Tevfik Fikret’in Mücadelesi

Tevfik Fikret, Servet-i Fünun devrinden sonra, artık memlekette bir iyileşme görebilmek için her şeyden önce saltanatın yıkılması fikrine taraf tutmuş, bu en kuvvetli istidbat devrinde bir ihtilalci gibi, padişah aleyhine şiirler yazacak kadar büyük bir cesaret göstermiştir. 6 Temmuz 1906′ da II. Abdülhamid’i öldürmek için, Cuma Namazı’na giderken arabasının önünde patlayan bomba münasebetiyle yazdığı şiir, Fikret’i idam sehpasına götürecek kadar kuvvetlidir. Bu şiir elden ele dolaştığı halde, şairin başını kurtarabilmesi hayret edilecek bir olaydır.

Fikret, bu şiirinde bombanın patlayışını anlattıktan sonra, bu saldırıya kimin sebep olduğunu sorar ve bu hareketi o kadar alkışlar ki:

Silkip ukudu rıbka-i-asarı en çetin
Bir uykudan uyandırır akvamı dehşetin.
Ey şanlı avcı dâmmı beyhude kurmadın,
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın.

der. Fikret’e göre, bu bomba hedefine varsaydı, bir çeyrek asırlık düğümler çözülecek ve millet en derin uykusundan uyanacaktı. Fikret’in böyle bir uyanışa, böyle bir büyük değişikliğe hasreti vardı. O da, Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet ıslahatçıları gibi, padişahın ölümünden veya değişmesinden çok şeyler bekliyordu. Demokratik bir rejime geçmek için zalim padişahın ölümünü yeter görüyordu. Bu da Fikret’in, toplumların gelişim tarihinde derebeylik düzeninin yıkılmasının bir bünye değişikliği olduğu ve ancak bir halk devriminin bu düzeni yıkması gerektiği hakkında fikri bulunmadığım gösterir. Fakat millete saltanat düşmanlığını telkin etmesi itibariyle Fikret ileri bir fikre tercüman olmuştur.

Tevfik Fikret ve “Sis”

Tevfik Fikret’in saltanata karşı yazdığı şaheserlerden biri de “Sis”tir. Sis şiirinde yalnız sefalet ve kayıtsızlık içinde çalkalanan İstanbul’u değil, aynı zamanda yıkılış halinde olan bir toplumu tasvir etmiştir. Sis’te asıl hedef II. Abdülhamit ve onun baskıcı yönetimidir. Fakat İstanbul; tarihi, insanları, yapıları, içten ve dıştan; yakın ve uzak görünümü ile “simge şehir” olarak hedef tahtasına oturtulmuş; sis imgesi ile hükümet merkezi olan İstanbul kişiselleştirilmiştir. 

Teşbih, teşhis, hüsnü ta’lil, nida gibi birçok  söz sanatının kullanıldığı Sis şiirinde yaşadığı devrin tablosunu şöyle çizer: Şehrin ufuklarını kalın bir duman sarmıştır. Karanlık gittikçe artmaktadır. Bu karanlığın baskısı altında bütün ruhlar silinmiş, bütün levhalar toz altında kalmıştır. Bu öyle korkunç bir karanlıktır ki, gözler birbirine bakamaz, korkar. Tevfik Fikret Sis şiiriyle hem baskıcı yönetimi hem de insanıyla perişan haldeki giderek çöken Osmanlı tablosunu gözler önüne serer.

Ey şa’şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;
Ey Marmara’nın mâi der-âguuşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ,
Hâlâ titrer üstüne enzâr-ı temâşâ.

Tevfik Fikret, zulüm, istibdat, baskı ve cehalet içinde gittikçe karanlığa giren muhitine üzüntüyle baktıktan sonra coşar, bu çürümüş çehreye bu örtüyü layık görür. Fikret’e göre bütün bu facialardan, eğlenceye dalan ve sesini çıkarmayan şehir halkı da suçludur. Tevfik Fikret Sis’te bu halkı şöyle anlatır: “İçindeki insanlarda temizlik yoktur, hepsi, riya, kıskançlık, menfaat kiriyle kirlenmiştir. Hepsi yükselmek için yalnız dalkavukluktan ümit bekler.”

Bu, her çürümüş toplumun dışına akseden moral düşüklüğüdür. Ve nedenleri de bünyedeki temel bozukluğa dayanır. Fikret bu köklere inmediği için, bütün hiddet ve şiddetini İstanbul’un kokmuş çehresine çevirmişti. Fakat imparatorluğun hareket merkezi bu şehir olduğu için, Fikret, hücumlarında şüphesiz haklıdır. O, bu kokmuş muhitten o kadar nefret etmiştir ki, yine Sis şiirinde

Milyonla barındırdığın ecsâd arasından,
Kaç nasiye vardır çıkacak pâk-ü dirahşan?

