Plumbat Operasyonu: İsrail Nasıl Nükleer Güç Oldu?

Norveç’in gözde tatil bölgesi Lillehammer polisinin, yerde yatan Arap’ın bedenine şöyle bir göz atması, bu huzur dolu küçük kasabada bazı şeylerin hiç de yolunda olmadığını anlamasına yetmişti.  Yerde, bir kan gölünün ortasında, iki makineli tüfekten çıkan sayısız kurşunla delik deşik olan Arap’ın bedeni, 1973 yazında Norveçlilerin uzak durmak için dua edecekleri acımasız bir hesaplaşmanın Norveç’e taşındığının canlı kanıtıydı.

Görgü tanıklarının ve kurbanı tanıyanların anlattıkları polisin korkularını daha da artırmıştı. Yerde yatan ceset, poliste hiçbir adli ya da siyasi sicil kaydı bulunmayan sıradan görünümlü bir Faslı garsona aitti. Restoranın kapanmasının hemen öncesinde, içinde beş kişinin olduğu bir araba aniden ortaya çıktığında, restoranın açık hava bölümünü temizliyordu.  Arabadan inen iki adam ellerindeki makineli tüfekler ile Faslı garsonu sıkıştırıp kurşun yağmuruna tutmuşlar, sonra arabaya atlayıp geldikleri gibi aynı hızla gözden uzaklaşmışlardı.

Saldırının son derece eğitimli kişiler tarafından gerçekleştirildiği ortadaydı. Ama kafaları kurcalayan asıl sorun, Lillihammer gibi sakin bir tatil beldesinde çalışan sıradan bir Faslı garsonu neden öldürmek istedikleriydi.  İşin altından tek başına kalkamayacağını anlayan Norveç polisi, birçok Avrupalı meslektaşı ile yaptığı uzun görüşmelerin ardından Faslı garsonun Filistinli terörist örgüt olan Kara Eylül’le İsrail gizli servisi MOSSAD arasındaki bitmek bilmeyen hesaplaşmanın son kurbanı olduğu düşünmeye başladılar. 1972 Münih Olimpiyatları‘nda İsrailli atletler Kara Eylül tarafından öldürüldüğünden bu yana MOSSAD’ın suikast timleri, suçlu ya da suçsuz olduğuna bakmaksızın olayda parmağı olduğunu düşündükleri herkesi acımasızca öldürerek tüm Ortadoğu ve Avrupa’yı kana bulamışlardı.

Hiçbir sicil kaydı olmaması nedeniyle, polis onun iyi kamufle olmuş çok üst düzey bir Kara Eylül yöneticisi olduğu fikrine kapılmıştı. Yine de bu durum, böyle bir adamın büyük bir göçmen Arap nüfusa sahip Paris ya da Filistinli teröristlerin ana merkezlerinden biri olan Kıbrıs gibi bilindik terör merkezlerinden çok uzakta, Lillehammer’de bulunmasına mantıklı bir açıklama getirmiyordu. Bu nedenle bir yandan suikastın failleri aranırken, diğer taraftan da Faslı garsonun gerçek kimliğine ait ipuçlarına ulaşılmaya çalışıyordu.

