Modern Resmin Babası: Paul Cézanne

Sonbahar güneşi birden kapkara bulutların arkasında kayboldu, çok geçmeden gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başladı. Bunu şiddetli bir sağanak takip etti, öğleden beri sehpasının başında oturarak büyük bir heyecanla resim yapan ihtiyar sanatçı iliklerine kadar ıslandığı halde bir türlü yerinden kalkamıyor, bütün vücudunu kaplayan müthiş ürpertiye rağmen çalışmaya devam ediyordu. Ama bardaktan boşanırcasına yağan yağmur çok geçmeden gücünü kesti, ayağa kalktı, evinin yolunu tuttu. Garip bir önsezi, bu manzara resminin yaşamının son eseri olduğunu sanki ona haber veriyordu. Gerçekten de evine girer girmez korkunç bir ateşle yatağa düştü, hemen çağırılan hekim zatürre tanısını koydu. Gözlerinin feri kaçmış ihtiyar, yedinci günün sabahı yatağının başucunda duran “Le Cabanon de Jourdan” adındaki yarım kalmış resmine son bir defa baktıktan sonra can verdi.

22 Ekim 1906 günü Aix-en-Provence kenti nüfus memuru kara kaplı defterinin “ölenler” hanesine yeni bir isim işliyordu: Paul Cézanne.

Kütüğün aynı sayfasında ise şu kayıt vardı:

Paul Cézanne.  Doğum tarihi: 19 Ocak 1839. Babasının adı: Louis Auguste. Anasının adı: Anne-Elisabeth-Honorine Aubert, Nüfusa kayıtlı olduğu yer: Aix-en-Provence, İkametgâh adresi: Opera sokağı 23.

İşte, kimliği Fransa’nın mütevazı bir taşra kentinde, her ölümlü insan gibi yalnızca birkaç satırla kayıtlı bulunan bu insan aslında, sanat dünyasına yön veren, empresyonizm  (izlenimcilik) akımının en önemli temsilcilerinden, resimleriyle kendinden sonraki ressamlara esin kaynağı olan bir dahiydi.

Paul Cézanne’ın eserleri daha ilk bakışta sahibini açıklar. Çünkü taşıdıkları ifade tarzı tamamen sanatçıya özeldir. Resimleri konu yönünden çoğu zaman önemsiz olduğu halde öylesine usta bir tarzda ele alınmışlardır ki, ölçülü yapısı karşısında insan hürmetle eğilir. Bu bilgili çalışması ile geleceğin sanatçılarına yepyeni ufuklar açmış, çağımıza kadar bu etki devam edip gelmiştir.

Cézanne ailesinin İtalyan asıllı olduğu ve yıllar öncesi Piemonte eyaletindeki Cesana kasabasından, Alpleri aşarak Fransa’ya gelip yerleştikleri söylenir.

Paul Cézanne 19 Ocak 1839’da Aix-en-Provence kentinde doğduğu zaman babası şehrin tanınmış bir şapka imalâtçısı idi. 1847 yılında Barges adındaki banka iflâs edince, bu işi o üzerine alarak ünlü “Cézanne et Cabassol” bankasını kurdu. İşte bu nedenle Paul, diğer iki kardeşi gibi, hayatında hiç para sıkıntısı çekmeyecek, dilediği gibi yaşayacak, çalışacaktı. Nitekim Banker Louis Auguste Cézanne seksen sekiz yaşında öldüğü zaman çocuklarına büyük değerde gayrı menkulle birlikte 1.200.000 franklık bir servet bırakacaktı. Ama Paul’e babasından kalan bu maddi değerlerin yanı sıra bir manevi miras daha vardı ki, bütün yaratma kudreti, kendi kendini yetiştirme prensibini hedef tutan bu sağlam temele dayanıyordu. Cézanne sonradan yaratıcılık konusunda fikrini soranlara şöyle derdi: “Sanat işçiliğinin dayandığı üç esas vardır: Tereddüt, dürüstlük ve itaat. Fikirler karşısında tereddüt, nefse karşı dürüstlük ve çevredeki eşyaya itaat.”

