McCarthy Dönemi: ABD’de Cadı Avı

Orson Welles 1941’de çevirdiği “Yurttaş Kane” filminde ilk büyük basın patronlarından William Randolph Hearst’ün Amerikan halkını nasıl yönlendirildiğini anlatırken, on yıl sonra, yeni bir baskı bulutunun nasıl Hollywood üzerine çökeceğini, kendisinin de nasıl kurbanlar listesine alınacağını bilmiyordu.

1930’larda ve 40’larda, ciddi sorunları ele alan filmler 1950’lerde yerini karanlık propaganda filmlerine bırakacaktı. “Büyük Diktatör” (1940) ve “Modern Zamanlar” (1936) filmlerini yaparken dikkat çeken Charlie Chaplin de, eleştirel tutumu nedeniyle, diğer yüzlerce yönetmen, senarist ve oyuncu ile birlikte dışlanacaktı. Ama bunlar büyük resmin sadece küçük bir parçasını oluşturacaktı.

Amerikan halkı son 90 yıl içerisinde, üç kez büyük korku yaşadı veya bu korkuya sevk edildi. Bunlardan birincisi, 1917 ile 1920 yılları arasındaki “First Red Scare” denilen komünizm korkusuydu.

Kısa süre sonra FBI’ın başına geçecek olan J. Edgar Hoover’ın kuruma girdiği ve bütün hayatını şekillendirecek olan Komünizmle Mücadele Masası’nda çalışmaya başladığı yıllardı. Bu baskı döneminin Amerikan tarihine bıraktığı hatıralar arasında, sendika baskınları, linçler, şanslı yabancıların sınırdışı edilmesi ve Nicola Sacco ile Bartolemeo Vanzetti gibi şanssızların uydurma davalarla kurban edilmeleriydi.

Bu dönemin öne çıkan bir diğer konusu da muhafazakârların İncil’i inkar eden evrim kuramının okullarda öğretilmesine karşı büyük bir kampanya açmasıydı.

1920’lerdeki muhafazakar dalga, büyük kriz ve Roosevelt’in reformcu politikalarıyla bir ölçüde geride kalmıştı. Ne var ki, II. Dünya Savaşı biter bitmez başlayan Soğuk Savaş, ikinci büyük korku dalgasını yaratacaktı. Bu dönem, Amerikan tarihinde “Second Red Scare” adını taşır: Üçüncü korku dalgası olan 11 Eylül’ün tarihi ise, elbette ileride yazılacak…

Bu ikinci dalganın perde önündeki kahramanı Wisconsin senatörü Joseph R. McCarthy, perde arkasındaki ise, FBI’ın değişmez başkanı J. Edgar Hoover olacaktı.

1945’te Sovyetler Birliği’nin tekrar ABD’nin düşmanı olarak öne çıkacağının anlaşılması üzerine, ABD’de bu ülkeye ve Amerikan Komünist Partisi ve diğer sol gruplara karşı kapsamlı kampanyalar başlatıldı.

1940’ta çıkartılmış olan Alien Registration Act (Yabancıları Kayıt Kanunu) çerçevesinde, savaş sırasında 4 milyon 741 bin 971 yabancı fişlenmiş ve politik görüşlerine göre tasnif edilmişti. Şimdi sıra Amerikan vatandaşlarına gelmişti. 1938’de kurulmuş olan Amerika Karşıtı Faaliyetleri Soruşturma Komitesi’nin faaliyetleri hızlandırıldı. Bunlar öncelikle sanat dünyasında ve özellikle de Hollywood’da görüşlerinden hoşlanmadıkları kişileri kara listeye alıp yıldırma politikası yürütmeye başladılar. Geçmişinde herhangi bir sol gruba sempatizan olanlar bile ifadeye çağrılıyor ve arkadaşları hakkında ifade vermedikleri taktirde, şirketlere gönderilen kara listelere almıyorlar, bu artist ve sinemacılara, hiçbir şekilde iş verilmiyordu.

Onurlu kişiler ifade vermeyi reddederek, uzun yılları baskı ve yokluk içinde geçirmeyi yeğlediler. Kara listeye alınanlar arasında Leonard Bernstein, Charlie Chaplin, Orson  Welles, Edward G. Robinson, Jules Dassin gibi isimler vardı. İsviçre’ye yerleşmek zorunda kalan Chaplin, anılarında komünist olmadığını kesin olarak yazacakken, komisyona ifade verirken ise gururundan dolayı komünist olmadığını söylemeyecek, yalnızca “komünist olmak en doğal hakkımdır” diyecekti

Histeri ve Korku Ortamı, McCarthy’nin Yükselişini Sağlıyor

Ancak kısa sürede Hollywood dışından kişiler, örneğin Howard Fast, Arthur Miller, Dashiel Hammett, Lilian Hellmann gibi yazarlar, Pete Seeger ve Paul Robeson gibi sanatçılar da yeni listelerde yerlerini alacaktı. Atom bombasını yapan ekibin önde gelen birkaç isminden biri olan Robert Oppenheimer bile, ağır baskı altında kalacak ve ancak Senato Komisyonu’nda aklanacaktı.

