Osmanlı Hareminin Bilinmeyenleri

Harem sözcüğünün anlamı belli. Bir evde, kadınları özgü daire. Lugat manası ise yasak yer. Arapça haram ve mahrem sözcüğü ile aynı kökenden gelme. Sonuna Humayun sıfatı da eklenince, Harem-i Hümayun’un Osmanlı padişahına ait olacağı kolaylıkla anlaşılabilir. Harem-i Hümayun’un diğer adı ise Dârüssaâde’dir. Haremin amacı, ister bir evde olsun ister padişah sarayında, özel yaşamın yabancı gözlerden uzak tutulması ve kadınların korunmasıdır.

Türk geleneklerinde Osmanlı’ya kadar harem benzeri bir kurum yoktur. Osmanlı’da da harem kurumunun hangi tarihte kurulduğu kesin olarak belli değildir. Ama kabul edilen, haremin temellerinin Orhan Gazi’nin hükümdarlığı döneminde (1326-1360) atıldığı ve Fatih Sultan Mehmet’in hükümdarlığı döneminde (1451-1481) ise kurumsal bir kimlik kazanmaya başladığı ve III. Murat döneminde (1574-1595) kurumsallaşmasını tamamladığıdır.

Osmanlı hareminin kökeni Bizans’a dayanmaktadır. Bizans’la yakın ilişkiler kurulmasının ardından harem kurumu Osmanlılarca öğrenilmiş ve daha önceki ilişkilerinde İran’da da benzerine tanık olduklarından kolaylıkla benimsenmiştir. Ve İstanbul’un fethinin ardından Osmanlı’nın Bizans’ın bazı kurumlarını kendisine entegre etmeye başlamasıyla harem kurumsal olarak kimlik kazanmaya başlamıştır. Bu dönemden itibaren de Türk kızları ile evlenmek yerine padişahların yabancılarla evlenmesi yani cariyelerle evlenmesi gelenek haline geldi. Kanuni dönemine kadar harem Beyazıt’taki Eski Saray’daydı. Yani Topkapı Sarayı’nın dışında. Haseki Hürrem Sultan’la birlikte harem de Topkapı Sarayı’na taşındı.

Osmanlı sarayı Harem, Enderun ve Birun adı verilen üç ayrı kurum tarafından yöneliyordu. Harem padişahın, zevceleri, odalıkları, çocukları, hanedan üyelerinden diğer bir kaç akrabası ile birlikte yaşadığı saray kısmıydı. Harem belki de sarayın en önemli kısmıydı. Hareme, orada yaşayan şehzadeler dışında başka hiç bir erkek adım atamazdı. Harem ağaları hariç elbette. Padişah ya da orada yaşayan şehzadeler dışında hareme bir tek siyah ya da beyaz harem ağaları girebilirlerdi. Zaten görevleri de buradaydı. Çok ender olarak da hekimler giriyor ama bazen girdiklerine pişman oluyordu. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan hastalandığında hareme bir İspanyol hekim getirilmiş, çarşaf yığınının altında yalnızca kolu görünen Sultan’ın nabzını ölçmek isteyen hekim, Mihrimah Sultan’ın elini tutunca yaka paça dışarı atılmıştı.

Harem-i Hümayun’un fahri yöneticisi Valide Sultan yani padişahın annesi, yoksa Baş Kadın Efendi (padişahın ilk kadını) idi. Gerçekte ise bu muazzam kurum, halk arasında Kızlar Ağası denilen, resmi adı “Dârü’s Saâdeti Şerife Ağası” olan Dârüssaâde Ağası ve Başhazinedar Usta adı verilen kadın tarafından yönetilirdi. Kızlar Ağası ile Başhazinedar Usta, kendi cinslerinden yüzlerce yardımcıyla birlikte Osmanlı haremini yönetirlerdi.