Ne var ki Paul Cézanne’ın büyük bir disipline dayanan bu gerçek yaratma çağına girebilmesi için daha mücadelelerle dolu uzun yılların geçmesi gerekecekti. Cézanne,  yaşamının büyük bir kısmında çok güçlü ve ezici bir kişiliği olan babasının baskısını sürekli üzerinde hissetti.

Bir Türlü İlgi Görmeyen Bir Ressam

Henüz çok küçük yaşta sanata hevesi olduğu halde ne çocukken ne de ilk öğrencilik yıllarında bu alanda çevresinin ilgisini çekebilecek bir başarı gösterebildi. Hatta on yaşında girdiği Aix’deki Saint Joseph okulunun resim öğretmeni kendisine kırık not bile verdi. 1852 yılında aynı şehrin Bourbon Kolejine yatılı yazıldı. Eski Yunanca, Latince, tarih ve matematik gibi tüm derslerinde parlak bir öğrenciydi ama burada da hevesli olmakla beraber, resim konusunda pek başarı gösteremiyordu. Buna karşılık öğretimi hümanist kurallara ve din felsefesine dayanan bu okulda bu yönden kendisini var gücü ile yetiştirdi. Aynı sınıfta okuyan Emile Zola ve Baptistin Baille ile yine bu okulda derin bir dostluk kurdu. Bu bağ, Paul Cézanne’ın sanat hayatının belirli bir süresi için çok önemli olacaktı. Bu üçlü öyle sıkı dost olmuşlardı ki, onları tanıyanlar kendilerine “les trois inséparables” (ayrılmaz üçlü) lakabını takmıştı.

Ne gariptir ki genç Paul Cézanne, görünürde elle tutulur bir istidadı olmadığı halde, resim sanatı için yaratılmış olduğuna inanıyordu. Nitekim Bourbon Koleji’nden haftanın belirli günlerinde izin alarak, David’in tekniğini benimsemiş olan Gibert adındaki resim hocasının Aix Resim Okulu’nda kurduğu atölyeye devam etmeye başladı. İki yıl süre ile burada çalıştı, hatta 1858’de bu okulun düzenlediği resim yarışmasında ikincilik bile kazandı. O ana kadar çekimser duran babası bunun üzerine bir akşam kendisine kesin bir ifade ile şöyle dedi: “Ressamlık iş değildir oğlum. Kendine daha sağlam bir meslek seç.”

Aslında Cézanne ne yapacağını henüz kendi de bilmiyordu. Bu arada müziğe de heves etti. Bilhassa romantik Alman okulunun devrimci bestecisi Richard Wagner’in eserlerini hayranlıkla inceledi. Arkadaşının geleceğini olağanüstü zekası sayesinde sezen Emile Zola ise ona resim alanında çalışmasını tavsiye ediyordu. Hele çok geçmeden Paris’e giden Zola, yazdığı ayrıntılı mektuplarla Paul’ün hevesini büsbütün attırmıştı.

1859’da devam ettiği lisenin edebiyat bölümünden mezun olan Cézanne, tam Paris’e gitmeye hazırlanırken, babası son sözünü söyledi:  “Şayet dilediğim mesleği kabul etmezsen hakkımı helâl etmem oğlum!”

Bu ültimatoma boyun eğmekten başka çıkar yol olmadığını anlayan Paul, ister istemez Aix Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yazıldı.

Kırık kalple üç yıl bu fakülteye devam etti. Ve bu arada, bir yandan özlemini çektiği Paris’teki dostu Emile Zola ile mektuplaşırken, öte yandan babasını kandırabilmek için her çareye başvurdu. Gizlice alçı heykellerden kopyalar ve doğadan çalışmalar yaptığı çizim akademisine kayıt oldu. Nihayet annesi ve kızkardeşi Marie’nin de destekleriyle babasının direncini kırmayı başarabildi.

Fazla diretmenin faydasızlığını anlayan babası Paul’ü böylece 1861’de Paris’e götürdü. Feuillantines Sokağı’nda çok güzel bir apartman dairesi tuttu ve o sıralarda günün modası olan İsviçre Akademisi’ne yazdırdı.

