Kırım Savaşı: Osmanlı Nasıl Avrupalı Oldu?

Osmanlı Devleti 1850’lerde yine büyük sıkıntı içindeydi; Rusya, Karadeniz kıyılarında İstanbul’a çıkarma yapacak üç tümenlik bir kolordu hazırlıyor, Osmanlı’nın kalbine, başkent İstanbul’a vurucu bir son darbe indirmek istiyordu.

Ne var ki, tüm hazırlıklarına rağmen buna cesaret edemeyen Rusya, Balkanlar üzerinden ilerlemeye karar verdi. Yine de savaş için bir bahaneye ihtiyaç vardı: Kudüs’te Latinlere ait kutsal mekanlar üzerindeki yönetimde Fransızlara pay verilmesi, Rusların istediği bahaneyi yarattı. Ruslar da, Ortodokslara ait mekânlar için yönetim hakkı istediler; ama sadece Kudüs’te değil, tüm Osmanlı ülkesi içinde istediler bu hakkı. Halbuki Küçük Kaynarca Antlaşması onlara böyle bir hak vermiyordu.

Ruslar ültimatomlarını vermek için 28 Şubat 1853’te İstanbul’a Prens Mençikof’u gönderdiler. Osmanlı’nın en sabırlı hariciye görevlilerini bile çileden çıkaran Prens Mençikof’un istediği tam da buydu; müzakere etmeye değil, savaş çıkarmaya gelmişti!

Nüfusunun üçte birinden fazlası Ortodoks Hıristiyan olan Osmanlı için, Rus talepleri kabul edilemezdi. 1853’ün 2 Temmuz günü, Rus ordusu Prut Nehri’ni geçerek Eflak ve Boğdan’ı işgal etmeye başladı. Bu işgalin Türkiye’ye savaş açılması demek olmadığı, bütün Avrupa başkentlerine resmen tebliğ edildi. Türkiye, Ortodokslara haklarını tanıyınca Rusya, Romanya’yı boşaltmayı kabul ediyordu. Ancak bu söz, Çar’ın daha bir kaç hafta önce İngiltere’ye yaptığı Hasta Adam‘ı paylaşma teklifiyle çelişiyordu.

Osmanlı ordusu da, 23 Ekim’de Tuna’nın karşı kıyısına geçerek Rusların elindeki toprakları kurtarmak için ilerledi. Ordu hazırlıkları ne seviyede olursa olsun, hiçbir devlet kendi topraklarını savaşmadan terk edemezdi.

Ruslar büyük bir yığınak yapmadılar; çünkü kısmi seferberlik ilan etmiş olan Avusturya’nın birlikleri yandan vurmasından çekindiler. Bu arada Kafkasya’da da savaş şiddetlendi; Ruslar Şeyh Şamil‘in kabile askerlerinin yanı sıra Türklerle de savaşmak zorunda kaldılar. Ayrıca İngiltere ve Fransa donanmalarını Çanakkale’ye göndermiş; bir İngiliz filosu da Baltık kıyılarını tehdit ederek Ruslar için yeni bir gaile yaratmıştı. Rus Genelkurmayı bütün bu cepheleri düşünmek, hepsine kuvvet ayırmak ve ikmal yapmak zorundaydı.

Ne var ki, 30 Kasım 1853 tarihinde Rus filosunun Sinop’u basıp buradaki Türk donanmasını yakması, olayların seyrini değiştirdi: Rus donanması bu baskında ilk kez infilak eden yeni mermiler kullanmıştı. Ancak bu olay Avrupa’da çok farklı yankılandı ve Rusların kenti topa tutup sivilleri de öldürmesi nedeniyle, bu baskın “Sinop Katliamı” olarak anıldı.

Moskova’nın Akdeniz’de boy göstermesi, ne İngiltere ne de Fransa’nın tahammül edebileceği bir şey değildi ve her iki ülke, kamuoylarını da bu şekilde oluşturmaya başladılar.