Suikastı gerçekleştirenlere ulaşmak beklenildiğinden çok daha kolay olmuştu. Olay anında çok fazla görgü tanığı olması nedeniyle, polis kısa süre içinde olayda kullanılan aracın plakasını ve suikastı gerçekleştiren iki kişinin eşkâllerini saptamıştı. Aracın plakasından yola çıkarak yapılan araştırmanın sonuncunda polis, ülkeye cinayetten hemen önce giren altı yabancıya ulaştı. Suikastta kullanılan araç, bu altı kişilik grubun içindeki bir kadın tarafından kiralanmıştı. Tutuklanan kişilerin pasaportlarının dikkatlice incelemesi bir gerçeği daha ortaya çıkardı: Pasaportların üçü son derece ustalıkla hazırlanmış sahte pasaportlardı. Ama daha da ilginci, grubun lideri olduğu anlaşılan Dan Aerbel adındaki adamın, Danimarka yurttaşı olduğunu iddia etmesine karşın belirgin biçimde İsrail aksanıyla konuşmasıydı. Dan Aerbel biraz daha sıkıştırılınca çifte vatandaşlığı olduğunu, aynı zamanda İsrail yurttaşı olduğunu itiraf ediverdi.  Diğer beş kişinin konuşmalarındaki aksan da hemen fark ediliyordu. Norveç polisinin, ülkeye suikast yapmak için giren bir MOSSAD takımını yakaladığına artık hiçbir kuşkusu kalmamıştı.

MOSSAD Yanlış Hedefi Vuruyor

Yakalananlar ilk başta konuşmaya fazla istekli değillerdi. Fakat durum onlar açısından hiç de iyi görünmüyordu. Bu noktada devreye iyi polis-kötü polis girdi. İyi polis onlara İsrail halkını katleden teröristlerden kurtulmayı istemelerinin anlaşılır bir şey olduğunu söylerken, kötü polis ne kadar zor durumda olduklarını ve bir hapishanede çürüyeceklerini anımsatıyordu. Devreye bir kez daha giren iyi polis, tek kurtuluş yollarının kendileriyle işbirliği yapmak olduğunu, eğer işbirliği yaparlarsa Norveç mahkemelerin de bu durumdan memnun olabileceğini söyledi. Elbette İsrailliler bütün bu olup bitenlerin nedenlerini anlatırlarsa.

Aerbel uzun sorguların ardından yavaş yavaş çözülmeye başlamış,  iyice tükenmişti. Yalnız kendisi değil, suikast timi de sorgularla dolu yorucu aylar geçirmişti. Yine de Ali Salameh‘i ortadan kaldırmayı başardıkları için son derece mutluydular. Aerbel’in kendisini sorgulayanlara anlattıklarına göre, “Kızıl Prens” olarak tanınan Ali Salameh dünyanın en ünlü teröristlerinden biriydi; uzun bir liste dolusu bombalama ve uçak kaçırma gibi eylemlerden sorumluydu. Ama en büyük başarısı İsrailli atletlerin öldürüldüğü 1972 Münih Olimpiyatları katliamının planlayıcısı olmasıydı. Kılık değiştirmede son derece usta olduğundan MOSSAD’ın onu izini bulması uzun sürmüştü ama nihayetinde Salameh’in bir Faslı garson kimliğiyle Norveç’te saklandığını bulmuşlardı.

Aerbel’e göre verdiği bu bilgiler salıverilmeleri ya da en azından cezalarının düşürülmesi için yeterli gerekçelerdi. Soğukkanlı bir cinayet işledikleri doğruydu ama bunu bir amaç uğruna, Olimpiyatlar’da öldürülen masum İsrailli atletlerin öcünü almak için işledikleri ve öldürülen kişinin üst düzey bir terörist olduğu düşünülürse pekâlâ Norveç mahkemeleri kendilerine şefkatli davranabilirdi.

Aerbel’in umutları, polisin yaptığı araştırmanın ardından bir anda çöküverdi. Verdiği bilgiler doğruydu. Ali Salameh, Münih Olimpiyatları’ndaki katliamın sorumlularındandı ama vurdukları adam hiçbir politik eğilimi olmayan ve maaşının çoğunu düzenli olarak ailesine gönderen sıradan Faslı bir garsondu. Salameh’e oldukça benziyordu ama Salameh değildi!

Bu korkunç gerçek Aerbel’in üzerine çöküverdi: Takımı Salameh yerine yanlış adamı öldürmüştü.