Guillaumin ile Camille Pissarro’nun da aynı atölyede bulunuşu çok hoşuna gitmekle beraber bu yeni çevrede yadırgadığı birçok şeyler vardı. Çalışmalar düzenli değildi, herkes dilediği gibi hareket ediyor, yalnızca canı istediği vakit eline fırçayı alıyordu. Oysa Cézanne’ın babasından aldığı terbiye tamamen disiplin ve düzen temeline dayanıyordu.

İlk günler kendisini büyüleyen Paris’in üzerinde bıraktığı derin etkiler böylece ağır ağır erimeye, sönmeye başladı. Bu arada dostu Zola’nın bir portresini yaptı, ama dilediğini elde edemeyince resmi paramparça etti. O sıralarda ilk edebi denemeleri ile uğraşan Zola’ya karşı çocukluğunda beslediği duygular da kuvvetini kaybetmeye yüz tuttu. Çünkü ilk gençlik hülyaları artık erimiş gitmiş, büyük, amansız bir beldenin içinde gerçeklerle baş başa kalan iki insan haline gelmişlerdi. 1886 yılında görüş ayrılığı yüzünden birbirlerine tamamen sırt çevirecek olan Zola ile Cézanne ilk tartışmalarına işte bu çağda başlamışlardı.

Paris’te bulunduğu süre içinde kendisini avutan tek şey Louvre Müzesi’ydi. Müzenin açıldığı saatten kapandığı saate kadar salonlarında dolaşır, bilhassa Rönesans ustalarının şaheserleri karşısında saatlerce kalırdı. Ama bu ünlü müze bile onu son derece ruhsuz bulduğu bu kente daha fazla bağlayamadı. Şirin memleketi çok geçmeden burnunda tütmeye başladı.

Aynı yılın sonbaharında ümitsizlik içinde Aix’e döndü ve babasının bankasına memur olarak girdi. Ama burada da sadece bir yıl barınabildi. Sanat alevi bir defa içini tutuşturmuştu, artık başka bir mesleği benimsemesi kolay değildi. Vakit buldukça ailesinin Aix civarındaki Jas de Bouffan isimli kır evine çekiliyor, burada kendini avutmak için resimle uğraşıyordu. Nihayet 1862 sonbaharında ani bir kararla tekrar Paris’in yolunu tuttu.

İşte bu sefer Paris’te yeni bir sanat görüşünü benimsemiş olan bazı genç kuşak sanatçılarıyla, yani empresyonistlerle tanıştı. Bunlar arasında, önceden tanıdığı Pissarro ile Guillaumin’ den başka Bazille, Monet, Sisley ve Ranoir da vardı. Bu dönemde yaptığı resimlerde, eski dönemlerine kıyasla daha fazla ışık etkisi kendisini hissettirir. Bu arada Paris Güzel Sanatlar Akademisi’ne başvurur ama ne tuhaftır ki modern resmin babası kabul edilecek Cézanne giriş sınavında başarılı olamayınca bir kez daha düş kırıklığına uğrar.

Düş Kırıkları Paul Cézanne’ın Hayatının Parçası Oluyor

Paul CézanneSanatçının bu yıllarda garip bir çalışma tarzı vardı. Çizgisi oldukça beceriksiz, ham, hatta kaba idi. Daha çok barok ve romantik ustaları taklit etmek istiyor ama mitolojiden aldığı bu konularda en ufak bir başarı dahi sağlayamıyordu. Rubens, Poussin, Delacroix’ya hayrandı. Bununla beraber örneğin Delacroix’yı sadece konuları bakımından beğenirdi. Bu arada Monet’nin “OIympia” ile “Kır Yemeği”ni de kendi görüşüne göre yeniden ele aldı. Ama bunlar da gerek kompozisyon, gerek renk bakımından ünlü sanatçının eserleriyle kıyaslanamayacak derecede basit, ruhsuz çalışmalardı. 1872 yılına kadar devam edecek olan bu bölümde yaptığı resimler sanat tarihinde “Couillard Stili” adını almıştır. Bu yıllarda yaptığı çalışmaları sergilenmek üzere Paris’te her yıl açılan “Salon”a gönderiyor ama bir türlü kabul ettirmeyi başaramıyordu. Yalnızca bir kere bunu başarabildi. Salon’un kabul kurallarından birine göre, her jüri üyesi öğrencilerinden birinin tablosunu sergiye dahil edebilirdi. Cézanne’ın yakın dostlarından Guillemet de bu kurala istinaden Cézanne’ın bir tablosunun sergilenmesini sağlamıştı. Salon’a gönderdiği resimlerin kabul edilmemesi sanatçının maneviyatını iyice kırmıştı.

