Latin Amerika’da İkinci Condor Planı Devrede

Latin Amerika, tarih boyunca ABD kapitalizminin acı yükünü dünyada en ağır biçimde hisseden bölge oldu. Zaten biz bu yüzden Latin Amerika için “ABD’nin arka bahçesi” diyoruz ya.

Ne zaman halk kapitalizm kaynaklı sorunlardan bıktığını belirtse, demokrasiyle yada devrimle düzeni değiştirmeye kalksa üstlerine Neoliberalizmin şiddeti çöktü. Genelde darbe yada karşı devrim denenmiş, eğer bunlarda da başarısız olunursa Küba, Nikaragua ve Venezuela örneklerinde gördüğümüz gibi ambargo uygulanarak başkalarına örnek olması önlenmiştir.

Condor Planı da bu bastırmaların askeri darbe bölümünü oluşturur.

Latin Amerika dünyada bölgesel anlamda suç oranlarının birincisi, yoksulluk oranınında ikincisi olması musibetiyle her zaman isyankar ve gergin bir ortam teşkil etmiştir. Özellikle Soğuk Savaş sırasında ardı ardına gelen değişim sesleri, ABD’nin arka bahçesinde hiçbir yerde hissedilmediği kadar hissedilmiştir.

Her ne kadar soğuk savaş dönemi gündeme geldiğinde akıllara Uzakdoğu ve Doğu Avrupa gelse de aslında Latin Amerika’daki mücadeleler Uzakdoğu kadar olmasa bile Avrupa’dan çok daha dramatiktir.

Soğuk savaş döneminde Latin Amerika’da demokratik yollarla ortaya çıkan pek çok sosyalist hükumet askeri darbeler yoluyla iktidardan indirilmiş, hatta indirilmekle kalmayıp ideolojik soykırımlar sonucu büyük temizliklere girişilmiştir. Paraguay’da 1954, Brezilya’da 1964, Arjantin’de 1966, Uruguay’da 1971, Bolivya ve Şili’de 1973 yıllarında askeri darbeler olmuş, ordu yönetime el koymuştur. Darbe yönetimleri pek çok siyasi cinayetler işlemiş yada cezaevlerinde işkence etmiştir. 1975 yılında bu ülkelerin temsilcileri Santiago’da toplanmış ve devrimci, muhalif örgütlenmeleri yok etmek için birlikte hareket etme kararı almışlardır. Bu karara göre ülkeler sadece birbirlerinin sınırlarındaki muhalifleri yakalamakla kalmayacaklar, aynı zamanda dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış muhalifleri de yakalayacaklardı. Pek çok Latin Amerikalı devrimci, ya tutuklandıktan sonra kaybolmuş ya da herhangi bir yerde aniden kaybolmuştur. Bu planlar Bill Clinton döneminde, 2000 yılında açıklanan belgeler sonucunda -CIA desteği- daha açık biçimde ortaya konmuştur. Sözde demokrasinin kalesi olarak sunulan ABD, demokratik yollarla iktidara gelen hükumetleri darbeyle devirerek bizlere demokrasi anlayışının ne seviyede olduğunu gösteriyor aslında.

Yeni Condor Planı: Askeri Değil Hukuki Darbe

Bu üst üste gelen darbe yönetimlerinin işlediği cinayetlerin nasıl bunalımlara yol açtığını anlamak için günümüz Honduras’ına bakmak yeterlidir.

Honduras, yıllardır dünyada cinayet oranı en yüksek ülkedir. Tabi ki bölgesel olarak en yüksek suç oranlarına sahip Orta Amerika gibi bir yerden böyle bir ülkenin çıkması normal karşılanabilir ama Honduras’ın en yakın rakibi olan komşu ülkelerine bile oldukça fark atmasının sebebi, 2009 yılında düzenlenen askeri darbedir. Bu cunta yönetiminin günümüzde de hala devam eden siyasi ve sosyal temizliği yüzünden Honduras bu kötü üne sahip olmuştur. Fakat görünen o ki, kimse bu devlet terörünü konuşmuyor. 2009’da ABD karşıtı lider Manuel Zelaya’nın devrilmesine sebep olan bu askeri darbe yine ABD’nin itibarını zedeledi tabii ki ama bundan sonra sadece yöntemleri değişecekti.

Günümüzde başta Brezilya ve Venezuela’da yaşananlar geçmişte askeri yöntemle gerçekleşen darbelerin bugün farklı biçimlerde uygulandığını gösteriyor. ABD Venezuela’ya direk, Brezilya’ya ise dolaylı işlediği ambargo ile devleti yıpratarak darbeye hazırlık gerçekleştirmiştir. Şimdi de eskisi gibi olmayan yeni bir Condor Planı işletiyor.

Elbette geçmişte yapılan uygulama biçimi ABD’nin itibarını zedelediği için bu sefer askeri alanda değil, hukuki yollardan darbe yapılıyor. Korkarım ki geçmişte olduğu gibi yine zalimler kazanacak.