Kızlar Ağası önceleri beyaz, sonraları siyah hadımlardandı. Osmanlı protokolünde şeyhülislamla vezirler arasında gelirdi. Başhazinedar Usta ise vezir derecesine eşit rütbedeydi. Kızlar Ağasından devlet hizmetine geçilemezdi. Kızlar Ağası azledilince ya Mısır’a gidip ömrünün geri kalanını orada geçirir ya da vakıflarının idaresi için Mekke veya Medine’ye giderdi. Zaten Osmanlılar’da harem dışında yüksek rütbeli devlet adamı yok gibidir.

Başhazinedar Usta denen ihtiyar cariye de bu görevden uzaklaşırsa, İstanbul’da bir konağa veya padişah saraylarından birine çekilip ömrünü tamamlardı.

Tıpkı diğer İslam devletlerinde ve Ortaçağ Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da Çelebi Mehmet döneminde hadımlar devlet hizmetinde kullanılmaya başlandı. Bu hadımlar beyaz hadımlar (akağalar) ve zenci hadımlar (karaağalar) olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Beyaz hadımlar Macarlardan Almanlardan ve Slavlardan sağlanırken, zenci hadımlar çoğunlukla Habeşistan ve Sudan’dan gelirdi.

Hadım Etme

Esir tüccarları tarafından yakalanan ve harem ağası olacak çocuklar İstanbul’a gelmeden önce Mısır gibi sıcak bölgelerde hadım (iğdiş) ediliyordu. Peki geleceğin harem ağaları nasıl iğdiş ediliyordu? Hadım etmenin birkaç yolu vardı:  ezme, vurma, kesme, içe itme, testisleri kesme gibi. En çok uygulananı ise kesme yöntemiydi. Bu yöntemde erkeğin cinsel organı bir iple sıkıca bağlanıyor, kangren olduktan sonra da kesiliyordu. İyileşme için ise dönemin en iyi tedavi yöntemi olan kızgın toprak ile dağlama yöntemi uygulanıyordu. Bu amaçla, hadım edilenler içinde boğazına kadar kuma gömülenler de olurdu.

Bu yöntem henüz tam olarak ergenliğe ulaşmamış çocuklar üzerinde uygulandığından, hadım edilen çocukların bir kısmının ergenliğe geçişle birlikte cinsel işlevlerine yeniden kavuştuğu tarihsel kayıtlardan anlaşılmaktadır.

Akağalar sarayın Enderun bölümünün başladığı yer olan ve Bâbüssaâde denilen kapısında görevli olduklarından dolayı kendilerine Bâbüssaâde ağaları, siyah hadımlar ise sarayın asıl harem bölümünde görevlendirildikleri için Dârüssaâde ağaları olarak adlandırılırdı. 1582 yılına kadar Kızlar Ağası Bâbüssaâde ağa­ları arasından seçilir ve Dârüssaâde ağaları bunların emri altında hizmet görürdü. Bu tarihte III. Murat, Habeşli Mehmet Ağa’yı Kızlar Ağası yaptı ve Osmanlı İmparatorluğu yıkılana kadar da haremin yönetimi hep siyah Kızlar Ağası’nın elinde kaldı.

Beyaz hadımlardan devlet adamları, bu arada bir kaç vezir-i azam çıktığı halde, siyahi hadımlardan hiç bir devlet adamı yapılmamış, kendilerine yalnız harem hizmetleri ve vakıflarla ilgili belirli hizmetler verilmiştir.

II. Abdülhamit 1876’da tahta çıkınca Kızlar Ağasını resmi ve siyasi işlerden çekti ama protokoldeki yerini ve rütbesini değiştirmedi. Fakat Kızlar Ağasının devlet ve siyaset işlerine karışması dönemi kapanmış oldu. 1908 yılında Meşrutiyet’in İlanı’ndan sonra Kızlar Ağasının protokol mevkii de kalmadı.

Birkaçı olumlu, ama çoğu olumsuz siyasi roller oynayan Kızlar Ağasının birçoğu da siyasete karışmadılar. İçlerinde çok büyük hayır sahipleri olduğu gibi büyük ölçüde rüşvet alanları hatta vezir tayin ettirecek kadar siyasi kudret sahibi olanları da vardı. Hâsılı Osmanlı tarihi her tipte Kızlar Ağası gördü. I. Mahmut devrinde (1730 – 1754) I. Beşir Ağa ile II. Beşir Ağa sadrazamlığa kendilerine yakın adamların gelmesini sağlayacak kadar siyasi nüfuz kazandılar. Padişah değişince âdet, Kızlar Ağası’nın padişahtan izin isteyip Mısır’a, genellikle Mısır’da Kahire’ye gidip orada yaşamını tamamlaması idi. Mekke ve Medine’yi tercih edenleri de olurdu.