1864 ile 1870 arasında Paris’le Aix arasında kararsızlık içinde gidip gelen sanatçı bütün bu yıllarda hiçbir başarı gösteremedi. Bu dönemde babasının, amcasının ve ressam Achille Emperaire’in palet bıçağı tekniğiyle gerçekleştirdiği ve koyu renklerin egemen olduğu portrelerini yaptı. Sergilemek istediği tabloların yüzüne bakan bile bulunmadı. Kaçırma (1867) ve Aziz Antonio’nun Baştan Çıkarılışı (1870) gibi eserleri barok üslubunda yapılmış daha çok erotizm kokan resimlerdi. Bu resimlerin ortak noktası, belirgin bir deformasyon ve koyu renk kullanımıdır.

Cézanne yaradılış itibariyle adamcıl olmaktan çok uzak bir insandı ve herhangi bir kimseye bağlanmaktan korkardı. Daha çocukluğundan itibaren toplumdan uzak duran, asık suratlı, hırslı ve zaman zaman öfke ve umutsuzluk krizlerine giren biriydi. Hatta kendini şöyle ifade ediyordu: “Ben tek başıma kalmak için yaratılmışım. Böylece, hiç olmazsa kimse bana kanca atamaz.” Böyle olduğu halde bu sıralarda hayatına giren bir kadına kendini bir anda kaptırıverdi. Bu, Hortense Fiquet idi. 1870 yılında Fransa-Prusya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte Marsilya civarındaki Estaque kasabasına sığınarak orada, eşine ancak romanlarda rastlanabilecek cinsten bir aşk hayatı sürdüler. Bu kadından 1872’de Paul adında bir oğlu olduğu halde, resmen evlenmeleri için daha bir müddet geçmesi gerekecekti. Çünkü babası Mösyö Louis August Cézanne, Katolik Fransız taşrasına has burjuva zihniyetinin en tipik bir örneği idi. Memleketinin örf ve âdetlerini her şeyin üstünde tutardı. Bu nedenle oğlunun, Paris kaldırımlarında rastladığı ilk kadını, sorup soruşturmadan gelin olarak kabul etmesine olanak yoktu. Nitekim yaptığı soruşturma pek parlak sonuç vermedi. Çünkü Hortense, Paul’le tanışmadan önce Parisli genç kuşak sanatçılarının uğrunda seve seve canlarını verebilecekleri gözde bir modeldi. Babasının maddi desteğini kestiği bu yıllar, Cézanne açısından hayli bunaltıcıydı.

Paul Cézanne - Kağıt Oynayanlar

Doğanın Güzelliklerini Kavrama

1872-74 arasında nihayet üslûbunda bir değişme sezilir. Bunda hiç şüphe yok ki Pissarro’nun büyük payı vardı. Duygulu sanatçı ile Auvers-sur Oise’da birlikte çalışmış, derbeder üslubuna da böylece biraz çeki düzen vermişti. Pissarro gerçekten de o sıralarda en bilimsel çalışan sanatçı olarak tanınıyordu. Auvers’deki bu çalışmalar sonunda renk paleti belirli şekilde açılmış, ferahlamıştı. Şimdi ilk defa olarak doğanın güzelliğini kavramaya başlıyor, yıllar yılı düşler aleminde yaşattığı şeyleri gerçekleştirmek uğruna kaybettiği zamana acıyordu. Pissarro’nun desteği ile burada yaptığı manzaraların her biri, başta “La Masion du Pendu” olmak üzere bugün için birer şaheser sayılır.