27 Şubat 1854’te III. Napolyon, Çar Nikola’ya, savaşa son verilmesini teklif etti. Savaşa son vermeye yanaşmayan Çar, teklifi reddettiği gibi, yayınladığı bir beyanname ile Fransız ve İngilizlerin Hristiyan dinine ihanet ederek Müslüman Türklere yardakçılık ettiklerini söylemek basiretsizliğinde bulundu. Buna fena halde kızan III. Napolyon, Londra’ya, Rusya’ya savaş açılması teklifinde bulundu. Böyle bir şeyi çoktan isteyen, Ruslar’ın güneye doğru ilerleyişlerinden her zaman ürken İngiltere, III. Napolyon’dan çekiniyordu. Onun açık desteğini kazandıktan sonra, savaşa girmemesi için hiçbir sebep kalmamıştı. İngiltere ve Fransa büyükelçilerinin Petersburg’ dan ayrılmaları ile Rus-İngiliz ve Rus-Fransız siyasi ilişkileri kesilmiş oldu. Çar, birbiri üzerine siyasi gaflar yapmış ve savaşı daha başından diplomatik yoldan kaybetmişti.

O günlerde bu sorun global planda “temsili” ve “otokratik” sistemler arasındaki büyük mücadele olarak sunulmaktaydı. 12 Mart 1854’te İngiltere ve Fransa, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti eden bir antlaşma yaptılar ve bu antlaşmanın gereği olarak savaşa katıldılar. Ancak fiilen çatışmaya girmeleri için uzun bir süre gerekecekti. Çünkü savaş hiç de bekledikleri şekilde gelişmedi.

Müttefikler Rusların, Tuna’yı geçerek hızla Trakya’ya gireceklerini düşünüp onları Gelibolu’da beklemeye karar verdiler. Fakat Ruslar, Silistre’yi savunan yetenekli komutan Ömer Lütfi Paşa’yı geçemeyince savaş Tuna kıyısında kaldı…

Vatan yahut Silistre

15 Mayıs’ta Ruslar, Güney Dobruca’da, Tuna üzerinde önemli bir Türk kalesi olan Silistre’yi kuşatmaya başladılar. Kuşatmanın başında bizzat Başkomutan Mareşal Paskieviç bulunuyordu. Savaş çok şiddetli oldu. 9 Haziran’da Mareşal Paskieviç ağır şekilde yaralandı ve Rusya’ya dönmeye mecbur oldu. Çar, onun yerine Prens Gorçakof’u getirdi. Ancak Ruslar, Silistre önünde çakıldılar ve gittikçe ağırlaşan ölçüde zayiat verdiler. 13 Haziran’da Prens Gorçakof da yaralandı. Orgeneral Schilder öldü ve Orgeneral Luders ölüm derecesinde yara aldı. 80.000 Rus, 10.000 Türk’ün karşısında mıhlandı kaldı. Namık Kemal’in ünlü “Vatan yahut Silistre” piyesi, bu kuşatmayı konu alır.

Müttefikler bunun üzerine Gelibolu’dan çekilerek, Temmuz 1854’te savaş sahnesine daha yakın olan Varna’ya çıktılar. Ama bu sırada Ruslar da Ömer Muhtar Paşa’dan daha fazla darbe yememek için önce Silistre sonra da Eflak ve Boğdan’dan çekilmeye başladılar. Tuna cephesindeki savaş, İngiliz ve Fransızlar tek bir Rus askeri görmeden bitmişti…

Bundan sonrası kısa sürede herkesin öğrendiği bir sır haline geldi: Müttefikler, Kırım’a çıkarak savaşı Rus topraklarına taşıyacaklardı! İngilizlerin The Times gazetesi bu planı öğrenerek ifşa etti. Zaten Ruslar da bunu tahmin etmişler, Kırım’ı takviye etmeye başlamışlardı. Bu planın amacı, Rusların prestijini kırarak onları barış görüşmesine dezavantajlı bir şekilde oturtmaktı.