diye sorar. Bu, yozlaşmış bir toplumun tasviridir. Sis şiirindeki bu dizeleriyle çöküşün sorumluları arasına hemen hemen bütün İstanbul’u katar. Bu, çökmekte olan bir imparatorluğun buhranıdır. Çöken Roma İmparatorluğu’nda Pompei ne ise, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nda da İstanbul o idi. Fikret, bu çöküşe bakıp “Ey dehrin orospusu” demekten kendini alamıyordu. Şair, aç halk kitlelerinin tepesinde saltanatın ve bu saltanat etrafında toplanan dalkavukların nasıl eğlendiğini anlattıktan sonra, İstanbul’un ücra mahallelerine girer; buradaki harabeyi, sefaleti, faciaları sayar. Sonra milletin kanını emen idareci sınıfını, soyguncuları, midelerinin zehirli telkini ile her alçaklığı yutan ağızlar olarak belirtir. Sonra bütün bu zulümlerin ve sömürmenin karşısında, her nimeti ve kurtuluşu gökten tevekkülle bekleyen halkı da, sessizliğinden dolayı suçlar. Bu ülkede namus, geçmiş zamanlara ait bir anıdır. İkbal kıblesine çıkan yol, el etek öpme yoludur. Öksüzlerin, dulların ağzındaki şikâyet, silahlı bir korku ile karşılaşır. Özgürlük ve güvenlik vaat eden yasa (Anayasa) bir efsanedir; ebedi bir yalandır. Fikret, çökmekte olan imparatorluğun tablosunu böylece çizdikten sonra, azap ve ıstırap çekenlere acıyarak bakar:

Ey mader-i hicranzede, ey hem-ser-i muğber.
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar… Hele sizler,
Hele sizler…

diye feryat eder. Bu manzara karşısında sızlayan yüreğinin bütün nefretiyle saltanata ve saltanatın soyguncularını içinde barındırdığı şehre bakarak:

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbet uyu, ey fâcire-i dehr!

diye haykırır. Yıkılmakta olan bir imparatorluğun çöküşünü anlatan ne kuvvetli bir isyan! “Uyku” bilindiği üzere aynı zamanda “küçük ölüm” anlamına gelir. “Sonsuza dek sürecek bir uyku” ile dile getirilen ölüm isteği Tevfik Fikret’in kapıldığı karamsarlığın, vardığı umutsuzluğun son noktası olsa gerek. Diyebiliriz ki, Fikret’in “Sis”ini okuyup da saltanata düşman olmayanlar, o neslin gençleri arasında pek azdır. Fikret bu çeşit yazılarıyla, 1908 Meşrutiyet hareketinin doğmasına ve başarıyla sonuçlanmasına en atılgan Jön Türkler’den daha etkili bir tarzda hizmet etmiştir.

Tevfik Fikret’in Düş Kırıklığı

Fikret 1908 Devrimi’nden çok şeyler umut etmişti. Mutlakiyet devrine karşı meydana gelen siyasi uyanıklığın, milletin sosyal ve kültürel kalkınmasında da bir rol oynayacağını, politik özgürlükle beraber, insani bir topluma yol açan, bütün vatandaşları içine alan bir adalet ve eşitliğin kurulacağını sanmıştı. Fakat İttihat ve Terakki Partisi’nin idareyi eline aldıktan sonra, iç ve dış zıddiyetlere karşı özgürlüğü sınırlayıcı tedbirlere başvurduğunu, imparatorluktan miras kalan yolsuzluk ve tahakkümün devam ettiğini gördükten sonra hayal kırıklığına uğradı.

Meşrutiyet’in ikinci devresinde siyasi mücadele, partiler arasında iktidar mevkiini paylaşma mücadelesi halini almıştı. Osmanlılık, İslamcılık, muasırlaşma, milliyetçilik, Türkçülük akımlarının politik platformu üzerinde yapılan mücadeleler, yıkılmakta olan imparatorluğun iç çöküntüsünü, savaşlarla imparatorluktan koparılan ülkelerin ayrılmaları da dış çöküntüsünü aksettiriyordu.

Tevfik Fikret’in Düş Kırıklığı

Fikret bu akımların, bu politika gürültülerinin dışındaydı. Ütopist bir insaniyetçi olarak, 1908 devriminin artık geçmişi temizlediğini, bu yeni düzenin temelleri üstünde bütün vatandaşları içine alan bir özgürlük ve eşitliğin doğacağını sanmıştı. Bu gürültü karşısında kenara çekilip bir müddet susan Fikret, uğradığı hayal kırıklığını “Rubabın Cevabı” ile aksettirdi.

“Yıllardır ey rubab-ı hazinim, günûdesin” şikâyetiyle başlayan “Rubabın Cevabı”ndaki sosyal protestoda, 1908 hareketinin hiç bir şey getirmediğini, milletin yine aynı sefalet ve perişanlık içinde kıvrandığını belirttikten sonra, vatanın ıstırabını şöyle anlatıyordu:

“Bağrım! diyor vatan: acıyın, bin yılan dişi
Bağrımda saplı, karhaların en muharrişi
Yorgun, ciğerlerimde, medîd öksürüklerim.
Hummalarımla…”
Sen bak, nasıl benizler uçuk, nazreler melûl.
Sen bak, şu kitlenin tabakaat-ı zalûmûna
Sen bak, ne bünyeler boğuyor gûl-i inhitat
Hep devrilen ümmid-i teselli, zekâ, sebat!
İfrît-i hırs-ı gayzın, o her keyfi hak sayan,
Her şekl-i itikamı helâl addeden, “Sözüm
Kanun!” diyen tasallûtun altında öksüzüm,
Bedbahtım, işte kimseciğin hayrı yok bana;
Ben bir zavallıyım!” diye pür şehka-i bükâ
İnlerken, artık inlememek, hem de en cesur.
En gür sesimle inlememek bir günâh olur.

