Ölümünün 51. Yılında Hasan Âli Yücel’in Mirası

20. yüzyıl Türkiye’sinin en ünlü ve önemli eğitim bakanı Hasan Âli Yücel, çağdaş eğitim tarihinde büyük ve derin bir miras bırakmıştır. Bunu yalnız onun ölüm yıldönümlerinde adına etkinlikler düzenlenmesinden değil, en önemli eseri olan Köy Enstitülerinin eğitim ve kültür tarihimizdeki yerinden de anlayabiliriz.

1939’dan 1946’ye kadar 7 yıl 7 ay işbaşında kalan Yücel, çok yönlü bir kişidir. Eğitim ve kültür hayatımıza katkıları enstitülerle sınırlı değildir. Zaten Köy Enstitülerini kuran ve kollayan bir anlayışın eğitim, kültür ve basın alanlarında başka bir tutum alması beklenemezdi. Ancak bu yazıda Yücel’i anlamaya dönemin siyasi koşulları ve Köy Enstitüleri üzerinden çalışacağız.

Türkiye aydınları Tanzimat’tan beri Avrupa demokratik devrimlerinin çekim alanına girmişti.  Bu devrim, 1908 İkinci Meşrutiyet, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde yapılan atılımlarla Türkiye’de ete kemiğe büründü ve Türk Devrimi haline dönüştü. Yücel, bu devrimin eğitim alanındaki en başarılı temsilcisi oldu. Başarılarının altında yatan olguların nedenlerinden biri onun da, Enstitülerinin pedagojik babası Tonguç’un da öğretmen olmalarıdır ve Türkiye’nin eğitimde neye ihtiyacı olduğunu bilmeleridir.

Yücel’in bakanlığı boyunca Türkiye;  muhalefetin, basın özgürlüğünün bulunmadığı, hatta ülkenin tek partisinin bile parti kimliği taşımadığı bir siyasi rejimin altındaydı. Sonradan çok yadırganan Milli Şef döneminde ülkede halk kitleleri yoksulluktan, aydınlar ise özgürlük yokluğundan patlama noktasına gelmişti. Sınıfların varlığını kabul etmeyen bir siyasi irade, sınıf mücadelesini de şiddetle yasaklamıştı. Ancak ne var ki Köy Enstitüleri tam da bir sınıf mücadelesinin eseri olarak kuruldular ve kapatıldılar.

Bu gerçekleri kabul edenlerin şimdi yanıtlarını merak ettikleri soru şu olmalıdır: Böyle bir siyasi atmosfer içinde nasıl olmuştur da hemen bütün özgürlükçü, halkçı insanların anısını saygıyla andıkları bir Hasan Ali Yücel çıkabilmiş, Köy Enstitüleri nasıl kurulabilmiş ve bu enstitülerde nasıl olmuştur da derin bir halkçılık düşüncesi filizlenebilmiştir?

Yücel, arkasında İnönü’nün ve devletin siyasi iradesi olmadan, o güzel işleri elbet de yapamazdı. Fakat Köy Enstitüleri bağlamında ele alırsak ona verilen yetki ve desteğin ne için olduğuna bakmak gerekir.Sanırım bunun nedeni daha İkinci Meşrutiyet döneminde uç veren ve Kurtuluş Savaşı yıllarında doruğuna çıkan halkçılık düşüncesinin, 1930’lu yıllarda devlet kadrolarından tamamıyla silinememiş olmasıdır.

Cumhuriyet idaresinin ilk 15 yıl içinde köye uzanamadığı açıktır. Nüfusun yüzde 80’ini oluşturan bu kitle siyasi olarak pasifleştirilmiştir. Tam da bu nerenden ötürü milli gelirden payına düşeni alamamaktadır. Ulusal servetin artması ve bunun nispeten de olsa adil olarak paylaşılabilmesi için ekonomik hayatın canlanması, üretimin gelişmesi ve mülkiyet ilişkilerinin değişmesi (öncelikle toprak reformunun yapılması) gerekiyordu. Bu yapılamadığı, köylüler hemen hemen Osmanlı devletinin son zamanlarındaki iktisadi ve sosyal şartlar içinde yaşadıkları, toprak ağaları, eşraf ve mütegallibenin emri altında bulundukları için kent merkezlerinde yerleşmeye başlayan yeni kültür, yeni insan ilişkileri köylerden uzaktı. Köy Enstitüsü mezunlarının yapıtlarında geldikleri köylerin durumunu anlatan bölümler bu acı tabloyu bütün açıklığı ile göstermektedir.

Hasan Âli Yücel’in Attığı Temeller

Köyü değiştirmek, köy nüfusunu rejimin değerleriyle bütünleştirebilmek acil bir gereklik haline gelmişti. Kendini ne kadar güçlü hissederse hissetsin hiçbir rejim geleceği düşünmeden edemez.