Hazinedarların ve dolayısıyla Başhazinedar Usta’nın büyük çoğunlukla politika ile hiç ilgisi olmamıştır. Hatta halk, sarayda bu derecede önemli bir kadın görevli bulunduğunu bilmezdi. Adları resmi sâlnâmelere de geçmezdi. Bu nedenle Başhazinedarların çoğunun adlarını bilmiyoruz.

Hazinedar cariyelerin sayısı en çok 12 olurdu. Her hazinedarın da daha genç cariyelerden birer yardımcısı vardı. İkinci hazinedar, her gece padişah uyuduktan sonra, yatak odasının kapısını kilitlerdi.

İlk beş hazinedar, serbestçe padişahın yatak odasına kadar giderlerdi. Gözdelerin, hatta ikballerin protokol dışı hareketlerini kendilerine ihtar ederlerdi. Başhazinedar Usta, Kadın Efendilere bile yol gösterirdi. Bir Kadın Efendinin, Baş Hazinedar Usta’nın uyarılarını ciddiye almamasına olanak yoktu. Çünkü padişah adına konuşur ve yüzyıllardan gelen yasaları ve gelenekleri bildirirdi. Başhazinedar Usta, son derece karmaşık olan Osmanlı saray âdetlerini, terbiye ve görgü kurallarını en ince ayrıntısına kadar ezbere bildirdi.

Merasimlerde Başhazinedar Usta, birer eşi sadrazamda ve Hasodabaşında olan altın mühr-i hümayunu altın kordonla boynuna asardı. Töreni, böylesine bir salâhiyetle yönetirdi. Elbette onun yönettiği tören, padişahla ileri gelen Osmanlı hanımları arasındaki törendi. Harem dışındaki hiç bir törende bulunmazdı.

Hazinedarlar, yardımcıları ve her hazinedarın dairesinde hizmet eden cariyelerin dışında, haremin cariyelerden oluşan daha birçok bölümü vardı. Bu cariyeler -protokol sırasıyla- şu gruplarda toplanırlardı:

  • Çamaşırçılar
  • İbrikdarlar,
  • Çeşniyârlar,
  • Kahveciler,
  • Kutucular,
  • Kilerciler,
  • Şerbetçiler.

Sanıldığı gibi, cariyeleri Kızlar Ağası ve onun maiyetindeki Habeş hadım ağaları değil, hazinedarlar idare ederlerdi. Kızlar Ağası ve maiyetindeki ağalar, daha çok haremin dış dünya ile ilgilerini düzenlerdi. Aslında Kızlar Ağası’nın birçok muazzam vakfı yönetmek gibi önemli dış görevleri de vardı. Örneğin 1668 yılında Kızlar Ağası tam 313 vakfın yönetiminden sorumluydu.

Nihayet Harem-i Hümayun’da, padişahın ebesi, dadısı ve dayesi yani sütninesi bulunurdu. Padişahı doğurtan ebe, padişah tahta geçer geçmez sarayda daire sahibi olurdu. Bunlar şehzade ve sultanları kucaklarına aldıkları, emzirdikleri için, manevi pâyeleri yüksekti ve hürmet görürlerdi. Sadrazamlarla evlenmiş, bir ikisi siyasete bile karışmış padişah ebe, dadı ve dayeleri vardır.

Hareme Cariyeler Nasıl Seçilirdi?