Kimse böyle bir yanlışın nasıl yapıldığını anlamamıştı ama farkına vardıkları tek şey artık başlarının ciddi biçimde belada olduğuydu.  Şimdi hem Aarbel hem de takımı birçok görgü tanığının ifadesiyle desteklenen basit bir cinayet davasının zanlısıydı. Üstelik, Görevimiz Tehlike dizisinin tipik sahnelerinden birinde olduğu gibi, tutuklanan casusların her zaman uğradıkları durumla karşı karşıya kalmışlardı: Resmi olarak İsrail hükümeti ne bu suikast timi hakkında bir bilgiye sahipti ne de onların yaptıkları eylemlerden haberi vardı! Deyim yerindeyse, açık denizde köpek balıklarının arasında tek başlarına kalmışlardı. Artık kurtulma umutlarının kalmadığını ve ömürlerinin geri kalanının dört duvar arasında geçeceğini ilk anlayan Aerbel oldu. Tam kendisi ve arkadaşlarının yargılanmasına başlanacakken yetkililere yeni bir anlaşma önerdi: Eğer kendilerine ve arkadaşlarına anlayış gösterilirse, İsrail tarihinin en büyük sırlarından birine ek olarak en cüretkar (ve en yaşamsal) istihbarat operasyonun tüm ayrıntılarını anlatacaktı.

Norveçli yetkililerin dinledikleri -ve birlikte çalıştıkları pek çok istihbarat kuruluşuna aktardıkları- öylesine inanılmaz bir casusluk öyküsüydü ki, Ian Fleming’in James Bond karakterinin başından geçenler bile bunun yanında sönük kalırdı.  Aerbel harekatının sorumluluğunu üstlenen kişi olarak bütün ayrıntıları hem biliyor hem de yaptıklarıyla büyük gurur duyuyordu. Çünkü uzun yıllar boyunca gerçekleştirilmesi olanaksız görülen bir işi başarmış ve kurt kapanının tam ortasında kalan ulusuna atom bombasını kazandırmıştı!

Çözülen Aerbel Plumbat Operasyonu’nu Anlatıyor

Bütün dünya Aerbel’in anlattıklarıyla ilk kez, kod adı Plumbat Operasyonu olan tarihin en başarılı casusluk eylemlerinden birini öğreniyordu.

İsrail’in ilk başbakan olan Ben Gurion, II. Dünya Savaşı’nda yaşanan Yahudi katliamının ardından, aynı acının bir daha yaşanmaması için ülkesinin bir nükleer programa sahip olması gerektiğini düşünüyordu.  1948 yılındaki Arap -İsrail Savaşı bu gerçeği bir kez daha gün yüzüne çıkarmış, İsrail 1956 yılında Fransa’yla yapılan anlaşmanın ardından 1958 yılında Negev kentinin 13 km güneydoğusunda bulunan Negev çölünde ilk nükleer araştırma tesisini kurmaya başladı.  Çevresi çepeçevre düşman Arap ülkeleriyle kuşatılmış bulunan İsrail hükümeti, 1965 yılında ülkenin güvenliği için artık bir atom bombasına sahip olmaları gerektiğine iyice kanaat getirdiğinden bu çalışmaları hızlandırma ve yeni bir stratejiyi yürürlüğe koymaya karar verdi . “Samson Seçeneği” olarak adlandırılan bu savaş stratejisine göre, İsrail’in kaybetmekte olduğu bir savaş sonrası ulusal varlığının tehlikeye düşmesi durumunda, nükleer silahlar İsrail’in düşmanlarına karşı son çare olarak stratejik koz olarak kullanılacaktı. Ayrıca bir atom bombası, yalnızca Moskova’dan silah alan ve Kremlin’e nükleer silahlara sahip olabilme konusunda baskı yaptığından kuşkulanılan ana düşmanları Mısır ve Suriye’ye karşı caydırıcı etken olacaktı. Plan uyarınca İsrail bir atom bombası geliştirmeyi başardığı takdirde ellerinde nükleer silahlar bulunduğu bilgisi dışarıya sızdırılacak ve Arapların nükleer silahlarla İsrail’e saldırması durumunda aynı silahları İsrail’in kullanmakta tereddüt göstermeyeceğinin anlaşılması sağlanacaktı.

