istemese bile! Miras hırsıyla yapılan bu çok çirkin evliliklere sık rastlanırdı. Üvey anne öldüğünde, evin en büyük oğlu analığı ile evlenebilirdi. Evlenmek istemezse ya mehir karşılığı başkasına verebilirdi, ya da diğer kardeşleri analıklarını nikâhlayabilirlerdi. Kadının tek şansı elini çabuk tutarak ailesinin yanına kaçabilmesiydi. Ve yine bu dönemin adeti olarak bir kadının kızı ile beraber aynı şahıs tarafından nikâhlanabilmesinde de sakınca görülmüyordu.

Boşanan bir kadının yeniden evlenmesi de oldukça zordu. Karısının bir başkasıyla evlenmesine engel olmak isteyen erkek, “iddet süresi” (evliliği biten kadının yeniden evlenebilmesi için gereken süre) tamamlanacağı sırada onunla tekrar evlenip ardından tekrar boşardı. İddet süresi yeniden başlayacağı için kadın bir yıl daha evlenemezdi. Kocanın ölümünden sonra ise kadınlar tam bir yıl yas tutarlar ve iddete girerlerdi. Ölen kocanın mirasından da en ufak pay alamazlardı.

Kadınları aşağılayan bir diğer uygulama da istibda idi. Soy ve kabilenin oldukça önemli olduğu Arap toplumunda erkekler, soylu bir çocuk sahibi olmak istediklerinde karılarını soylu kabilelerin erkekleri ile cinsel ilişki kurmaya gönderir, doğan çocuğu kendi nesebine alırdı.

Kentlerde yaşayan cariyelerin durumu ise çok daha kötüydü. Cariyeler bir mal gibi alıp satılabilir, ya da sahipleri onları fuhşa sevk eder, bu yolla kazandıkları paraları ellerinden alırlardı. Kadının namusuna saygı çölde şehirdekinden daha çoktu.

Yaygın olmamakla birlikte Araplarda kız çocuklarını diri diri gömme adeti de vardı. Bunun nedeni kızlarının bir gün istemedikleri bir kimse ile evlenerek ailenin onurunu lekeleyebilecekleri korkusu, geçim kaygısı ya da kız çocuklarının büyütülmeye değer görülmemesiydi. Göçebe Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına çoğunlukla deve ya da koyun güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise doğar doğmaz kum çukuruna gömerler veya altı yaşına geldiğinde ona güzel giysiler giydirip çölde önceden hazırladıkları çukura atıp üstüne kum örterlerdi.

Cahiliye dönemi

Toplumsal Sınıflar

Cahiliye çağında Arap toplumu özgürler, esirler ve mevali olmak üzere üç sınıfa bölünmüştü. Özgür olanlar aile topluluğunun veya kabilenin ortak adını taşıyan, aynı haklara sahip kimselerdi. Bunlar birlikte göç eder, savaşlara gider, her konuda ortak ve eşit bir yaşantı sürerlerdi.

Esirler, kölelerle cariyelerden oluşurdu. Köleler veya cariyeler, ya savaşlarda yakalanır ya da tutsak pazarlarından satın alınırlardı. Cahiliye çağında köle ve cariyeler, mal ve eşya gibi alınıp satılır, miras yoluyla bir kimseden ötekine geçer, hediye edilir veya gelin mehri olarak verilirdi. Köle ve cariyelerin işledikleri suçların cezaları, özgür insanlara verilen cezalarının yarısı kadardı. Cariyelerden doğan çocuklar da köle veya cariye sayılırdı: ancak bu çocuklar arasında zeki ve üstün yetenekli olanlarını, babaları isterlerse, kendi evlatları arasına alabilirdi.

Köle veya cariyelere genelde son derece merhametsizce davranılır, kendileri hayvanlardan daha aşağı tutulurdu. Bir köle veya cariye sahibi onları istediği gibi, kayıtsız şartsız her türlü muameleye tâbi tutabilirdi. İsterse onu öldürünceye kadar dövebilir, elini, kulağını, burnunu keser, gözünü çıkarır, hatta öldürürdü. Bundan dolayı da hiç kimseye sorumlu olmazdı

Mevali ise köle ile özgürler arasında orta bir sınıftı. Genel olarak azat edilmiş köleler veya cariyelerden oluşurdu. Herhangi bir köle azat edildiğinde o kabilenin bir üyesi kabul edilir, akraba niteliğini kazanırdı. Mevaliler köleler gibi alınıp satılamazdı ama özgür bir kız veya kadınla da evlenemezdi.

Puta Tapıcılık

Araplar Hz. İbrahim döneminde tek tanrı inancına sahipti. Hz. İbrahim’in bildirdiği tek Tanrı inancının temellerinden biri de Kabe’yi tavaf etmek yani çevresini dolaşmaktı. Araplar bu nedenle tarihin bütün dönemlerinde Kabe’ye saygı göstermişlerdi. Diğer bir neden ise hac döneminde Kabe’nin kentin ticari yaşantısını canlandırmasıydı.