Osmanlı'da köle pazarıÖncelikle şunu belirtmek gerekir ki, hareme alınan tüm kızlar yalnızca padişahla cinsel ilişki kurmak için alınmazdı. Bu durum, Türk toplumunda yıllardan beri yanlış anlaşılagelmiş bir konudur.  Zira cariyelerin büyük bir bölümü hareme ve padişaha özel işlerinde hizmet etmek için saraya alınırdı. Gelen cariyelerin çok azı, eğer talihliyse burada sıkı bir disiplin altında yıllarca süren bir eğitimin ardından genellikle Valide Sultan tarafından padişaha takdim edilir; çoğunu ise padişah belki de hiç görmezdi. Çoğu da padişahı göremezdi. Çünkü padişah haremde olduğu zaman cariyelerin haremde serbestçe dolaşmalarına izin verilmezdi. Cariyeler padişah haremde olduğu zaman kendi odalarına çekilir, padişahın yolu üzerindeki odaların kapıları kapatılır, padişah da haremde olduğu belli olsun diye ses çıkartan yüksek topuklu takunyalar giyerdi. Cariyeler yalnızca padişah isterse onun huzuruna çıkabilirlerdi.

Osmanlı haremindeki kadınların sayısı dönemine göre değişiklik gösterir. Peki haremdeki kadınların sayısı ne kadardı? Örneğin Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde haremdeki cariyelerin sayısı 300’ün altındaydı. Cinselliğe son derece düşkün olduğu bilinen III. Murat döneminde ise bu sayı 1100-1200 civarındaydı. 1. Mahmut döneminde 456, Abdülmecit döneminde 688, Avcı Mehmet döneminde 700’den fazla ve  Abdülaziz döneminde 809.

Hareme alınacak cariyeler başlıca üç kaynaktan sağlanırdı:

  • Yapılan savaşlar sonrası düşman ülkelerde esir alınan kızlar,
  • Yüksek rütbeli devlet görevlilerinin padişaha armağan ettiği kızlar
  • Gümrük Emini tarafından esir pazarından satın alınan kızlar.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş ve yükseliş dönemlerinde, yani savaşla birçok yeni toprak parçasının Osmanlı sınırlarına katıldığı dönemde cariyeliğin başlıca kaynağı savaş sırasında ele geçirilen bu savaş esirleriydi. Yasalara göre esirlerin beşte biri hükümdarın hissesine düştüğünden, harem de Macar, Leh, Yugoslav cariyelerle dolup taşıyordu. Örneğin II. Murat Belgrad’ı fethettiğinde o kadar çok savaş esiri alınmıştı ki, güzel bir cariye bile bir çift çizme fiyatına zor satılır olmuştu. Duraklama dönemiyle birlikte bu kaynak da büyük ölçüde kurudu. Daha çok esir pazarlarına yönelmeye başlandı.

Esir pazarlarından hareme alınacak cariyelerin bir kusuru olup olmadığının anlaşılması için çırılçıplak soyulur, büyük bir titizlikle uzman kadınlar tarafından incelenirdi. Kızların değeri, yaşına, güzelliğine, hünerlerine göre belirlenirdi. Bir dişinin olmayışı ya da saçlarının olmayışı fiyatının büyük ölçüde düşmesi demekti. İçlerinde hasta olduğu anlaşılanlar derhal satıcıya geri gönderilir, diğerleri ise bir kez daha incelemeye tutulurdu. Örneğin horlayanlar, ayağı kokanlar ya da uykusu sırasında sayıklayanlar ya geri gönderilir ya da fiyatlarında indirim yaptırılırdı. Bu cariyeler içinde dilsizlerin, maskaraların, zencilerin ve cücelerin bulunması aslında tüm cariyelerin yalnızca padişahla haremde cinsel ilişki kurması için alınmadığının da bir kanıtıdır. Çünkü saraya alınan cariyelerin makbuzları incelendiğinde, içlerinde yaşlı kadınların, sütannelerinin ve dadılık yapacak eğitimli kadınların da bulunduğu görülecektir. Kısacası Osmanlı haremine giren cariyeleri iki sınıfa ayırmak mümkündür: Hizmet etmek için alınanlar, padişaha eş olabilmesi için alınanlar.