Plan göze hoş görünüyordu ancak İsrail’in bir nükleer güç haline gelmesinin önünde birçok engel vardı. En başta, bir nükleer araştırma programı için gereken en temel malzeme olan yeterli miktarda uranyum oksit cevheri elleri yoktu ve bunu elde etmek öyle pek de kolay değildi.

Sorun, işlenmiş uranyum üretimi ve satışının dünya nükleer güçler “kulübünün”, özellikle de ABD’nin sıkı denetimi altında olmasıydı. Zaten oldukça az işlenen uranyumun her aşaması oldukça sıkı gözetim altında tutuluyor, böylece nükleer kulüp üyeleri dışında başka bir ülkenin nükleer silah geliştirmesine yeterli miktarda bu değerli madeni ele geçirmesi olanaksız hale geliyordu. Washington yönetimi açıkça, Ortadoğu’da herhangi bir ülkenin nükleer silah sahibi olmasına izin vermeyeceklerini belirtmişti.

MOSSAD birçok defa nükleer silah için gereken hammaddeyi ele geçirmeyi denemiş ama her defasında eli boş dönmek zorunda kalmıştı. Sonunda, aslen Danimarka Yahudisi bir aileden gelen kıdemli harekatçılarından Dan Aerbel’in aklına farklı bir fikir geldi. Uzun yıllardır Danimarkalı bir işadamı kimliğinde çalışması nedeniyle, Avrupa iş çevreleri ile sıkı bağlantılar kurmayı başarmıştı. Aerbel’e göre İsrail’in nükleer güç olmasının önündeki engellerin çözümü de bu çevrelerle kurulacak yeni ilişkilerde yatıyordu. MOSSAD, uranyum çıkaran ve işleyen şirketlerden birine sızacak, bu şirketler aracılığıyla uranyum madeni elde edilecek, ardından bu ürünler bir şekilde İsrail’e gönderecekti. Ancak uranyumun işlenmesinin bütün aşamalarındaki sıkı denetim nedeniyle, gerçekleştirilmesi olanaksız bir plan gibi görünüyordu.

Vicdan Azabı Çeken Bir Nazi Subayının Yardımları

İsrail Atom BombasıAerbel’in bulduğu çözüm oldukça basit ama etkiliydi. Uranyumla herhangi bir ilişkisi bulunan Avrupalı kimya şirketleri arasında yaptığı bir araştırmanın sonucunda Asmara Kimya adında ufak çaplı bir Batı Alman şirketini gözüne kestirdi. Asmara’nın ortaklarından biri olan Herbert Schulzen, II. Dünya Savaşı yıllarında Nazi Almanya’sında Luftwaffe pilotuydu. Dostlarıyla yaptığı sohbetlerde, bir Luftwaffe pilotu olarak altı milyon Yahudi’nin ölmesiyle sonuçlanan Yahudi soykırımında ufacık da olsa bir payı olduğu için duyduğu vicdan azabını sık sık dile getiriyordu.

Yahudi soykırımı sırasında kendi ailesinden de pek çok kişiyi yitiren Aerbel, insanoğlunun en zayıf noktalarından birini kullanmaya karar vermişti: Suçluluk duygusundan kurtulma isteği. Aerbel kendisini, İsrail hükümeti adına İsrailli firmalarla yabancı firmalar arasında üretim kontratları düzenleyen bir görevli olarak tanıtarak Schulzen’le ilişkiye geçti. Kısa süre sonra da Asmara, İsrail ordusu adına arıtma araç gereçleri yapmak üzere mütevazi (!) bir anlaşma ile ödüllendirildi. Shulzen hem piyasa oldukça üzerinde bir anlaşma yaparak elde ettiği kârın sevinci, hem de geçmişinden gelen suçluluk duygusunun doğurduğu bir sempati ile bu yeni Yahudi dostuyla sıkı dost oldu. Aerbel de uzun sohbetleri sırasında Auschwitz Toplama Kampı’nda öldürülen aile bireylerinden sürekli söz açıyor, yeni dostunun suçluluk duyguları giderek kabarıyordu.  Konuşmanın sonu hep aynı yere varıyordu: İsrail’in ve Yahudilerin halen daha çok sayıda düşmanı olduğuna ve yeni bir soykırımın her zaman olası olduğuna…