Öte yandan Cézanne, Pissarro’nun öğütlerine kulak vermekle beraber, yalnızca bunlarla yetinmek niyetinde değildi. Onun empresyonizm anlamı yüzeysellikle bitmiyordu. İçeriği de aynı kudretle vermek amacını güdüyordu. İşte hayatının son yıllarında onu soyut sanata doğru götüren araştırıcı karakteri daha burada kendini belli eder. O diğer empresyonist ressamlar gibi doğadan anlık izlenimler edinmeye ve bu nedenle hızlı çalışmaya dayanan resim anlayışından farklı bir görüşe sahipti. Diğer empresyonist ressamlar gibi doğadan çalışmayı benimsese de, onu diğerlerinden ayıran doğayı yalnız geçici görünümüyle değil, kalıcı ve değişmez değerleriyle vermeyi amaçlamasıydı. Kendi öznel algılayışıyla, görünen nesnelerin görünmeyen dinamiklerini harekete geçiriyordu.

Oysa başarıdan, daha doğrusu çevresindeki anlayıştan bütün hayatı boyunca mahrum kalacaktı. 1874’te empresyonistlerle birlikte ilk defa Nadar’ın Boulevard des Capucines’deki stüdyosundaki sergiye üç resimle katıldığı zaman eleştirmenlerin en büyük hedefi o oldu. Cézanne’ın sergideki Manet’nin aynı konulu resmine bir gönderme olan “Modern Olympia” adlı eserinde siyah bir kadın tarafından elbiseleri çıkartılan uzanmış çıplak bir kadın figürü ve onları izleyen bir erkek figürü bulunmaktadır. Fırça vuruşlarındaki rahatlık ve figürlerdeki deformasyonun dışında, konunun çarpıcılığı tepkilerin Cézanne’da odaklanmasına neden olmuştu. Bu sergi ile ilgili bir yazıda şöyle deniliyordu: “Katıla katıla gülmek isteyenlere Cézanne’ın resimlerine bakmasını öneririz. Çünkü bundan daha gülünç bir şey hayal edilemez.”

Aslında 1877’den sonra “izolasyon” döneminde yirmi yıl boyunca Fransa’da sanatçının, iki resmi dışında hiçbir eseri sergilere kabul edilmedi.

Yıkanan Üç Kadın: Yedi Yılda Bitmeyen Tablo

Paul Cézanne - Elma Sepeti Natürmortu1879’da başladığı “Yıkanan Üç Kadın” için Cézanne yakın dostu Joachim Gasquet’ye sonradan şöyle demişti: “Bu benim tek resmim, daha doğrusu vasiyetnamem olacak.” Üzerinde tam yedi yıl çalıştığı bu tabloyu istediği gibi bitiremeden öldü. Yıllardır tasarladığı şeyler bu resmin harikulâde mimari yapısı ile gerçekleşmiş oluyordu. Cézanne’ın bu konu ile ilgili olarak yaptığı denemeler otuzun üstündedir. Bu resim gençliğinde ele aldığı ve daha ziyade erotik bir anlam taşıyan kadınlı kompozisyonların tersine, kadın vücudunun doğa içinde erimesi, doğayla en olgun şekilde kucaklaşması şeklinde önümüze serilir.

Aslında da bugün için bu seriden sadece üç eskiz mevcuttur. Bu resimde kompozisyon tekniği en olgun şekliyle verildiği halde kadın vücutlarında belirli bir deformasyon göze çarpar. Bugünkü göz için tabiî olan bu gerçeğin, çağdaşları nazarında çok daha değişik tepkilere yol açmış olacağı kesindir. Aslında da Cézanne’ın bütün eserlerinde bu taraf dikkati çeker. Bu deformasyonun isteyerek mi yoksa istemeyerek mi yapıldığını bilmiyoruz. Bilinen bir şey varsa o da, Paul Cézanne’ın hayatı boyunca canlı modellerle pek çalışmadığıdır. Bu konuda faydalandığı örnekler İsviçre Akademisi’ndeki desen karalamaları ile eski kitaplardan, dergilerden aldığı illüstrasyonlardı. Doğayla kadın vücudunu bir bütün halinde dile getiren “Yıkanan Üç Kadın” böylece Cézanne’ı sanat hayatı boyunca uğraştıran başlıca konu oldu.