Uzun yıllar boyunca hareme alınan cariyelerin neredeyse tamamı Macar, Rus, Yugoslav, Slav ya da Leh gibi Hristiyan kökenli olurlardı. Çünkü bunlar eğitimleri sırasında kökenlerini unutur, adeta bir Türk gibi düşünmeye ve yaşamaya başlarlardı. Fakat II. Mahmut’un saltanatı döneminde bu uygulamaya son verildi. Çünkü II. Mahmut’un annesi Nakşidil Sultan kökenini unutmamış ve ölüm döşeğinde iken oğluna Hristiyan olarak ölmek istediğini ve bunun için saraya bir papaz getirilmesini istemişti. Bu olaydan sonra hareme yalnızca Müslüman olan Gürcü ve Çerkez kızlar alınmaya başlandı.

Hareme ilk kez giren bu cariyelere “acemi” adı verilirdi. Saraya alınan, eğitim ve terbiyeleri uzun zaman devam eden ve “acemi” denen bu cariyelerin en yüksek âmiri “Kadın Kâhyâ” denilen yaşlı bir cariye idi.

Cariyeler eğitimleri sırasında önemli elemelerden geçerek daha üst sınıflara yükselirdi:

  • Acemi,
  • Şâkird,
  • Usta,
  • Gedikli.

Hareme kabul edildikten sonra çoğu gayrimüslim olan bu kızlara fiziksel özelliklerine ve davranışlarına göre yeni ve çoğunlukla Farsça adlar verilir ve herkesin bu yeni adlarıyla onlara seslenmesi ve öğrenmesi için göğüslerine bu yeni adları iliştirilirdi. Hoşnevâ (güzel sesli), Handerûy (güler yüzlü), Lâligül (gül dudaklı), Ebrûnigâr (kalem kaşlı), Şevkiyâr (coşkulu sevgili) benzeri…

Harem Kızlar İçin Bir Eğitim Kurumuydu

Harem hayatıBatı kaynaklı fantezilerin etkisiyle çoğu insan harem yaşamının yalnızca zevk ya da eğlence ile dolu olduğunu ya da fantezilerden ibaret olduğunu düşünür. Haremin kapalı bir kutu olması, yabancı gözlerden uzak olması nedeniyle sırlarını iyi koruması da Batılılar tarafından süslenen bu düş ürünü masalların gerçekmiş gibi kabul edilmesine neden olur. Harem hakkında bilgimiz az olsa da bazı olgular kesindir: Erkekler için Enderun ne anlama geliyorsa kızlar için de harem aynı anlama gelmektedir. Bu kızlara çeşitli şeyler öğretmek için haremde ayrı daireler vardı. Örneğin musiki dairesinde yetenekli olanlara bir müzik aleti çalması ya da şarkı söylemesi öğretilirdi. Cariyelere musiki dersi verenler içinde en tanınmışlardan biri de Türk musikisinin en büyük şarkı bestekârı ve romantik ekolün kurucusu olan Hacı Arif Bey’dir. Üç defa padişahın cariyelerine musiki dersi vermekle görevlendirilmiş, üç defa da birer cariye ile ilgilenmiş, dedikodular ayyuka çıkınca da üçüyle de bir kaçar yıl arayla padişah ya da Valide Sultan (Pertevniyal Valide Sultan) tarafından evlendirilmiştir.

Bunun gibi edebiyat, raks, dikiş-nakış, öykü anlatma, sazendelik vb. birçok dersin verildiği sınıflar olurdu. İslam dinini, Türkçe ve Farsçayı, saray geleneklerini, konuşmasını, terbiyesini, adabını, bir de istidatları hangi sahalardaysa onları öğrenirlerdi. Ayrıca kalfalar tarafından deneyimsiz kız çocuklarına işve, ihtiras ve cinsellik dersleri verilirdi. En yeteneklileri, terbiyeli, güzel ve yüksek karakterli olanları gedikli sınıfına kadar yükselirdi. Padişah, eğitim gören acemi kızlardan birini yanına çağıramazdı. Geleneğe aykırı idi. Zira terbiyesi tamamlanmayan bir kız, padişaha eş olamazdı. Bir iki padişah bu kurala karşı davranmışlarsa da, bu durum sonucu değiştirmez.