Schulzen artık kıvama gelmiş, oltaya takılmıştı.  Aerbel onu aslında MOSSAD ajanları olan işadamlarıyla yeni işler yapması İsrail’e davet etti. Bu yeni dostları da aynı şeyleri, yani ailelerinin Naziler tarafından katledildiğini aynı tehdidin yirmi yıl sonra bile varlığını sürdürdüğünü anlatıyorlardı. Örneğin, Arap boykotu ve antisemitizm İsrailli işadamlarının yaşamını zorlaştırıyordu. Neyse ki Schulzen gibi önyargıları olmayan böyle insanlar da vardı dünyada! Anlattıklarına göre aslında en büyük sorunları, Ortadoğu bataklığında yaşamlarını sürdürmek için gerekli bazı maddelerin elde edilmesinde yaşadıkları sıkıntıydı. Açıkça söylenmese de, Schulzen “gerekli bazı maddeler” ile neyin kastedildiğini fark etmişti.

Planın bir sonraki aşaması Schulzen’in Almanya’ya dönüşünden sonra başladı. İsrail’de yapılan iş görüşmeleri öylesine verimli geçmişti ki, bu küçük Alman şirketine İsrail’den yağmur gibi sipariş yağıyordu. Herkesin böylesine keyifli olduğu dönemde, Aerbel son hamleyi yaparak Schulzen’e İsrail’in 200 ton uranyum oksit edinmesine yardım edip edemeyeceği sordu. Söylediğine göre ülkesi,  bu kadar fazla miktara Negev’deki yeni nükleer tepkime merkezini ve Dimona adlı araştırma merkezini çalıştırmak için gereksinim duyuyordu.

Schulzen’in bu palavraya inanıp inanmadığını bilmiyoruz, ama yardım etmeyi kabul etmişti. 1968 Mart ayında Asmara Kimya, Belçikalı bir madencilik şirketine istenilen miktarda uranyum siparişi verdi. Doğal olarak da bu yüklü siparişiyle, bütün uranyum ticaretini denetim altında tutan Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun dikkatlerini üzerine çekti. Yapılan incelemelerde her şey yolunda görünüyordu. Asmara Kimya sabun üretmek için gerekli yeni bir petrokimya işlemi için bu miktarda uranyuma ihtiyaç duyuyordu ve İsviçre bankalarındaki beş milyon doların üzerindeki hesap bakiyesi ile sağlam, geleceği olan bir şirket görüntüsü çiziyordu.

Asmara’nın elbette ki sabun üretmek gibi düşüncesi yoktu ve İsviçre bankalarındaki para, MOSSAD tarafından şirketin finansal görünümünü daha da iyileştirmek için aktarılmıştı. Hatta uranyumun nasıl kullanacağına ilişkin Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu denetçilerine sunulan teknik rapor bile MOSSAD tarafından yazılmıştı. Asmara, karayolu ile bu kadar yüklü miktarda radyoaktif maddeyi taşımanın sorun çıkarabileceğini belirterek uranyumunun Antwerp’ten gemiyle alınıp işlenmek üzere İtalya’nın Milan kentine, oradan da Asmara’nın tesislerine yine gemiyle taşınmasını talep ediyordu.

