Tarihte Baston Kültürü ve Devrek Bastonu

Yaşlıların, hastaların yürümesine kolaylık sağlamak için ağaçtan yapılmış olan bastonun bazen süslü, bazen de sade bir görünümü vardır. Latince “Bastum”, İtalyanca “Bastone”, İspanyolca “Baston” Fransızca “Baton”, Almanca “Stock” ve İngilizce’de “Stick” denilen gerçekte muntazam bir sopa olan bastonun geçmişi çok eskiye inmektedir.

Baston çoğu kez asa ile karıştırılmış ve her ikisi de eş anlamda kullanılmıştır. Oysa asa eski devirlerde kralların, kumandanların, filozofların, din adamlarının ve peygamberlerin elinde dayanak olmaktan çıkarak kuvvet ve kudret sembolüne dönüşmüştür. Baston kadar asa da çok eskiye inmektedir. Uygulamada her ikisi de yürürken elde tutulan sopalara verilen isimlerse de asanın çok daha özel durumu olmuştur.

Din kitapları peygamberlerin, mitolojiler ise tanrıların asalarından, bastonlarından uzun uzun söz etmektedir. Bunların en önemlisi Hz. Musa’nın asasıdır. Kuran’da da sözü edilen bu asayı melekler cennetteki mersin ağacından kestikleri dalla yaparak bir çobana vermişlerdir. Çoban asasını Hz. Musa’ya vermiş sonra da pişman olmuş, geri istemiştir, Hz. Musa “o artık benim oldu” diyerek asayı vermemiştir.

Uzun tartışmalardan sonra da hakemler anlaşmazlığı çözümleyememiştir. O sırada ortaya çıkan bir melek Hz. Musa’yı ve çobanı dinlemiş “yere koyun, kim yerden kaldırırsa asa onundur” demiştir, ihtiyar çoban yerinden kımıldatamamış, Hz. Musa elini uzatır uzatmaz asa kendiliğinden ona gelmiştir. Hz. Musa bundan böyle asasını elinden hiç bırakmamıştır. Hira Dağı’nda tanrının asayı yere at buyruğu ile karşılaşmış, attığında da asa kocaman bir yılana dönüşmüştür. Yılanı eline aldığında koca yılan yeniden asaya dönmüş ve o sırada tanrının sesi duyulmuştur:

“Bir gün bu asa senin mucizelerinin arasında yer alacaktır.”

Hz. Musa tanrıdan on emri aldıktan sonra, firavun ondan mucizelerini göstermesini istemiş, o da asasını yere atmış, asa boynuzlu iki çatallı bir yılana dönüşmüştür. Firavun bu olaydan son derece ürkmüş, “Musa koca bir sihirbaz” demekle yetinmiştir. Musa’nın kavmi Kızıldeniz’e ulaştığında asasını suya vurmuş ve deniz on iki yola ayrılmıştır. Bu yollardan yürüyerek geçen Musa’nın kavmi, karaya erişmiş, çölde ilerlemiş bu kez de susuzluktan kıvranmaya başlamışlardır. Bu defa asasını kayalara vurmuş oradan serin sular fışkırmıştır.

Hz. Muhammed’in Asası

İslamiyet’te de Hz. Muhammed’in “Anaze” denilen bir asası vardı. Dört halifeden sonra Emevi ve Abbasilerde de bu gelenek sürmüş, hilafet Osmanlılara geçtikten sonra da bu sembol ortadan kalkmıştır. Öte yandan Hz. Süleyman Beytü’l Mukaddes’i yaptırırken öldüğünde de asasına dayanır durumdaydı.

Hristiyanlıkta dinsel kişiler sürekli asa veya baston kullanmış ve onlara simgesel bir güç kattığına inanılmıştır.

Antik çağlarda da bastonun oldukça yaygın olduğu görülmektedir. Boyalı Yunan vazolarında bastonlarına dayanmış figürlere çok sık yer verilmiştir. Bunun yanı sıra mitolojideki tanrıların çoğunun da ellerinde birer asa veya baston vardır. Romalılar, Zeus’un olduğunu kabul ettikleri asayı zafer kazananlara vermişlerdir. Ayrıca Romalılar barbar diye niteledikleri kavimlerin krallarına da özel asalar göndermişlerdir. Eski Mısır’da da asa veya baston dini, siyasi ve idari kuvvetin bir simgesi olarak kabul edilmiştir.