1883 ile 1895 yılları arasında verdiği olgun eserler, Cézanne’ı, öncü ve renkçi sanatçıların en kalburüstü simaları arasına soktu. Büyük bir ustalıkla ele alınan bu konularda her fırça darbesi bir düşünce ürünü, her leke bir fikrin ifadesidir. Gerçek doğadan daha gerçek olan bu resimlerde tek fuzuli noktacık bile yoktur. İşte bu tahlilci ve mantıkçı çalışma tarzı onu empresyonistlerin fikir dünyasından uzaklaştıran bir taraftır. Ünlü Alman şairi Rainer Maria Rilke sanatçının bu yaşam bölümüne giren çalışmaları için şöyle der:

Birbirleriyle tartışan, hatta kavga eden bir sürü renk. Ama her birinin ruhu ayrı ayrı incelenince, aslında çok iyi anlaştıkları görülür. İşte bu renklerin birbirleriyle olan bağları, gerçek resim dediğimiz şeyi meydana getirmektedir.

1886 yılı Paul Cézanne’ın hayatındaki en önemli yıllardan biridir. O yıl hem babası ölmüş hem de insanlarla çok zor ilişki kuran sanatçının en yakın çocukluk arkadaşı Emile Zola ile ilişkileri bir daha düzelmemek üzere bozulmuştu. Emile Zola’nın 1886’da yayınladığı L’Oeuvre adlı kitabında resim yapma tutkusuyla yanıp tutuşan ama başarısız bir ressam karakteri olan Claude Lainter’ın hayatı anlatılmaktadır. Zola’nın romandaki başarısız Claude Lainter karakteri için Cézanne’ı model alması sanatçıyı oldukça sarsmış ve Aix’daki evinde resme yoğunlaştığı bir inzivaya çekilmiştir. Aynı romanda Claude Lainter’ın en yakın arkadaşı olan kurgu karakter Pierre Sandoz da Emile Zola’dan başkası değildir.

Modern sanat tarihinde bir resim karşısında Cézanne kadar büyük bir sabırla çalışan ikinci bir sanatçı daha yoktur. Paul Cézanne eserleriyle resim dünyasının Eyüp Peygamberidir. Hele bir anlık esinlerini çarçabuk kâğıda ya da beze geçiriveren çağdaşları yanında onun bu sabrı gerçekten şaşılacak bir şeydir. Cézanne’ın en çabuk yaptığı resimler bile neredeyse iki yıl sürmüştür. Üzerinde dört, beş, altı, hatta yedi yıl uğraştığı resimler çoktur. Nitekim “Yıkanan Kadınlar” adlı yapıtını tam yedi yıl çalıştığı halde yine de bitirememişti. Uzun ve zahmetli çalışma yöntemi, Cézanne’ın birçok resmini tamamlayamamasına neden olmakla birlikte, babasından geçen disiplin ve çalışma hırsı çok sayıda başyapıt üretmesine olanak sağlamıştır.

Kağıt Oynayanlar: Dünyanın En Pahalı İkinci Tablosu

Aix-en-Provence Müzesinde Louis Le Nain ile çırakları tarafından yapılan “İskambil Oynayanlar” adlı tablo asılıdır. İşte bu mütevazı müzeyi gençliğinde sık sık ziyaret eden Cézanne’ı bu resim çok ilgilendirmiş olacak ki, sonradan Louvre’da yine Le Nain’in eseri olan “Küçük Kumarbazlar” resmini görünce içinde, bu konuyu bir defa da kendi anlamına göre denemek hevesi uyandırmıştı. Aslında Le Nain öteden beri çok beğendiği bir ressamdı.

Cézanne bu konuda 1890-92 yılları arasında beş eser verdi ki, bu resimlerin her biri sanatının geçirdiği evrimi belirli şekilde göstermesi bakımından önemlidir. “Kağıt Oynayanlar” adlı serinin ilkinde fazla ayrıntıya yer verilmiştir. Masada oturan üç oyuncudan başka bir dördüncü adam ayakta durmakta, bir kadın da oturduğu yerden olaya seyirci kalmaktadır. İkinci resimde kadından vazgeçilmiş ve ayakta duran adama karşı bir denge sağlamak için duvara birkaç pipo ile drape bir perde eklenmiştir. Diğer üçünde ise sanatçı daha da basite giderek, masada karşılıklı oturan iki oyuncu ile yetinmektedir.