Denetçilerin bilmedikleri, ortada uranyum işleyecek bir İtalyan şirketinin de olmadığıydı. Schulzen, MOSSAD’ın tavsiyelerine uyarak Milanlı eski bir iş arkadaşıyla bağlantıya geçmiş, onun firmasını “birazcık madenin” gemiyle taşınması konusunda bazı can sıkıcı gümrük düzenlemelerinden ve bürokratik işlemlerden kurtulmak adına kullanma konusunda izin istemişti! Schulzen’in lekesiz bir ticari geçmişi olduğundan arkadaşı kabul etmişti. Her şey kağıt üzerinde yasal göründüğünden denetçiler açısından artık bir sorun yoktu.

Ortadan Kaybolan Uranyum Yüklü Gemi

Nükleer kıyametUranyum madenini taşıyacak gemi de yine MOSSAD tarafından ayarlandı. Önce İsviçre’de Liberya bandıralı sahte bir deniz taşımacılığı şirketi kuruldu, ardından bu şirket aracılığıyla Scheersberg A. adında 2.260 tonluk eski püskü bir Batı Alman ticaret gemisi satın alındı.

1968 yılı Kasım ayında, tutulan mürettebatla birlikte yükünü almak için gemi Antwerp’e doğru yola çıktı. İşçiler üzerinde PLUMBAT damgası bulunan yüzlerce çelik kasayı Antwerp Limanı’nda gemiye yüklerken kafaları oldukça karışmıştı. Fakat işler denize açıldıklarında daha da tuhaflaştı.

Mürettebat, yükünü boşaltmak için Milan’a gideceklerini düşünüyordu. Oysa gemi limandan ayrıldıktan yalnızca 24 saat sonra rotasını değiştirip Batı Almanya’nın Hamburg kentine doğru dümen kırmıştı. Limana vardıklarında mürettebata, geminin başka bir iş adamına satıldığı ve satın alan kişinin yeni mürettebat istediği söylendi. Ama gemiyi buraya kadar getiren mürettebata da bu gayretleri nedeniyle oldukça cömert bir ödeme yapılacaktı. Zaten olanlara anlam vermekte zorlanan mürettebatın şaşkınlığı, yerlerine geçecek olan mürettebatı görünce iyice arttı. Yeni gelenler her nedense oldukça asık suratlı, ciddi ve denizcilerin yakın kardeşlik ilişkilerinde pek rastlanılmayan bir şekilde selam bile vermeden işin başına geçen kimselerdi.

17 Kasım 1968’de Scheersberg A. liman görevlilerine Cenova’ya gideceği bilgisini vererek Hamburg’dan ayrıldı. Cenova’daki liman yetkilileri birkaç güne kadar önemli yükü olan bir geminin limanlarına gelecekleri konusunda uyarıldılar. Ama Cenova’daki yetkililer günlerce boşuna bekledi; çünkü Scheersberg A. limana hiç ulaşamadı.

Yetkililerin aklına ilk gelen, geminin batmış olma olasılığıydı. Ama kendilerine Cenova’ya doğru yola çıkan bir geminin battığı ile ne bir bilgi ne de bir haber ulaşmamıştı. Gemi sanki buhar olup ortadan kaybolmuştu. Daha da ilginci, ne geminin sahibi olan şirket geminin akıbetini sormuştu, ne de gemide çalışan mürettebattan birini ailesi endişelenip de oğullarının kaybolduğunu ihbar etmişti.

Avrupa’daki yetkililer harıl harıl kaybolan geminin akıbetini öğrenmeye çalışırken, Scheersberg A. tam on beş gün sonra birden Türk limanı İskenderun’da beliriverdi. Türk yetkililerin Avrupa’da bir geminin kayıp ilan edildiğinden haberi yoktu. Gemi kaptanı kendilerine Napoli’den yola çıktıklarını, İskenderun’da birkaç parça malzeme yükleyip birkaç saat sonra İtalya’ya geri döneceklerini söylüyordu. Türklerin anlatılanlara inanmaması için ortada hiçbir neden yoktu. Gemiden hiçbir şey indirilmiyordu, suya fazla batmadığına göre demek ki yükü de yoktu. Bu nedenle gemiyi aramak ya da kontrol etmek gereksizdi. Yalnızca gemiye yüklenen malzemeleri incelediler ve ardından geminin tekrar yola çıkmasına izin verdiler.