Müttefikler, savunma tesisleri denize yönelmiş olan Sivastopol Kalesi’nin karadan hızla alınabileceğini düşündüler. Müttefik ordusu denizden kolayca ikmal edilebilecek, Ruslar ise malzemelerini uzun ve bozuk yollardan taşımak zorunda kalacaklardı.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı; İngiliz ve Fransız askerleri kışa kadar savaşı bitireceklerini umarak, 14 Eylül 1854 günü Sivastopol yakınlarında, kaleye dokuz günlük yürüyüş mesafesinde karaya çıktılar. 14 Eylül’de Kırım’a ilk çıkan kuvvetler, 24.000 Fransız, 22.000 İngiliz ve 7.000 Türk’ten ibaretti. Kaleye ulaşıncaya kadar üç nehri aşmaları ve birçok muharebe vermeleri gerekecekti.

Müttefik yığınağını engellemek için Ruslar, Alma Nehri kıyısında muharebe ettiler ve kaybettiler. Halbuki Müttefik güçleri henüz kıyıda tutunamadan taarruz etmek gerekiyordu. İngilizler birkaç gün sonra Balaklava limanını ele geçirerek ikmal olanaklarını artırdılar. Ruslar bir süre sonra buraya bir taarruz düzenlediler. 25 Ekim’de yapılan bu muharebe çok önemli değildi; ama Hafif Süvari Tugayı’nın hücumu ile meşhur oldu…

Burada İngiliz tugayı, bir dizi yanlış anlama sonucunda, Rusların her yandan ateş çemberine aldığı bir vadide dörtnala süvari hücumuna kalkarak yarıya yakın kayıp vermişti: 673 süvariden 247’si zayiat listesine geçti.

Son büyük muharebe, 5 Kasım’da İnkerman tepelerinde yapıldı ve Ruslar yine yenilerek geri çekildiler. Ama Müttefikler bunu takiben, Sivastopol önlerine geldikleri zaman, karada büyük tahkimat yapılmış olduğunu gördüler: Rus istihkamcısı Todleben gece gündüz çalışarak ciddi savunma mevzileri hazırlamıştı.

Bundan sonra Müttefiklerin yapacakları tek iş, kenti kuşatmaya almak ve kışı geçirmek üzere yerleşmekti. Çatışmalar bir yıpratma savaşına dönüştü. Öte yandan Ruslar, Kafkasya’da ilerleyerek Kars Kalesi’ni kuşattılar. Barış görüşmelerinden kısa bir süre önce kaleyi aldılar; ama sonra da, antlaşma uyarınca burayı terk edip çekileceklerdi…

Sivastopol Düşünce…

Kırım Savaşı sırasında İngiliz topçularıKışın sonunda Kırım’daki Müttefik yığınağı 120 bin Fransız, 17 bin Piyemonte ve 32 bin İngiliz askeriyle, Ömer Lütfi Paşa komutasındaki 55 bin Türk askerinden oluşmaktaydı. Bu kuvvetler sürekli kayıp veriyor ve yeni eratla mevcutları tamamlanıyordu. Sivastopol da, yaklaşık aynı sayıda Rus askeri tarafından savunuluyor ve Rusların devamlı takviyesi nedeniyle kale düşmek bilmiyordu. Ancak Prens Gorçakof kalenin akıbetinin umutsuz olduğunu, babası I. Nikola’nın 2 Mart’ta ölmesi üzerine yeni Çar olan II. Aleksandr’a bildirdi. Çıkarmadan bir yıl sonra, Müttefik ordusu Sivastopol’ü aldı; ama Rus ordusunun körfezin kuzeyindeki tahkimli mevzilere çekilmesini önleyemedi.

Bundan sonra ne Rus Çarı Müttefikleri denize dökebilecek, ne de Müttefikler Rusları kovalayabilecek durumdaydı. Fakat Rusların Sivastopol’da verilen pek ağır zayiat, Rusya için savaşı sürdürmeyi olanaksız kılmıştı. Zira bu sırada İngiliz donanması, Baltık Denizi ile Botni Körfezi arasındaki Rusya’ya ait olan Finlandiya’nın Aland Adaları’nı da işgal etmiş ve Rus taht şehri Petersburg’un denizle bağlantısını kesmişti. Sivastopol düşmüştü ve Müttefikler barış masasına savaşın galipleri olarak oturdular.