Bazıları ise bu cadı avı döneminde arkadaşlarının adını komisyona vererek kendilerini kurtarmaya çalıştılar. Bunlar içinde en ünlüsü hiç kuşkusuz yönetmen Elia Kazan idi. Kayseri kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak İstanbul’da doğan Elia Kazan, baskılara dayanamayınca sekiz arkadaşını adını komisyona verecek, yıllar boyunca hain damgası yemekten kurtulamayacaktı.  Kazan, 1999 yılında Oscar ödülünü kazandığında  geçmişi peşini bırakmamış; Nick Nolte, Ed Haris, Tim Robins, Susan Sarandon, Jesica Lange gibi birçok ünlü oyuncu ve yönetmen durumu protesto ederek ödül töreni sırasında salonu terk etmişti. Yalnızca 2 yıl önce 1997’de İstanbul Film Festivali Onur Ödülü’nü almak için geldiğinde Cumhuriyet gazetesinden Ahu Antmen’e  “Doğru olduğuna inandığım şeyi yaptım. Özür dilemiyorum. Utanmıyorum. Ve beni mutsuz etmiyor”  diyen Kazan, bu protesto sonrası Oscar heykelciğini kaldırırken dudaklarından tek sözcük dökülüyordu: “Utanıyorum…

Sovyetler Birliği’nin önce atom sonra da hidrojen bombasını yapması, Amerika’daki korku ve histeriyi toplumsal bir hastalık derecesine çıkardı. Bu ortam, ABD’nin Orta Batı bölgelerinden gelen muhafazakar bir taşra politikacısı olan Joseph Raymond McCarthy’nin yükseleceği iklimi hazırladı.

Başarısız bir avukat olan McCarthy bütün hırslı politikacılar gibi, hızla yükseleceği bir kapı aramış, önce Demokrat Parti’ye yanaşmış ancak burada istikbal göremeyince Cumhuriyetçi olmuştu. Namuslu bir insan olan rakibini hayata küstürecek son derece kirli bir seçim kampanyası yürüten McCarthy, deniz piyadesi olarak girdiği savaşı masa başı bir görevde geçirdiği halde, silah kuşanmış biçimde poz verdiği fotoğraflarını seçim kampanyasında kullanacaktı. Ahlaksızlığı ve acımasızlığı ile şöhret yapacak ama yine de, 1946’da Senato’ya seçilecekti.

Daha sonraları McCarthy hakkında yazılacak olan özet yargı şuydu: “Amerikan halkının kafasını karıştırıp saptırmak ve Amerika’nın dünyadaki itibarını düşürmek için, hiçbir kimse onun kadar başarılı olamamıştır.”

Senatodaki çaylak dönemini atlattıktan sonra, 1950 yılı başlarında, Cumhuriyetçi Parti içerisindeki etkinliğini artırmak için harekete geçen McCarthy, günün modası olan anti-komünizmin bayraktarlığını yapacaktı.

Elinde, “Dışişleri Bakanlığında yuvalanmış 205 komünisti içeren bir liste” olduğunu iddia edecek, daha sonra bunların 57 kişi olduğunu söyleyecekti. Sıkıştırılınca da, tek bir kişi bile gösteremeyecek; ama John Hopkins Üniversitesi’nde Uzak Doğu uzmanı olan Owen Lattimore’un Dışişleri Bakanlığı’ndaki casus teşkilatının başı olduğunu öne sürmekten de geri kalmayacaktı! FBI bu konuda hiçbir delil getiremeyecek ve Senato’nun özel bir komitesi Lattimore’u aklayacaktı. Daha sonra da McCarthy, ABD’nin BM temsilcisini ve bazı senatörleri, komünistlerle bağlantı kurmakla; II. Dünya Savaşı’nın politikaya atılan generalleri Marshall ve Eisenhower’ı da “komünistlere karşı mücadelede etkin olmamakla” suçlayacaktı.

Bu mesnetsiz iftira politikasının Nazilerin politikalarıyla benzerliği, aklı başında Amerikalıları çok rahatsız etmekle birlikte, çoğunluk, anti-komünist histeri içerisinde, ona kulak verebilecek ve en azından, karşı çıkmayacaktı.