Bu ülkü, Cumhuriyet kadrolarının baştan beri düşünmedikleri bir şey değildi. Fakat bunun yol ve yöntemleri bulunamamıştı. Cumhuriyet, köyü kazanamazsa kaybetmeye mahkûmdu. İsmail Hakkı Tonguç’un İlköğretim Genel Müdürü olan, Yücel’in de çalışma arkadaşı sayılması gereken Ferit Oğuz Bayır, Köyün Gücü adlı kitabında köy eğitiminde geç kalındığını anlatır.

Köy Enstitüleri, İsmail Hakkı Tonguç’un Canlandırılacak Köy adlı kitabına da ad olacağı gibi köyü canlandırmak zorundaydı. Köy Enstitüleri bunun için kuruldu. Gerçi bu projenin temelleri, 1936’da Eğitmen kursları ve 1937’de iki Köy Öğretmen Okulu’yla atılmıştı ama bu denemeleri Köy Enstitüleri uygulamasıyla temellendirmek, genişletmek ve yerleştirmek Yücel’in bakanlığı dönemine rastladı.

Köy Enstitüleri Kanunu ile kafasında müspet bilim olduğu kadar, elinden de iş gelen, köye her bakımdan önderlik yapabilecek öğretmen yetiştirmek isteniyordu. Bu öğretmenler şehir öğretmen okullarından yetişenler gibi zor koşullarda köylerden kaçmayacaklardı. Yasa Meclis’te oy birliği ile kabul edildi. O tarihlerde Meclis’te herhangi bir kanun tasarısına muhalefet etmek, hükümeti bu konularda sıkıştırmak adetten değildi. 17 Nisan 1940’ta enstitüler yasası görüşülürken Meclis Genel Kurulu’ndan Yücel’e pek az soru sorulmuştur. Kanunun bir maddesinden kuşkuya kapılan Kâzım Karabekir, enstitülere yalnız köy çocuklarının alınmasını, bu çocukların kentlerle temas ettirilmeden gene köylerine öğretmen olarak gönderilmesinden huylandı. Onlarda bir “zümre şuuru” doğurmasından kaygıya kapıldı.  Eskişehir mebusu ve toprak ağası Emin Sazak ise şehirlerde yetişmiş öğretmenlerin görev yaptıkları köylerde halkın ahlakını bozduğunu söyleyerek kanunun o maddesine sahip çıktı.

Yücel, Karabekir’in kaygılarını partinin sınıf kavramını kabul etmediğini belirterek gidermeye çalıştı. Köy enstitülerinde verilecek eğitimin kentlerde verilecek eğitimden ideolojik olarak farklı olmadığını söyledi. Fakat, Köy Enstitülerinin başına gelen olay ticaret burjuvazinin çıkarlarını temsil eden Kâzım Karabekir’i haklı çıkardı. Çünkü Köy Enstitüleri tam da onun derin bir sınıf sezgisiyle önceden gördüğü gibi solcu yetiştirdiği gerekçesiyle budandılar ve kapatıldılar. Hasan Ali Yücel’e yöneltilen suçlama da solcu yetiştiren bu kurumları ve onların yöneticilerini koruduğudur.

Köy Enstitüleri solcu öğrenci mi yetiştirmiştir? Buna hiç şüphe yoktur. Böyle bir şeyi suç veya kabahat sayıp yalanlamak yerine kabullenmek ve bununla övünmek gerekir.

O dönemde resmi görüşün savunduğu ve yürürlükteki anlamı bağımsızlık ve laiklik olan fakat halk kitleleri için özgürlük ve refah anlamına gelmeyen Kemalizm’den başka aydınlar arasında Türkçülük ve sosyalizm akımları da alttan alta dolaşımdaydı. Enstitülü öğrencilerin tümü, köylüyü aydınlatma, kalkındırma ülküleriyle yetiştirilmekte olmalarına rağmen bazı enstitü öğrencileri Türkiye’de sınıfların olduğunu ve kendi geldikleri köylü nüfusun ezilen bir sınıf olduğunu fark ettiler. Hiç kuşkusuz Yücel ve Tonguç’un Hasanoğlan’a ders vermeye gönderdiği bazı solcu hocalarından da ilham aldılar. Çıkardıkları Köy Enstitüleri dergisinde, başka bazı yerlere gönderdikleri yazılarında bu düşüncelerini ifade etmeye başladılar. Enstitülerin yetiştirdiği yazarları temsil eden Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam, Mahmut Makal, Mehmet Başaran gibi köylü ve köycü yazarların gerek o dönemde, gerekse mezun olduktan sonra yazdıkları bunun en parlak kanıtlarıdır.

Yücel’in bakanlık yaptığı 1939-1946 yıllarını ölçü alırsak, o dönemde köylülerin en çok karşılaştıkları devlet görevlilerinin jandarma ve tahsildar olduğu bilinir. Köylülerin bu görevlileri sevmediği açıktır. Şimdi projede yeni bir devlet görevlisi vardır: Köyden yetişmiş, boz urbaları içinde, çalışkan, özverili, bilgili Enstitülü öğretmen.