Baston ile asanın Doğu uygarlıklarında da kendilerine özgü bir yeri vardır. Eski Hint ikonografyasında Ölüm Tanrısı Yama’nın Danda isimli asası etrafa korku salardı. Ayrıca Babil Tanrısı Ninurta’nın asasının da yıldırımlarla eş güçte olduğu kabul edilmişti. Yoga felsefesine göre de insan ruhu ile bedenine egemen olabilmek için yedi ilke kabul edilmiş ve bunlar yedi boğum halinde asa ile bastona işlenmişti. Öte yandan, eski Çin adetlerinde de insanlar yeni yıla girerken kötü ruhları kovmak için baston sallardı. Onların insan yaşamından bu şekilde uzaklaştırılacağına inanılırdı. Bunun yanı sıra suçlular da bastonla dövülerek cezalandırılırdı.

Tao inancına göre gökyüzünün yedi katı simgesel olarak yedi boğumlu bastonlarla tanımlanmıştı. Ayrıca Tao dinine katılmak isteyenler gerçek bilgiye ulaşabilmek için yedi ayrı sınavdan geçirilir ve bunlar yedi boğumlu bastonlara yansıtılırdı. Bu sınavları başarıyla geçebilenler ise öldüklerinde turna kuşunun gagasıyla tuttuğu bastonlar üzerinde cennete giderlermiş. Tao dinindeki cennete gidiş ile Müslüman dinindeki sırat köprüsü arasındaki bağlantı hem düşündürücü, hem de ilginçtir.

Eski çağlarda dinsel veya hükümranlık gücü olarak kabul edilen, yüzyıllar boyunca da kralların, kumandanların, bilginlerin, din adamlarının ve eğitimcilerin ellerinden düşürmedikleri bastonlar XV. yüzyılda Avrupa’da yaygın biçimde kullanılmıştır. Çoğunlukla gül ağacı, abanoz ağacı, tik ağacı gibi sık dokulu dayanıklı ve hoş kokulu ağaç türlerinden yapılan bastonlar, aynı zamanda süs eşyası olarak da kabul edilmişti. XV.-XVI. yüzyılda Louis dönemlerinde birbirinden güzel baston ve asal ar yapılmış, her birisinin baş kısımlarına değerli madenlerle ağaç oymalar eklenerek zengin bir görünüm verilmiştir. Kapaklı enfiye ve tütün kutuları da bastonlarda başlık yerini almış; “Volterkari” denilen uzun bastonlar yapılarak devlet yöneticileri ve yargıçlar tarafından kullanılmış, XVI. Louis döneminde yüksek ökçeli ayakkabılar giyen kadınların düşmesini önlemek amacıyla onlara özgü bastonlar yapılmıştır.

Geçmiş uygarlıkların ve ulusların kendilerine özgü biçimde sürdürdüğü baston geleneğini Osmanlılar da sürdürmüştür. Sultan II. Mahmud’un (1808-1839) başlattığı Batılılaşma hareketi giyim kuşamda da kendisini göstermiş ve ilk baston taşıyan padişah olmuştur. Ulema sınıfından ilk bastonu da devrin aydın hocalarından Kethüdâzâde Mehmet Efendi kullanmıştır. Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) de Yunan Savaşı’na katılanlara Yıldız Sarayı’nda verdiği davette, ayaklarından sakatlanmış gazilere, daha önce saray marangozhanesinde kendi eliyle yapmış olduğu bastonları hediye etmiştir.

Mitolojide yılan figürü

XIX. yüzyılda Osmanlılarda yaygınlaşan baston, sınıfları tanımlayan örnekler ortaya konmuştur. Kakma, savat tekniklerinde, kalemişli, boynuz, fildişi, kemik ve benzeri malzemelerin katkısıyla her biri başlı başına sanat eseri olan bastonlar günümüzde de beğeni ile seyredilmektedir.

O devrin şarkılarında, kantolarında sözü edilen Osmanlı bastonuna, Reşat Ekrem Koçu değinmeden geçememiştir:

Baston II. Abdülhamid devrinde yaş icabı veya herhangi bir ihtiyaç ile bir dayanak olmaktan çıkmış, kullananı ayak takımından ayıran bir alâmeti farika gibi telâkki edilmiştir; genç yaşlı bütün memurlar baston kullanmaya başladılar; hatta gençler arasında baston, mavi camlı gözlükle beraber bir aşırı şıklık, alafrangalık icabı bilindi; bazı gençler fotoğraflarını bile ellerinde bastonları ile çıkartır oldular. Şıklık alafrangalık yolunda baston şarkılara, kantolara girdi.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbullu gençler arasında bambu kamış bastonlar moda olmuş, 1925-1930’dan sonra gereksinim dışı baston kullanılmamıştır. İstanbul’un baston modasını daha çok İngiltere, Fransa ve Avusturya’dan getirilen bastonlar sağlamıştır. Dış pazarın etkisiyle de İstanbul’da baston yapan atölyeler kurulamamıştır. Baston modasının sona ermesiyle baston satan dükkânlar kapanmış, yalnızca Beykoz’un Dereseki Köyü’nde basit bir atölye 1970 yılı başına kadar kestane ağacından baston yapımını sürdürmüştür. Bu atölye bastonlarını yerli pazar dışında Suriye’ye ihraç etmiştir.