Valide Sultan ender de olsa bu mektepten istediği kızları dairesine almak suretiyle onurlandırabilirdi. Şehzadeler ve Kadın Efendiler ise, ancak padişahın iznini alarak kendi daireleri için buradan kız seçebilirlerdi. Bu küçük kızlar muhteşem bir şekilde giydirilir ve en değerli mücevherler bile kendilerinden esirgenmezdi. Bu mücevherler kızların malı sayılır ve ileride “çırağ edildikleri” yani devletin önemli mevkilerinden biri veya onların oğulları ile evlendirildikleri zaman, bu mücevherleri de beraberlerinde götürürlerdi.

Cariyeler Padişaha Nasıl Sunulurdu?

Acemi kızlar 9-10 yaşında başladıkları bu eğitim 14-15 yaşlarına kadar sürer. Bu yaşlarda mekteplerini terk edip dairelerine geçerlerdi. Padişaha odalık olacakların yaşının 12’den küçük olmaması lâzımdı. Çoğunlukla 14 yaşına gelen ve gedikli sınıfına yükselenler içinde en seçkin olanları has odalık olarak ayrılır ve padişahın özel hizmetine verilirdi.  Örneğin II. Abdülhamit’in son eşi olan Saliha Naciye Hanım onun haremine dahil olduğunda II. Abdülhamit 62, Saliha Naciye Hanım ise 14 yaşındaydı.

Padişahın gözüne ve yatağına girmeyi başaran has odalığa “ikbal” adı verilirdi. Bunlar ya Valide Sultan tarafından beğenilerek padişaha takdim edilir, ya da padişah görüp de beğendiği bir gedikliyi Başhazinedar Usta’ya söylerdi. Kuşkusuz ki haremde yükselmek ve padişahın gözüne girebilmek için fiziksel çekicilik kadar karakter, akıllılık ve başarı da önemli ölçütlerdi. Kız çocuk doğuran bir cariyeye Haseki Kadın, erkek çocuk doğuran cariyeye ise Haseki Sultan denilirdi.

Eşinin mesleği dolayısıyla uzun süre Osmanlı İmparatorluğu’nda kalan, harem bölümüne girmeyi başaran ender yabancılardan biri olan ve çiçek aşısını Avrupa’ya öğreten Leydi Montequ, Hafize Sultan’dan naklederek cariyelerin padişahın yatağına nasıl gönderildiğini şöyle anlatır:

Kendisinden saray hakkında bilgi edinmek için fırsattan yararlandım. Öteden beri padişahın hangi kızı isterse ona bir mendil attığı hakkındaki fikrimizin kesinlikle doğru olmadığını söyledi. Padişah istediği kızı Kızlar Ağası ile çağırttırırmış. Diğer sultanlar derhal itaat edip o kızı yıkar, giydirir, vücuduna kokular sürerlermiş. Padişah önce kıza güzel armağanlar gönderir, sonra da kendisi girermiş.

Padişahın hoşuna gitmeyen odalıklar ya da geçirdiği geçenin ardından padişahı memnun etmeyi başaramayan ikballer padişahın izni ile evlendirilirdi.

Cariyeler İslam hukukunda köle olarak kabul edildiği ve efendilerin köleleriyle nikâh akdi olmaksızın cinsel ilişki kurmasına izin verdiği için padişahlar birkaç istisna dışında cariyelerle nikah akdi yapmazlardı. Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’la Genç Osman’ın 1622’de Ukayla Hanım’la ya da Sultan Abdülmecid’in Bezmiara’yla yaptığı nikah akitleri birkaç ayrıcalıktır.

Bütün cariyelerin padişahın gönlünü çelemediği ve yüzlerce cariye olduğu düşünülecek olursa geri kalan cariyeler ne oluyordu? Haremdeki bir cariyenin kariyeri üç farklı biçimde noktalanabilirdi:

  • Padişah hanımı olarak hanedan ailesinin bir üyesi olmak,
  • Haremden ayrılmayıp ömür boyu burada yaşamaya devam etmek ve yükselmeye çalışmak,
  • Itknamesini alıp özgür olduktan sonra, Osmanlı’nın üst düzey bürokratlarından biriyle evlenerek ayrı bir eve çıkmak.