Gizemli geminin bir sonraki ortaya çıkışı yeni kaptan ve mürettebatın gemiden inip gözden kaybolduğu Sicilya limanı Palermo’da oldu. Geminin sahibi başka mürettebatlar tutup Antwerp’e doğru yola çıktı. Limana varışıyla birlikte müthiş bir koşuşturma başladı çünkü geminin ambarlarında tamamen boştu. Denetçiler büyük bir şok yaşıyordu: İki yüz ton uranyum madenine ne olmuştu?

Schulzen hiçbir şeyden haberi olmadığını söyledi. O yalnızca siparişi vermiş ve madenin İtalya’ya gönderilmesi işini ayarlamıştı.  Denizde ne olup bittiği onun sorunu değildi. İtalya’daki fabrika yetkililerinin de uranyumdan haberi yoktu. Geminin sahibi olan şirketin yetkilileri ortada olsaydı belki neler olduğunu anlatabilirdi; ama İsviçre’deki şirket merkezine giden polisin karşısına bomboş odadan başka bir şey çıkmamıştı.

Uranyum madeninin bir şekilde çalındığı anlaşılmıştı. Kimin çaldığı belli değildi ama nükleer denetçilerin on tane atom bombası yapmaya yetecek kadar hammaddenin çalınıp böyle olayları engellemesi için tasarlanmış sıkı olduğu düşünülen bir denetim sisteminin delindiğinin dünyanın bilmesine izin vermelerinin olanağı yoktu.

İşte tüm olan biteni dünya yıllar sonra Aerbel’in paçayı kurtarmak için yaptığı itirafları sonucunda öğrenecekti. Kim bilir, belki de Aelber, Samson Seçeneği’nde bahsedilen bilginin dışarıya sızdırılması görevini yüklenmişti. Ama anlattıklarına bakılacak olursa, gemi Hamburg limanından ayrıldıktan günler sonra Kıbrıs yakınlarında İsrailli teknelerden oluşan küçük bir filoyla buluşmuş ve yükünü onlara teslim etmişti. Sonra da boş olarak İskenderun Limanı’na uğramıştı. Öykünün devamını biliyorsunuz zaten. Bu kadar çok uranyum madeni, İsrail’in nükleer silah programının beş yıl içinde bir atom bombasını mükemmellik derecesine getirmesine olanak sağladı. Nihayet, İsrailliler MOSSAD’ın sayesinde bir atom bombasına sahip olmayı başarmışlardı.

Dan Aerbel ve takımın diğer üyeleri bu itirafların karşılığında, cinayet gibi çok ağır bir suçtan yalnızca 19 ay hapis cezası alarak kurtuldu. Aerbel’le birlikte cezalarını çektikten sonra İsrail’e döndüler ve MOSSAD ajanlarının çevrelerine indirdiği kalın sisin içinde kayboldular.

Plumbat Operasyonu’nun gerçekleşmesinde en büyük pay sahiplerinden biri olan Batı Almanyalı işadamı Herbert Schulzen hiçbir zaman bir suçtan ötürü yargılanmadı. Biraz da keyif duyarak, nükleer denetçilerin tonlarca hammaddenin ortadan yok olmasını örtbas etmeye çalışmalarını seyretti.

Dünya Aarbel’in ifşaatlarının ardından bir kez daha 1986 yılında İngiliz Sunday Times gazetesine  açıklama yapan Mordehay Vanunu’nun ağzından İsrail’in gizli nükleer silah programını öğrenecekti.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.