Yıllar süren seferberliklerle iflasın eşiğine gelmiş olan Çar da barıştan başka bir şey istemiyordu. Barış görüşmelerinin ön koşullarının Şubat ayının ilk günü Viyana’da kabul edilmesi üzerine, esas toplantı 25 Şubat 1856 günü, Kırım Savaşı’ndan en büyük prestijle çıkmış olan Fransa’nın başkenti Paris’te başladı.

Kırım Savaşı, Napolyon Savaşları ile 1. Dünya Savaşı arasında Avrupa’da meydana gelen en büyük savaştır. 20. yüzyıl öncesindeki bütün savaşlarda olduğu gibi, hastalıktan ölenler çatışmada ölenlerden çok daha fazladır.  Bazı tahminler her 5 kişiden 4’ünün tifüs, kolera, dizanteri ile diğer hastalıklardan öldüğüne işaret etmektedir. Kesin rakam bilinmemekler birlikte çoğu kaynak savaş boyunca yaklaşık 60 bin İngiliz, 100 bin Fransız ve 150 bin Osmanlı askerinin öldüğünü ifade etmektedir. Rus kuvvetlerinin kaybı ise tahminen 300 bin civarındadır.

Paris Kongresi’nde Neler Oldu?

Paris Kongresi, 1815’te Napolyon sonrası Avrupa’yı düzenleyen Viyana Kongresi gibi büyük bir olay olarak gösterilmekle birlikte, aslında Rusya ile barış koşullarının tayini ve “Doğu Sorunu” yani Osmanlı’nın ne olacağı konusu etrafında döndü.

Kongre, “yeni bir Avrupa” uyumu yaratmadı; ulusal rekabetlerin giderek öne çıktığı bir döneme girilmişti. Osmanlı, Avrupalı müttefiklerinin yanında galipler safında masaya oturmakla birlikte, “Doğu’nun Hasta Adamı” muamelesinden kurtulamadı…

Hiçbir Avrupa gücü, Osmanlı topraklarının bir diğerinin eline geçmesine izin vermeyeceği için, Osmanlı ülkesi, müştereken yönlendirilen bir ülke konumundaydı. Bu nedenle de, Avrupa’nın bütün ülkeleri, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü garanti ederken aynı zamanda Türklerin Avrupa camiasının bir üyesi olduğunu ve o dönemde bir Avrupa Genel Hukuku anlamını taşıyan Devletler Genel Hukuku’ndan yararlanmasını kabul ettiler.

Böylece Osmanlı devleti “hukuk dışından hukuk içine” alınmış oluyordu. Bu gelişme, her şeye rağmen, büyük bir adımdı. Osmanlı, Ruslar ile önce 1768-74, sonra 1787-92 ve ardından da 1829’da tek başına savaşmış ve mağlup olmuşken, şimdi kendisine müttefikler bulmuş ve onların desteğiyle de olsa, ‘galipler’ safına oturmuştu. Üstüne üstlük, Rusların yanında savaşa katılmak isteyen Yunanlılar da azarlanmış ve kuvvet gösterisiyle bu girişimleri engellenmişti,