“Kağıt Oynayanlar” haklı olarak Cézanne’ın büyüklüğünü tam anlamıyla ortaya koyan en güzel çalışmalarından sayılır. Oyun kâğıdı gibi basit bir vasıta ile iki insan arasında kurulan bağ büyük bir ustalık taşır. Ağızlarında pipoları ile tüm dikkatlerini iskambil kağıtlarına yoğunlaştıran iki köylünün yüz ifadeleri, bütün insani unsurları birkaç çizgi ile dile getirir.

2011 yılı Nisan ayında Katar kraliyet ailesi tarafından 259 milyon dolara satın alınan Paul Cézanne’ın bu tablosu, Paul Gauguin’in 2015 yılında 300 milyon dolara satılan “Benimle Ne Zaman Evleneceksin?” tablosunun ardından dünyanın en pahalı tablosudur.

Kübizmin Atası

Paul Cézanne - Modern OlympiaCézanne’ın empresyonist görüşün dış unsurlarından faydalandığı halde resimlerine daha derin, daha düşündürücü unsurlar kattığını belirtmiştik. İşte buna örnek olarak “Elma Sepeti” adlı natürmortu gösterebiliriz. Bu resimde ilk bakışta bir derbederlik, bir dağınıklık göze çarptığı halde mimari yapısı büyük ustalık taşır ve dört yıllık bir düşünce ürünüdür. Natürmortta yer alan otuzdan fazla elmanın her biri başlı başına bir tablodur. Yapı bakımından bu resimde bütün eşya birbirine zıt bir anlamdadır. Tabaktaki kurabiyelerin simetrisine karşılık şişede belirli bir asimetri göze çarpar. Hafifçe sola meyletmiş şarap şişesi sanki eğik bir düzlemdedir. Üstüste diziliş kurabiyeler ise her kat için farklı bir bakış açısından görünüm sergilemektedir. Alttaki katlar yandan görünürmüş gibi iken daha üstteki katlar sanki yukarıdan bakılıyor gibidir. İşte resmi değerlendiren de bu geometrik dengesizliktir. Bu resmin bir diğer önemi de, sanatçının tamamen geometrik temellere dayanan Kübizm akımına bu eseri ile yol açmış olmasıdır. Cézanne, Emile Bernard’a yazmış olduğu, bugün sanat tarihinde önemli bir belge olan 15 Nisan 1904 tarihli mektubunda şöyle demektedir: “Doğayı bir küre, bir koni, bir de silindir olarak kabul etmeli ve bunların topunu birden öyle bir perspektife sokmalı ki, her şeklin, her yüzü belirli bir noktada birleşsin.”

İşte bu, Kübizmin ana formülü idi.

Sanatçının en önemli eserlerinden olan ve toplamda 4 farklı resimden oluşan “Kırmızı Yelekli Çocuk” adlı yapıtı da Kübizmin önünü açan bir şaheserdir.  İlki 1888 yılında tamamlanan bu yapıtta, konunun kahramanı kırmızı yelek giymiş, mora çalan mavi renkte bir boyun bağı ile yine aynı renkte kuşak takmış İtalyan asıllı Michalengelo di Rosa adlı bir çocuktur. Hülyalı bir tarzda boşluğa bakar. Elbise ile gerideki drape kumaş arasında ahenkli bir bağ kuran sanatçı, modelini akademik çıplaklara has klâsik bir şekilde durdurmaktadır. Yani bir eli beline dayanmış, diğer eli ise rahatça aşağı sarkıtılmıştır. Bu hareket rahatlık, huzur ifadesidir. Paul Cézanne bu suretle modern teknikle 16. yüzyılın aristokrat İtalyan portrelerini hatırlatan bir örnek vermektedir. Çağında pek benimsenmemiş olan bu tablo bugün için, gerek renk, gerek çizgi olarak yakın sanat tarihinin en büyük şaheserlerinden biri sayılır.