2012’de Paraguay’da sosyalist başkan Fernando Lugo’ya karşı uygulanan ‘Parlamento Darbesi’ daha sonra Brezilya’da devreye girdi ve tıpkı Paraguay’da olduğu gibi maalesef yine başarılı oldu. Fernando Lugo devrilerek ilk aşama tamamlandı. Brezilya’da Dilma Rousseff devrilerek ikinci ve en önemli aşama tamamlandı, şimdi sıra Venezuela lideri Nicolás Maduro’da.

Bugün Maduro’yu mağdur etmek isteyenler 2002 yılındaysa askeri darbe yoluyla Hugo Chavez’den kurtulmak istiyordu. 2002 yılındaki bu askeri darbe girişimi, halkın kimse çağrı yapmadan ve kendi dürtüleriyle 3 gün süren efsanevi direnişi sonucu başarısızlığa uğradı ve Chavez kurtuldu. Bu sefer ABD 2002’nin rövanşını alabilecek mi göreceğiz ama şu var ki; bu sefer işleri daha kolay olacak ne yazık ki! Çünkü Venezuela, ABD ambargosu, suç ve düşük seyreden petrol fiyatları sebebiyle eski refahından çok uzak ve bu yüzden halk nezdinde rejimin düşmesi gerekiyor. Halbuki halk şunu düşünmeli, refahtaki azalmanın kaynağı rejim mi yoksa ABD mi? Bu soruya doğru cevabı bulabilseler, Bolivarcılığa değil emperyalizme tepki gösterirlerdi zaten.

Bir diğer cephemiz ise Nikaragua. Bu ülke daha önce 1909’da ABD işgaline uğramış ve 1933’e kadar işgal devam etmişti. ABD askerleri çekildiler ama o tarihte ülkenin başına kukla Somozaları yerleştirdiler. Somozalar sanki bir krallık yönetiyormuşçasına babadan oğla bir hanedanlık sistemiyle Nikaragua’nın nimetlerini belli başlı destekçileriyle birlikte sömürdüler. Taki 1979 devrimine kadar.

Latin Amerika’nın yeni bir Küba vakası olmasın isteyen ABD, önce karşı devrimci paramiliter kuvvetlerle devrimi sabote etmeye çalışıyordu. Üstelik hava desteği vermekten de çekinmiyordu. Birde üstüne Küba benzeri vahşi bir ambargo eklenerek Nikaragua felç edildi.

Günümüzde Nikaragua, Panama kanalına bir alternatif olacak yeni bir kanal üzerine çalışıyor. Yapılması planlanan kanal projesi ülke ekonomisi için inanılmaz bir nimet olmasına karşın, sözde çevrecilerin hükümete baskısı devam ediyor. Bu Venezuela’dan sonra sıranın bu ülkeye geleceğini düşündürüyor. Çünkü; Bu kanal ABD-ÇHC mücadelesinin zirve noktası. Kapasitesi daha yüksek olan bu kanal’ın bitmesiyle beraber Panama Kanalı’nın önemi azalacak ve ABD, Çin karşısında ticari ve ulaşım manasında büyük kayıp yaşayacak. Bu yüzden Nikaragua çok önemli. Ancak sözde çevrecilere dur denmesi gerekiyor. Bu çevreciler şuan Venezuela’da gördüğümüz sokak olaylarını örnek alıyorlar.

Bolivya’da, ABD tarafından uyuşturucu üzerinden baskı altına alınıyor. Malum Bolivya, Kolombiya’yla birlikte dünyanın uyuşturucu ambarı. Fakat buna bahane anti-emperyalist örgütler olamaz. Geçmişte Latin Amerika genelinde uyuşturucu kartelleri ile ABD güdümündeki iktidarların içli dışlı ilişkileri bu kadar ortada iken, nasıl olur da, Kolombiya’daki uyuşturucu trafiğinin suçu FARC ve ELN gibi devrimci örgütlerin üzerine yıkılabilir? Yada Bolivya’daki Sosyalistlerin üzerine yıkılabilir? Halbuki bölge genelindeki devrimci örgütlerin en büyük kayıpları oligark yönetimlerin askerlerine karşı değil kartellere karşı verilen çatışmalarda yaşandı.

Kim bilir belki Venezuela lideri Nicolás Maduro’dan sonra sıra Nikaragua’da değil de, Bolivya lideri Evo Morales’te olacak. Evo Morales sempatik kişiliği, samimiyeti, icraatları ile en az Küba kadar Latin Amerika’ya örnek olma özelliğini gösteriyor. Zaten düşük bütçesine rağmen Ekvador’ da yaşanan deprem sonrası yapılan yardımlar, diğer ülkelere kıyasla çok cömertti. Bolivya, ABD için büyük bir tehlike olabilir mi bilemeyiz ama ABD nezdinde onlarda bir sosyalist ve bu yüzden hayatta kalmamalılar.

Bakalım ikinci Condor Operasyonu’nun Brezilya’dan sonra yeni kurbanı hangi halklar olacak, Venezuela mı? Nikaragua mı? Bolivya mı? Küba mı? Bekleyip göreceğiz.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.