İslamiyet kölelerin azat edilmesini teşvik ettiği için siyah cariyeler 7 yıllık hizmetin sonunda, beyaz cariyeler ise 9 yıllık hizmetin sonunda azat edilir ve kendilerine “ıtknâme” denen İslam hukukuna uygun azatlık kâğıdı verilirdi. Ancak ıtknâmelerini yırtarak sarayda kalmak isteyenler de olurdu. Zorla bir cariyeye 9 yıldan fazla hizmet gördürülemezdi.

Çırağ edilmek yani saraydan ayrılmak isteyen bir cariye, Valide Sultan’a, o yoksa Başkadın Efendi’ye müracaat ederdi. Efendisi tarafından çırağlık isteği uygun görülen cariyenin çeyizi bizzat Valide Sultan tarafından hazırlanır, biriken maaşları da kendilerine verilip bendegândan birinin evine gönderilirdi. Çırağ edilen cariyelerin büyük bölümü üst düzey bir Osmanlı devlet adamı ile evlenirdi. Saraydan kız almak şeref ve bahtiyarlık sayıldığı gibi, bu kızlar çok terbiyeli, eğitimli ve güzel olurlardı.  Bu aynı zamanda Saray’ın da desteklediği bir durumdu. Çünkü bu sayede vali ya da komutan gibi üst düzey yöneticilerin vilayetlerde yerli aile ve hanedanlarla akrabalık bağı kurup nüfuz kazanmasının önüne geçilmiş oluyordu.

Bazen çırağ edilme isteği kabul görmeyenler de oluyordu. Örneğin II. Abdülhamit’in padişahlığı sırasında Feleksu adındaki bir cariye, bu isteği kabul edilmeyince sarayda yangın çıkarmış; Sultan II. Abdülhamit bu cariyeye ceza vermek yerine harçlık ve çeyiz vererek saraydan uzaklaştırmış, cariyenin bu isteğini yerine getirmeyen ve önemsemeyen üstlerini ise istemedikleri halde çırağ etmiştir.

Osmanlı tarihi içinde en şanssız cariyeler ise hiç kuşkusuz Sultan Deli İbrahim’in cariyeleri idi. Gözdesi olan Şekerpare’nin, cariyelerden birini bir adamla uygunsuz vaziyette gördüğünü söylemesi üzerine bütün cariyelerine işkence yaptıran ama suçluyu ortaya çıkaramayan Deli İbrahim, sayıları 300’e ulaşan cariyelerin hepsini  ayaklarına taş bağlanmış vaziyette bir çuvala koydurmuş ve Boğaz’ın soğuk sularına attırmıştı. Bu katliam, cariyelerin yaşamının oldukça farklı sonla bittiğine ilişkin bilinen tek olaydır.

Osmanlı haremi neredeyse imparatorluk yıkılana kadar varlığını sürdürdü. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin artık çağın değiştiğini fark ederek haremi dağıttı. Ailesi olanları ailelerini yanına gönderdi, olmayanlara ise kendilerine yetecek kadar para verip çırağ etti.

Osmanlıda birkaç padişah bol odalık almışlar, çoğu almamışlardır. Bir veya çok az zevceyle yetinenler çoğunluktadır. Kanuni, ilk gençlik çağını geçirince yalnız Hürrem Haseki ile iktifa etmiştir. Yavuz Sultan Selim çok ender hareme uğradı. IV. Murat ise neredeyse uğramazdı. Fatih’in 49 yıllık yaşamında bol uyuyacak gecesi ise sayılı olmuştur. Son padişahların bu husustaki karakterleri şöyledir: II. Mahmut kadına düşkünce, I. Abdülmecit çok düşkün, Sultan Abdülaziz ve V. Murad mutedil, II. Abdülhamit düşkün, Sultan Reşat fevkalâde mutedil, Sultan Vahidendin normal, II. Abdülmecit mutedil.

 

2 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.