Mekke’de hac görevini yerine getirenler, Kabe’ye olan saygıları nedeniyle oradaki taşlardan bir tane alıp götürür, gittikleri bölgede bir yere koyar, Kabe’nin çevresini dolaştıkları gibi bu taşın çevresini de dalaşırlardı. Böylece zamanla hoşlarına giden ya da beğendikleri başka taşlara tapma yani puta tapıcılık Arapların arasında hızla yaygınlaştı, kutsal sayılan Kabe’nin içi yine kutsal saydıkları putlar ile dolduruldu.

Araplar, kendilerini çevreleyen doğanın, insanlarınkine üstün, fakat özel yollarla kendi çıkarlarına kullanılabilen kuvvetlerle dolu olduğuna inanıyorlardı. Bu kuvvetler cinlerdi ve onlar bu cinleri Tanrının kızları sayıyorlardı. Onlar, cinlerin iyilik ya da kötülük yapabildiklerine inanırlardı; bu nedenle de onların sevgisini kazanmak, onlara saygı göstermek, putlarına tapmak gerekirdi.

Her cinin belirli bir yeri olduğu ve kayaları, ağaçları ve putların içini mesken tuttukları kabul edilirdi. Her kabilenin veya birkaç kabile topluluğunun özel bir cini, bir kayası, bir ağacı veya bir putu bulunup, bunun yakınında belli bir topluluk oturur ve dinî ödevi yerine getirirdi. Temelini kurban kesmenin oluşturduğu bir ayin yoluyla putlar, kendilerine tapanların kabilesi ile bir kan akrabalığına dahil olurlar ve böylece de bu kabilenin koruyucusu olurlardı. Yani Araplar putları Tanrı olarak değil, Tanrıya yaklaşma, dua ve isteklerini ona ulaştırma aracı olarak kabul ediyorlardı.

Her kabile kendi özel putuna tapar ancak, başka kabilelerin Tanrılarının da kendi bölgelerindeki kudretini tanırdı. Yüce putların yerleri değişmez; onlar burada, kabile göç ettiği zaman, onların yerine gelenler tarafından da aynı saygı ile sayılırlar.

Bunun dışında her aile bir put edinip onu kendi evine koyup dualarında aracı olarak kullanıyorlardı. O aileden bir kişi yola çıkacağı zaman hayvanına binmeden önce evindeki bu puta elini yüzünü sürer, bu onun yola çıkmadan son yaptığı iş olurdu. Yolculuktan döndüğünde yine o puta elini yüzünü sürerdi ki, bu iş de ailesini görmeden yaptığı ilk iş olurdu. Zor kararlar verilmesinin gerektiği durumlarda putlara danışılırdı. Putlara danışma çoğunlukla put önünde fal okları çekmek yöntemiyle gerçekleşirdi. “Evet” ya da “Hayır” okundan birinin çıkması ile yapılacak işe karar verilirdi.

Araplara göre putların içindeki cinler kahinlerle konuşur ve kahinlere, gökte neler olup biterse haber verirlerdi. Her kahin, kendine sorulan her şeyi çözmeye çalışmakta idiyse de bazen özel bir uzmanlığı bulunurdu. Kahinlerin her şeyi bildikleri düşündüklerinden fal oklarının yön göstericiliği gibi onlara da danışırlardı. Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda onların aracılığına ve verecekleri kararlara önem verirler, hastalıklarında tavsiyelerine uyarlardı. Bunlardan başka, içinden çıkamadıkları konularda onların fikirlerini sorarlar, düş gördüklerinde onlara yordururlar, gelecekte başlarına ne geleceğini onlardan öğrenmek isterlerdi.

Yine de Arapların putlara olan saygılarının tam olduğu söylenemez. İşlerine geldiği ve duaları tesadüfen isteklerine uygun düştüğü zaman sevinseler de, ters düştüğü zaman putlara hakaret ettikleri, hatta küfrettikleri de olurdu. Birçok kez de çıkarları ya da durum neyi gerektiriyorsa öyle davranırlardı. Örneğin Beni Hanife kabilesinin kıtlık zamanında hurma ve sütten yapılmış putlarını yedikleri gibi.

Geleneksel Arap Konukseverliği

Elbette Cahiliye dönemi Arap toplumu tamamıyla kötü hasletlere sahip değildi. Özellikle konukseverlikleri, her araştırmacının dikkatini çekecek ölçüdedir.

Cahiliye dönemindeki Arap toplumunun özelliklerini ve yaşam biçimlerini inceleyenler, yoksulluğun onları devamlı tehdit ettiğini görür. Yağmur pek az yağar. Yer kurak, bitkiler yok denecek kadar azdır. Zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalmayan Arap sayısı pek azdır. Bu durum güçlü iken aciz, zengin iken fakir olma korkusu ile gücü yetenleri servet elde edebilmek için zorluklara katlanmaya sevk ediyordu. Hatem et-Tai’nin annesi, oğlunun cömertliğinin nedenini şu sözleri ile anlatır: “Senin başın için yemin ederim ki, eskiden açlık beni öyle bir hırpaladı ki, yaşadığım müddetçe hiç bir aç insanı geri çevirmemeye yemin ettim.”