Devrek Bastonu

Devrek’te baston imalatının tarihçesine ilişkin ilginç bir öyküsü vardır. Devrekli Medri Ailesi’nden Marangoz Ali Ziya Efendi I. Dünya Savaşı’nda Mısır’da İngilizlere esir düşmüş, bu olay Ali Ziya Efendi kadar, Devrek’in geleceği açısından da bir dönüm noktası olmuştur. Ali Ziya Efendi İngiliz subaylarının ellerinde sürekli tuttukları bastonun bir kudret sembolü olduğunu fark etmiş, savaş bitiminde memleketinde birbirinden güzel zarif bastonları yakınlarına anlatmaya başlamıştır. Böylece baston biranda Devreklilerin gözünde ihtiyarların dayanağı olmaktan çıkmıştır. Baston Devrek’te gerçek değerini bulmuş, Devrekli ustaların elinde Anadolu kültürünün estetik ve zerafetinin katkısıyla Devrek bastonunun ünü Türkiye sınırlarını aşmıştır. Devrek’te baston yapımı büyük önem kazanmış, babadan oğula, ustadan çırağa geçerek gözde bir meslek haline gelmiştir. Bugün Devrek’te baston yapım geleneği sürmekte, birbirinden güzel örnekler ortaya konmakta ve Devrek ekonomisine de büyük katkısı olmaktadır.

Devrek bastonuDevrek bastonlarının yapımı bilgi ve becerinin yanı sıra büyük bir sabır da gerektirmektedir. Esnek bir ağaç olan kızılcık kesilir, Aralık ve Şubat aylarında kızılcığın suyu çekildiğinde dalları ayıklanır ve elde edilen parçalar bir yıl bekletilir. Ekmek fırınlarında eğrilikleri düzeltilen dallar tornadan geçirilir ve böylece bastona verilecek şekiller belirlenir. Ardından testere ile yivler açılır, eğe yardımıyla sistre, zımpara işlemleri yapılarak desen ve figürler ortaya çıkarılır.Bastonlarda birbirlerine dolanmış yılan motiflerine sık sık rastlanır. Bir yandan boyama işlemi yapılırken öte yandan kusurlu yerler dolgu verniğiyle düzeltilir. Boya verniği ise yüzeylerde hiç bir şekilde uygulanmaz. Bu işlemler yapıldıktan sonra sıra bastonun sapına gelir. Çoğunlukla ceviz ağacından yapılmış saplarda sedef, gümüş, bağa, dağ keçisi ayağı, kemik ve değerli taşlar kullanılmıştır. Ördek bacağı, yılan başı, atmaca, karaca, at başına da saplarda yer verildiği gibi, içerisinden şiş çıkan silâh olan, kargıya dönüşen, kurşun atan, bastonlarla da karşılaşılmaktadır. Ancak kamalı bastonlar günümüzde yasak olduğundan yapılmamaktadır. Kemal Özmen Ahlat bastonu denilen bir bastonun sap kısmında ise tabanca saklandığını belirtmektedir. Bastonun süslenmesinde çini mürekkebi, keçeli kalem kullanıldığı gibi yakma tekniği de uygulanabilir. Devrek bastonlarında ustasının ya da üretildiği atölyenin adının yazılması gelenektir. Ayrıca üst bölümünde üretildiği tarih de rakamla belirtilir.