1954’ün ilk aylarında, McCarthy’nin çirkin yüzünü sergileyen televizyon programları artık ulusal kanallarda yayınlanacak; ama o tarihlerde yapılan kamuoyu anketleri bile, Amerikan halkının yüzde 50’sinin onu desteklediğini ve yüzde 21’inin de kararsız olduğunu ortaya koyacaktı…

Her şeye rağmen, eğer bazı özel desteklere sahip olmasaydı, McCarthy bu denli pervasız davranamazdı. Onun birinci desteği, Cumhuriyetçi Parti içerisinden geliyordu. Cumhuriyetçi liderler bu ahlaksız demagogu önce 1950 Kongre Seçimleri’nde, sonra da 1952 Başkanlık Seçimleri’nde, demokratlara karşı başarıyla kullandılar. McCarthy, Roosevelt ve Truman’ın yönetimleri sırasında ABD hükümetinin komünist yuvalarıyla dolduğunu, demokratların bu konuda en azından ihmalle suçlu olduklarını ileri sürdü; ama 1952’de Cumhuriyetçiler iktidara gelince, tek bir komünist bile bulamadılar. Diğer yandan seçim kazanıldıktan sonra, bunun hiçbir önemi kalmamıştı, yani en azından o dönemde kimse hesap sormadı; sonra da zaten konu gündemden düştü.

FBI McCarthy’yi Kullanıyor

Joseph McCarthyWisconsinli demagogun ikinci desteği ise, FBI’ın şefi Hoover idi. II. Dünya Savaşı’ndan hemen, sonra kadroları iki misli artırılan bu örgüt, sol ve liberal düşünceli herkesi sindirmek için McCarthy’yi kullandı. Hoover’ın yardımcısı William Sullivan yıllar sonra McCarth’ye bütün “sözde bilgileri” ve ipuçlarını kendilerinin verdiğini açıklayacaktı. Diğer yandan, şunu ifade etmek gerekir ki, hem 1952’de -biraz da onun sayesinde- başkanlığa seçilen Eisenhower, hem de Hoover bir süre sonra onun büyük densizliklerinden sıkıldılar ve kendi politikaları için zararlı olduğuna karar verdiler.

Senatör elinde boş kağıtlarla televizyon karşısında bağırıp çağırıyor, açıklamakla tehdit ediyor ve kimse ona karşı çıkamıyordu; ama bir süre sonra asılsız suçlamaların geri tepeceği de açıktı.

1952 seçimlerini Cumhuriyetçilerin kazanmasını takiben, McCarthy’nin komünistlere karşı giriştiği ‘Haçlı Seferi’ni artık sona erdirmesi beklendi. Cumhuriyetçi parti şefleri onu hükümet ihalelerini soruşturan bir komiteye atayarak burada kızağa çekmek istediler. Ama McCarthy, kendisini bu komitenin başkanlığına seçtirerek iftiralarını savurmayı sürdürdü. Elçi tayinlerine karışmaya başladı ve Dışişleri onun onayını almadan hiçbir görevli atayamaz hale geldi.

1953 yazında, iki yardımcısı yurtdışındaki ABD elçiliklerini teftişe çıkıp yeni rezaletler yarattılar. Komünizme karşı Amerika’nın Sesi radyo programlarını yürütenleri de iyice sarsıp yıprattıktan sonra, sıra Amerikan kütüphanelerinde bulunan yıkıcı yayınları tespite geldi. McCarthy, hazırladıkları listelerdeki kitapları toplattırdı ve bunların bir kısmı yakıldı. McCarthy, Hitler ile aynı sırayı izliyordu: Kitap yakmanın ardından Protestan din adamlarına el atıldı!

Hükümet tüm bunları onaylamıyor ama engelleme yoluna da gitmiyor veya gidemiyordu; bu yüzden de itibar yitirmeye başladı. 1953 yazında Avrupa’ya yaptığı bir geziden dönen General Electric Başkanı Philip Reed, Eisenhower’a şunları yazacaktı: “Burada herkes bizim demokratik hükümet ve kişi haklarıyla ilgili kavramlarımızın, komünistler veya faşistlerden farklı olup olmadığını soruyor.”

McCarthy’nin ipini çekmek isteyenler çoğalıyor ama hâlâ kimse ona dokunamıyordu. 1954 başında, McCarthy Amerikan ordusuna da çattı. Bir subayın bağlılık yemini yapmadan terhisi konusunu büyüterek, kamuoyunda orduyu yıpratmaya çalıştı. Ordu sözcüleri ise, McCarthy’nin, yardımcıları için, kanun dışı yollarla askerlikten muafiyet temin etmek istediğini sergileyerek buna yanıt verdiler. Bu tartışmalar televizyona yansıyınca, milyonlarca Amerikalı, onun ne denli küstah, yalancı, acımasız ve kaçamak dövüşen bir politikacı olduğunu daha iyi gördü.