Aynı yıllarda yaptığı manzaralarda ise sert bir fırça yerine, kendi bünyesi içinde eriyip giden bir teknik kullanmıştır. Burada tahlil ve sentez gibi mantık unsurlarının yerini tamamen kalpten gelen büyük bir lirizmin aldığı görülür, ama geometrik esaslara yine de bağlı kalmıştır. Bu manzaralar sanatçının bütün eserleri gibi titiz bir çalışmanın ürünü oldukları halde, yine de seyirciye yarıda bırakılmış veya hemen oracıkta çırpıştırılıvermiş bir karalama, bir deneme izlenimi verir. İşte “Marne Köprüsü” bu manzaralar serisinin güzel bir örneğidir.

Yıllar yılı Fransa içindeki sergilere katılmak olanağı bulamayan sanatçının eserleri 1894’ten sonra nihayet günün konusu olmaya başlar. Bunda sanat eleştirmeni Theodore Duret, resim levazımatı taciri Tanguy Baba ve koleksiyoncu Ambroise Vollard’ın büyük payı vardır. Bu sonuncusunun Pissarro’nun desteğiyle eserlerini sergilemesi, bir anda -çoğu seyirci için menfi de olsa- tanınmasına yol açtı. Hele genç kuşak sanatçıları Cézanne’ın devrimci tekniği ile kudretli renk anlamına hayran kaldılar. Sanat müzayedecileri de kendileri için iyi bir ekmek kapısı çıktığını anlamakta gecikmediler. Ama eleştiriler yağmakta devam ediyordu.

Emile Zola’nın ölmesiyle, ünlü yazarın koleksiyonunda bulunan Cézanne’ın on kadar büyük boyda tablosu 9 Mart 1903’te açık arttırmaya çıkınca “Intransigeant” gazetesinde B. Rochefort imzasıyla çıkan bir yazıda şöyle deniliyordu: “Cézanne’a göre Watteau, Boucher, Fragonard ve Prudhon diye kimse yokmuş. Öyleyse bize, Louvre Müzesi’ni yakmaktan başka yapacak iş kalmıyor.”

Bu ve buna benzer eleştiriler çoktandır şeker hastalığına müptelâ olan ve artık ihtiyarlamaya yüz tutan sanatçıyı hayata karşı büsbütün yıldırdı.

1898 yılından sonra canından çok sevdiği Provence’dan ölümüne kadar bir daha ayrılmayacaktı. Bu çağda en yakın dostları Emile Bernard ve Joachim Garquet’den başka, yazar Leo Larguier ile ressam Charles Camoin oldu. Çocukluk arkadaşı Emile Zola bile hayatının son yıllarında kendisine karşı cephe almış, şiddetli eleştirileriyle sanatını yerden yere vurmuştu. İşte bu genç kuşağa mensup insanlar şimdi ona tek teselli kaynağı oluyordu. Sanatçıyı kaplayan tevazu perdesini yırtıp, onu kendisinden sonrakilere bütün kudretiyle tanıtan yine bu birkaç insan olacaktı.

O sıralarda sırtında heybesi, İspanya’dan gelerek talihini Paris’te denemek isteyen Pablo Picasso adındaki genç ressam “Pembe Çağı”nın ilk denemelerini yapıyordu. Aynı sanatçı bir süre sonra doğayı “Koni, Küre ve Silindirler” halinde gören Kübizmi benimseyecekti ki bu Cézanne’ın ortaya attığı formüldü. Picasso ileride Cézanne için “Kübizmin Atası” ifadesini kullanacaktı. Cézanne’ın açtığı yoldan ilerleyen ikinci bir sanatçı da George Braque olacaktı. Cézanne’ın mimari sertlikte biçim ve baskın renk uygulamalarından etkilenerek eserler veren H. Matisse ve Andrea Derain ise Fovizm akımını kuracak, onun kurgusal ve çok katmanlı uygulamalarından etkilenen pek çok ressam soyut-figüratif resimde ilerleyecektir. Paul Klee’den Mondrian’a pek çok ressamın esin kaynağı da onun resimleri olacaktır.

Cézanne’a modern resmin babası denilmesinin nedeni işte buydu. Ve şayet 1906 yılının fırtınalı 15 Ekim günü yatağa bir daha kalkmamak üzere düşmeseydi, bugünkü sanat ona daha çok şeyler borçlu olacaktı.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.