Devrek Bastonlarındaki Yılan Motifleri

Devrek bastonlarının gövdelerindeki birbirlerine sarılmış yılan figürleri rastgele seçilmiş örnekler değildir. Aynı zamanda bunlar yüzyıllar boyunca Anadolu’da yerleşmiş yaygın bir kültürü yansıtmaktadır. Simgesel olarak yılan motifi bilimde evrensel düzene egemen olmuş, akıl-duygu, sevgi- nefret, ruh-madde, yaşam-ölüm, iyilik-kötülük gibi karşıt güçleri bir arada göstermektedir. Mitolojide yılanın önemli bir yeri vardır. Olympos tanrılarından Hermes sopasıyla bir gün kırlarda dolaşırken birbirleriyle boğuşan iki yılanı görerek onları ayırmıştır. Bundan sonra da Hermes birbirlerine sarılmış iki yılan figürünün tasvir edildiği “Kerykeion” isimli asasıyla tasvir edilmiştir. Barışın, kardeşçe geçinmenin, uyumluluğun simgesi olan bu asa aynı zamanda insanın fizik ve psişik yapısıyla da ilgilidir. Hermes’in yanı sıra hekimlerin tanrısı Asklepios ve onun kızı Hygieia’nın asasında yılan figürlerine yer verilmiştir. Anadolu kültürünün ana tanrıçası Kybele ve Bereket Tanrıçası Demeter de çoğu kez yanlarında bulundukları yılan figürleriyle tanımlanmıştır.

Mitolojide yılan teması çok yaygın işlenmiştir. Bunlardan birine göre Troia Kralı Priamos ile karısı Hekabe’nin kızı Kassandra ile Priamos’un oğlu Helenos, Apollon şenlikleri sırasında çocuklarını mabette unuturlar. Ertesi günü çocukların unutulduğunu farkedince mabede gelirler ve iki yılanın çocukların gözlerini, kulaklarını yaladıklarını görürler. Bundan böyle çocukların duyguları daha duyarlı olur ve insanların göremediklerini, algılayamadıklarını sezerler.

Phorkys ile Keto’nun kızlarının en ünlüsü olan Medusa’nın saçları yılanlarla kaplıydı. Ahlak düzenini bozanları ve ona karşı gelenleri amansızca cezalandıran cehennem tanrıçalarından Erinysler’in, Mısırlıların şefkat dolu Ana Tanrıçası Isis’in sembolü de yine yılandı. Thebai kral ve kraliçelerinin ölümlerinden sonra yılan şeklinde canlanacaklarına da inanılmıştır. Eski Roma’da da insanların koruyucu ruhlarının yılan şeklinde olduğu inancı yaygındı.

Büyük bir olasılıkla yer altında yaşadığı düşünülen yılan, karanlığı, gizemi ve belirsizliği işaret etmektedir. Ürkütücü görüntüsüne karşılık verimliliğin, üretkenliğin ve cinselliğin sembolü olmuş, aynı zamanda da doğuşu, sürekliliği simgelemiştir.

Etnologların ilkel kabileler üzerinde yaptıkları araştırmalar yılanın doğurganlığın sembolü olarak düşünüldüğünü ortaya koymuştur. Angola’da kadınlar yataklarının altında döllenmeyi kolaylaştırmak için tahtadan yılan idolleri koyarlar. Doğu Afrika’da hamile kadınların yatağına yılan konur, böylece saflığın bebeğe geçeceğine, doğumun kolay olacağına inanılmıştır. Hindistan’da çocuğu olmayan kadınların kısırlıklarının kobra besleyerek giderileceği inancı günümüzde de yaygındır. Öte yandan Brezilya ormanlarında yaşayan kabileler de, kadınların yanına verilen yılanın, çocuğun oluşumunu sağlayacağını kabul etmişlerdir.

Herman Keserling isimli bir dilbilimci de Kızılderili dilinde yılan ile yaşamın aynı sözcükle tanımlandığını söylemiştir. Arapçada yılana “el hayye”, yaşama da “el hayat” isimleri verilmiş birbirine benzer iki sözcüktür.

Tarihten, mitolojiden ve din kitaplarının verdiği bilgilerin ışığı altında Devrekli ustalar o zarif bastonları yaparlarken aynı zamanda da canlılığını yitirmemiş bir yılan kültürünü bastonla birleştirerek günümüze taşımışlardır.

Zonguldak’ta 1933 yılında Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin düzenlediği ‘Tasarruf ve Yerli Malı Haftası” kapsamındaki sergide Devrek bastonları ilk kez sergilenmiş ve ödüllendirilmiştir. Bunun ardından 1936 İzmir Enternasyonal Fuarı’nda da yine Devrek bastonları ödül kazanmıştır. Devrek Belediyesi 7 Temmuz 1984’te Devrek Baston Festivali’ni düzenlemiş ve bu festival her yıl tekrarlanmaya başlamıştır. Festival kapsamındaki sergiler açılarak el emeği, göz nuru olan bastonun tanıtımı yapılmaktadır.

3 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.