İşte bu düşüncenin ışığında, Arap tarihi cömertlik ve ihsanın çeşitli örnekleri ile doludur. Araplarda mal gaye değil, araçtı. Mal, onların sıkıntıda olanları kurtarmak, muhtaçlara yardım etmek ve bunun gibi kutlu gayeleri gerçekleştirmek için bir araç idi.

Geniş, suskun çöl geceleri köyleri ve su kaynaklarını yutardı. Geceleyin yolculuk yapanların, yollarını kaybetmeleri işten bile değildi. Yolunu kaybedenlerin yollarını bulmaları için, yüksek yerlerde ateşler yakmak Arapların geleneği idi. Ateş, Araplar arasında ziyafete daveti temsil ederdi. Hatem, yaktığı ateşlerin misafir çekmesini çok isterdi. Onun için kölelerine ateşi alevlendirmeye devam etmelerini, onu sürekli odun ve çalılarla beslemelerini emrederdi. Bunu, misafirin ateşe gelmesi umuduyla yapar, kölesine de, eğer ateşi görüp de bir konuk gelirse ona özgürlüğünü bağışlamayı vadederdi:

Ey hizmetçim! Ateş yak; çünkü gece soğuk, rüzgar serttir. Umulur ki ateşini geçen birisi görür. Eğer yaktığın ateş bir konuk getirirse sen özgürsün.

Bir diğer adetlerine göre de, yolcu yolunu şaşırır da ateş göremezse köpek gibi ulur, köpekler de ona cevap verir böylece kabilenin bulunduğu yeri bulmuş olurdu. Bu kabile gelen misafirlere ikram için koyun keser, köpeğin payı da unutulmazdı. Misafir sahibi, gelen konukla çok sevinir, onu konaklatır ve güler yüzle karşılardı. Misafiri kendi çocuklarının yerine koyardı.

Çölde yaşayan Araplar, yardım sahasında en gelişmiş toplumların özendikleri dereceye çıkmışlardı. Onlara göre, vermek asil bir huydu. Araplar, bir görevi yerine getirmek veya yasaya uymak zorunda oldukları için cömertlik yapmıyordu. Onlar, sadece canı istediği ve kendisine zevk verdiği için son derece cömertti. Bu cömertlik İslamiyet’in gelişi ile de sürecekti.

Şiire ve Şaire Verilen Önem

Şiir, Arapların büyük değer verdikleri bir sanat dalıdır. Bugünün insanlarının büyük bir şarkıcının veya meşhur ses sanatçısının etrafında toplandıkları gibi Araplar da şairlerin çevresinde toplanıp okudukları kasideleri dinlerlerdi. Ukaz, Micenne ve Zu’l-Mecaz gibi ünlü panayırlar vardı. Araplar alış-veriş için buralarda toplanırlar, şairler de yeni şiirlerini sunmak için panayırları fırsat olarak değerlendirirlerdi. Şair şiirini okurken kabilesi de etrafında durur, ona tezahürat yaparak gayrete getirir ve onunla iftihar ederdi. Panayırlarda en iyi kasideler seçilerek, bir deve derisine yazılır ve mabutlardan uzak olmaması için Kabe’ye asılırdı. Ukaz panayırı, şiir sahasında panayırların en tanınmışı idi. Araplar arasında şairin konumu gerçekten yüce idi. İnsanların nezdinde en üstün mertebede şairler bulunurdu. Bir kabileden adını duyuran bir şair  çıktığı zaman diğer kabilelerden konuklar bu kabileyi kutlamaya gelirlerdi. Şairin kabilesi buna sevinir, kurbanlar keser, halka yemek ikram ederdi. Kabilenin kadınları da çalgı çalarlar, dans ederler ve şarkı söylerlerdi. Çünkü şair kabilesini şiiri ve diliyle bir süvarinin kılıç ve harbesiyle savunmasından çok daha iyi savunurdu. Aynı zamanda şair olayları şiiriyle tescil eder, diğer kabilelerin şairleri şiirleriyle kabilesine sataştığı zaman onlara yanıt verirdi.

Araplar arasında şiir ve şairlerin etkisi büyüktü. Çünkü şair önemsiz birini övünce değerini yüceltir, şerefli birini eleştirdiğinde itibarını azaltırdı. Şairler kabilesi için övünç kaynağı olduğu gibi aynı zamanda korkulan kimselerdir. Zira sıradan bir insanın elde etmesi olanaksız olan bir ilme vakıf olduğu düşünülen şairlerin gözle görülmeyen bir takım kuvvetlerle irtibat halinde olduğu düşünülürdü. Bunun sonucunda bir takım beddualarla düşman üzerine belâ ve kötülükler yağdırabilirdi.

Arap şirini okuyan, onda Arapların yaşamını, çölü, çadırı eğ­lence yerleri ve su kaynakları ile gayet açık olarak bulur. Arap büyüklerinin sözleri, iyi evlat yetiştiren kadınlar, iyi cins atlar, kılıç tasvirleri hep Arap şiirindedir. Araplar arasında meydana gelen olayların tarihi, belli-başlı savaşlar, Arap adet ve ahlakı yine Arap şiirinde yer alır.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.