Fikret çekildiği sessiz köşeden bu şiiriyle çıkmıştı. Halk yığınlarının ıstırabı, vatanın çöküşü, politikacılar, iktidar sınıfının tahakküm ve istibdadı karşısında susmanın günah olduğunu anlamıştı. Gür sesiyle haykırıyordu. Fikret’in muhalefetini, Galatasaray müdürlüğünden çekilmesine, İttihat ve Terakki Partisi’nin kendisine daha yüksek bir mevki vermemesine yoranlar, Fikret’i tanımayanlar, onun şahsında ve fikirlerinde hürriyeti boğmak istiyorlardı. Fikret, çelik gibi bükülmez karakteriyle hiç bir zaman ne paraya, ne mevkiye, ne de hırsa boyun eğmişti. O, 1908 devrimine, hayal ettiği insaniyetçi topluma geçilecek bir kapı gözüyle bakmış, bu kapı hayallerine kapanınca, azap içinde kıvranan kitlelerin ıstırabından aldığı ilhamla muhalefete geçmişti. Bu hayal kırıklığını, devrimden dört sene sonra yazdığı “95’e Doğru” şiiriyle, hiç korkmadan haykırmaktan çekinmedi.

Bir devr-i şeâmet, yine çiğnendi yeminler;
Çiğnendi, yazık, milletin ümmîd-i bülendi.
Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi…

Tevfik Fikret, imparatorluktan miras kalan bu kötülüklerin devamı karşısında sahte bir vatanseverlikle, “yaşasın millet” diyenlere karşı kükrüyordu:

Millet yaşamaz hakka tahassürle solurken
Sussun diye vicdanına yumruklar inerse;
Millet yaşamaz Meclisi müstahkar olurken
İğfal ile, tehdit ile titrer ve sinerse;
Millet yaşamaz mâşer-i millet boğulurken.

Fakat Fikret’in bu gür sesle haykırması, iktidar sınıfını ve partisini tenkit etmesi, hiç şüphesiz idareci kadronun işine gelmezdi. Hele Tevfik Fikret’in genel savaş arifesinde kötülükler, hırsızlıklar, haksızlıklar karşısında yazdığı “Hân-ı Yağma” şiiri İttihat Partisi’nin sükûtla geçiştireceği bir olay değildi. Fikret, kendi nesli üstünde bir ahlâk peygamberi denecek kadar yüksek bir etki yapmış bir şahsiyetti. Suçlamaların Fikret’ten gelmesi, hükümetin mevkiini kuvvetle sarsabilirdi.

Fikret bu şiirinde idareci kadronun sırf ihtiraslara dayanan sahte vatanseverliğini, yıkılmakta olan imparatorluğun içinde Pompei’yi andıran içki ve sefalet âlemlerini, hırsızlıklarını, söz rüşveti vermeye bile lüzum görmeden açıkça haykırıyordu:

Bu sofracık efendiler – ki iltikama muntazır,
Huzurunuzda titriyor-şu milletin hayatıdır;
Şu milletin ki, mustarip, şu milletin ki, muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yeyin, yutun hapır hapır.
Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.
Verir zavallı memleket, verir ne varsa mâlini,
Vücûdunu, hayâtını, ümidini, hayâlini,
Bütün ferâg-ı  hâlini, olanca şevk-i bâlini,
Hemen yutun, düşünmeyin harâmını, helâlini…
Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı iştiha sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!

Fikret’in bütün şiirlerinde vatanın çöküşü karşısında duyduğu vatanseverlik acısı, bir politika süngeriyle silinemeyecek kadar derin ve coşkundu. Fikret, “milli zengin” türetmek emeliyle yürütülen milliyetçi politikaya ve yabancı emperyalizmine âlet olan, vatandaşlar arasında ırk, milliyet ayrılıkları yaparak düşmanlıklar yaratan bir milliyetçiliğe ve Türkçülüğe taraftar değildi. Onun için bu toprakta yaşayan, bu toprağa faydalı olan her insan eşit haklı vatandaştı; dünya bütününü meydana getiren milletler, insanlık bağlarıyla birbirine bağlanması gereken varlıklardı. Fikret’in insana karşı beslediği bu inanç, bu saygı ve sevgi, onu en yüksek ve bilinçli vatanseverler mertebesine yükseltiyordu. Fikret, yüksek insaniyetçi anlayışlarıyla dünden ziyade kendinden ileri bir topluma mal oldu.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.