Enstitülü öğretmenlerin köylü gözünde nasıl bir izlenim bıraktığını çeşitli anekdotlardan izleyebiliyoruz. Bunlar kuşkusuz tahsildar ve jandarmadan faklıydılar. Köyde bazı geri düşüncelerin varlığından ötürü çevreleriyle bazı çatışmalar yaşadılarsa da köylülerden çok köy ağalarıyla, hatta kaymakam vali gibi görevlilerle karşı karşıya geldiler. Bu öğretmen Cumhuriyet’in eğittiği yeni bir insan tipini temsil ediyordu.

Nasıl olmuştur da aynı yönetim altında böyle farklı tipler ortaya çıkabilmiştir. Devletin ideolojisi ve eğitimdeki hedefleri tek değil midir?

Bunu, tek parti döneminin yapısına bakarak yanıtlayabiliriz. Bu dönemde bakanlıklarla ilgili kararların çoğu bakanlar kurulunda tartışılarak alınmıyordu. Bir bakanlık projesinin hükümet kararı haline gelebilmesi için diğer bakanlar tarafından imzalanıyor olsa da bunların yürürlüğe girebilmesi için Şef’in, mali işlerde de Maliye Bakanı’nın onayını almak yetiyordu. O dönemde bakanlıklar yapmış olan Hilmi Uran’ın “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım” adlı kitabında anlattıkları, bu yargıyı doğruluyor. Yani Hasan Âli Yücel, nasıl diğer bakanlıkların işleri hakkında bir yönlendirmede bulunamazsa Milli Eğitim Bakanlığı’nın işleri hakkında da diğer bakanların söz hakkı yoktur. Bir çeşit özerklik.

İnönü ve Köy Enstitüleri’nin Kapatılışı

Hasan Ali YücelBunun içindir ki Talip Apaydın’ın anlattığı gibi Enstitü öğrencileri bazı çevreler tarafından “Hasan Âli Yücel’in piçleri” olarak yadırganıyor, horlanıyorlardı.

Ancak bu kısmi özerklik fazla devam edemezdi. Her şey Şef’in iradesine bağlıydı. Yücel ve Tonguç, ardından Enstitü müdürleri görevlerinden alınırken CHP’li bakanların, mebusların ve örgütün bunlara sahip çıkamamaları da parti içinde bile bir demokrasinin yokluğundan kaynaklanmıştır.

Köylülerin Enstitülere ve enstitü mezunu öğretmenlere sahip çıkacak bir iradeyi gösterememiş olmalarının temelinde de bu siyasi sistem yatmaktadır. Köylüler enstitülere ve öğretmenlerine sahip çıkmak için yürüyüş, miting yapamazlar, bunun için hükümete temsilciler gönderemezlerdi. Verecekleri dilekçelerin bir faydası olmazdı. Enstitü mezunlarının arkasına polislerin takıldığı, her birinin askerde çavuş çıkarıldıkları bir dönemdi. Öğretmenler bile kendi haklarına sahip çıkacak bir örgütlülükten yoksundular.

Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı sonunda iktidar değişikliği büyük bir beklenti halini almıştı. Bunun milletin yararına olacağı düşünülüyordu. Böyle bir dönemde enstitüler tek parti dönemi uygulamalarının kurbanı olmuşlardır. Köy Enstitüleri’nin kapatılması kurunun yanında yaşın da yanmasıdır.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerika tarafına kaydığı için İnönü “komünist yuvaları” damgası vurulmuş böyle bir ağırlıktan da kurtulmaya ihtiyaç duydu. Cumhurbaşkanı İnönü, parti içi dengeleri gözetme adına, 1945’te başta Yücel olmak üzere Enstitülere ruh veren yöneticileri değiştirdi.

Siyasi tarih gösteriyor ki, insanlar belirli koşullar altında taşıdıkları görüşü terk ederek gelecek vaat eden yeni bir platforma yerleşirler. İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan yeni dünya düzeninde CHP yönetimi böyle bir tutum gösterdi ve buna ayak uyduramayacak olan Yücel’i, Tonguç’u, M. Rauf İnan’ı bünyesinin dışına attı. Bu üç önemli isim ve daha başkaları, sonuna kadar kendi eserlerini savundular. Hasan Ali Yücel’in saygınlığı, yalnız Enstitüleri yaratmasından değil, bu eğitim projesine ve Türk devrimine sonuna kadar sahip çıkmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Hasan Âli Yücel’in mirası, bugün halkçı eğitim mücadelesi verenlerin davaları içinde yer almış bulunuyor. Kökleri 150 yıl öncelere kadar giden bu ulusal eğitim mirasının bugünkü hedefleri bağımsızlıkçı, aydınlanmacı,halkçı bir eğitimdir.

Uzunca bir süredir siyasi iktidarların buna aykırı planları, uygulamaları ne kadar sürebilir bilinmez. Fakat aklın yolu birdir ve o akıl, eğitimde izlenmesi gereken yolu, yöntemlerini daha da zenginleştirerek mutlaka yeniden keşfedecektir. Çünkü halkın buna ihtiyacı vardır.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.