McCarthy’nin önünü keşen cesur bir yayıncı da CBS’den Edward R. Murrow oldu. 3 Mart 1954’te “Joseph McCarthy Raporu” adlı bir dosya televizyonda yayınladı. Burada, senatörün ahlaksızlığı ve acımasızlığı açıkça sergileniyordu. Nihayet Senato, 1954’ün Aralık ayında McCarthy’nin bazı eylemlerini kınayan bir kararı, 76’ya karşı 22 oyla onayladı. Bu olay oyunun sonu idi. McCarthy bir avuç şakşakçısıyla baş başa kalınca, kendisini, eski alışkanlığı olan içkiye verdi. Karaciğeri iflas edince de, 1957 yılında öldü.

McCarthy Olayı’nın Sonuçları

McCarthy’nin yaptıkları incelendiği zaman, ABD’de muhalifleri sindirmek için başarılı olduğu açıkça görülür. ABD Komünist Partisi bu kampanyalarla ezilmişti ama bu zaten ABD politikalarında etkisi ve prestiji olmayan marjinal bir kuruluştu. Diğer yandan 1950’lerde ABD yönetimine büyük zarar verdiği, özellikle de Dışişleri Bakanlığı kadrolarının bir kısmının hizmetten ayrıldığı veya ayrılmak zorunda bırakıldığı görülür. Amerikan tarihçileri, burada oluşan zaafın ABD’nin 1960’lı yıllarda yaptığı büyük dış politika hatalarında etkili olduğunu söylemektedirler. Keza bir diğer sonuç da, komünizme karşı yürütülen mücadelede, dünyadaki her insanı yüzlerce kez öldürmeye yetecek kadar nükleer silah üretilmesiydi. ABD’de komünizm korkusu gerçekten akıl dışı boyutlara çıkartılmıştı. Bunlara ve başka silahlara aktarılan trilyonlarca dolar, çok başka sorunların çözümünde kullanılabilirdi. McCarthy Olayı yalana dayanan propaganda tekniklerinin geçerliliğini ve Amerikan kamuoyunun uzun sürelerle yönlendirilebildiği gerçeğini tekrar ortaya koydu. Amerikan yönetimi ise, bu olaydan, öncelikle basını denetim altına almak gerektiği dersini çıkardı. Ancak Vietnam dönemi ile Watergate krizlerinde uygulamakta başarısız kaldığı bu dersi, 1980’lerden itibaren hayata geçirmeye başladı.

McCarthy Sonrasında Neler Oldu?

Yıllarca McCarthy’yi desteklemiş olan FBI ve ünlü şefi Hoover, McCarthy sonrasında solcu avı için yeni yollar buldu. Özellikle 1956 ve 1957 yıllarında, Yüksek Mahkeme kişi haklarını koruyan bazı kararlar alınca, 1957’den 1970 yılına kadar, resmen sürdürülen ve “COINTELPRO” adı verilen bir program hayata geçirildi. Bu programın amacı, “komitelere çağrılamayacak ve normal yollarla suçlanamayacak olanları etkisizleştirmek” diye ifade ediliyordu. Bu çerçevede solculara, savaş karşıtlarına (özellikle Vietnam Savaşı sırasında) ve sivil haklar savunucularına karşı psikolojik bir savaş yürütülüyor, kuruluşlara ajanlar yerleştiriliyor, korku yaratılarak, hizipçilik desteklenerek veya dedikodular çıkartılarak hedeflerin yıpratılması yoluna gidiliyordu. Adli merciler bu tür yıpratıcı davalarla bu oyuna alet ediliyordu. Nihayet zaman zaman şiddet kullanma yoluna da gidiliyordu ki, FBI’ın bu programının benzerleri, aynı dönemde birçok ülkede uygulanacaktı. Konuya başka bir açıdan bakıldığında, McCarthy varken, tüm bunlar onun sayesinde yapılıyordu ve onun sahneden inmesi, bu programın yaratılmasını sağlamıştı. “COINTELPRO” programının en büyük hedeflerinden birisi, Martin Luther King Jr. Olacaktı. FBI kiliseleri ona karşı tehdit edecek, özel hayatını dinleyecek, karısıyla arasını açmaya çalışacak, intihara teşvik edecek, dostlarını ve destekçilerini korkutacaktı.

8 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.