Kırım Savaşı’nın Sonuçları

Paris Konferansı sonucu imzalanan barış antlaşmasının en önemli sonucu Karadeniz’in tamamen tarafsız hale getirilmesiydi. Zira Karadeniz’in tarafsızlaştırılması, yani bu denizde savaş gemisi ve tersane bulundurmamak zorunluluğu Türkiye için tamamen zararsız olduğu halde, Rusya için yıkımdır. Şöyle ki: Türkiye, Boğazlar’da ve Marmara’da donanma bulunduracağı için, gerektiğinde bir iki saat içinde donanmasını Karadeniz’e çıkarabilirdi. Rusya ise, Karadeniz’de hiçbir savaş gemisi bulunduramayacağından Karadeniz’de gerçek ve mutlak üstünlük, Türk donanmasında olacaktır. Karadeniz’deki Rus donanması, Baltık Denizi’ne nakledilecek ve bir daha asla Boğazlar’dan geçip Karadeniz’e intikal edemeyecektir. Böylece antlaşma yürürlükte kaldığı müddetçe, Rusya’nın Türkiye’yi denizden tehdit etmesi tamamen olanaksız duruma getirilmiştir. Üstelik Rusya, Karadeniz üzerindeki tersanelerini de yıkacağı için, barış antlaşması bozulsa bile, bu denizde Rusya’nın tersane kurup yeniden donanma inşası yıllarca sürecek ve oldukça pahalıya patlayacak bir iş olacaktır.

İmzalanan antlaşma ile Osmanlı Devleti Avrupa uluslar topluluğuna kabul ediliyor ve devletin bağımsızlığı ile toprak bütünlüğü Avrupa devletlerinin ortak güvencesi altına alınıyordu.

Türkiye’de ilk telgraf hattı da Kırım Savaşı sırasında 9 Eylül 1855’te İstanbul-Edirne-Varna-Kırım arasında kuruldu. Gene bu yıllarda ilk demiryollarının (İzmir-Turgutlu hattı) inşasına başlandı.

Bunlar Kırım Savaşı’nın Osmanlı lehine olan sonuçlarıydı ancak Osmanlı’nın zararına olan sonuçları da hayli fazlaydı.

Kırım Savaşı sürerken Osmanlı İmparatorluğu 28 Haziran 1855 tarihinde ilk dış borçlanmasını yapmıştı. Savaş giderlerini karşılamak amacıyla İngiltere’den % 5 faizle 5 milyon İngiliz altını alındı. Bundan sonra dış borçlanmalar birbirini izleyecek ve Osmanlı maliyesi yalnızca 20 yıl sonra iflas etme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı.

Rusya şimdiye kadar Osmanlı ile yapıp da kazandığı her savaşın ardından Osmanlı’dan toprak kazanmayı başarmıştı. Oysa Osmanlı bu savaşın sonunda galip ülkeler tarafında olmasına karşın Rusya’dan toprak almayı başaramadı. Dahası Eflak ile Boğdan’ın özerkliğini kabul etmek ve Sirbistan’a verdiği ayrıcalıkları genişletmek durumunda kaldı.

Osmanlı Paris’te barış masasına otururken, 28 Şubat 1856’da da “ortak” zoruyla, Islahat Fermanı’nı ilan etti. Bu süreç, Viyana’da kabul edilen ön koşullardan birisiydi ve esas itibariyle ülkedeki Hıristiyanlara yeni haklar verilmesini öngörmekteydi.

Yabancıların mülk edinebilmesi de koşullardan birisiydi. Müslümanlar için herhangi bir yeni hak söz konusu olmadı. Avrupalı olmanın bedeli vardı ve bu bedel ucuz değildi. Keza Avrupalılar kapitülasyonları kaldırmaya da yanaşmadılar. Osmanlı devleti yine ekonomisine hakim olamayacak ve eksik egemenlik dolayısıyla devlet idaresi zaaf içerisinde kalacaktı…

Ancak her şeye rağmen, Paris Antlaşması, Osmanlı için bir avantajdı.  Ordu ve donanmada, devlet yönetiminde yapısal reformlara gidilemedi. Birbirini izleyen borçlanmalar da isyanların bastırılması ve maaş ödemelerinin yanı sıra, sarayın israflarına akıtıldı. Devlet gelirlerine ve gümrüklere hakim olamayan bürokrasi, ilk kez Kırım Savaşı sırasında İstanbul’da yaygınlaşan “alafranga” merakının giderek tüm ülkeye yayılmasını izlemekle yetindi. Üretime değil tüketime yönelik bir Batı hayranlığının bedeli, diğer sorunlardan daha ağır oldu.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.