Osmanlı’nın Bakanlar Kurulu Divan-ı Hümayun

Osmanlı İmparatorluğu’nda hükümete önceleri Divan-ı Hümayun, son yıllarında ise Bab-ı Ali adı verilmiştir. Divan-ı Hümayun bugün kullandığımız Bakanlar Kurulu’nun Osmanlı’daki karşılığıdır. Hümayun “padişaha ait” ya da “imparatorluk” anlamlarına gelir.

Osmanlı’da ilk kez Orhan Bey zamanında kurulan divan teşkilatının klasik yapısına kavuşması ve “Divan-ı Hümayun” adıyla anılması Fatih Sultan Mehmet döneminde gerçekleşmiştir. Fatih, kanunnamesi ile divanın işleyişini belli kurallara bağlamış, koyduğu yasalar büyük ölçüde daha sonraki yüzyıllarda fazla değişikliğe uğramadan uygulanmıştır.

Fatih zamanına kadar divana padişah başkanlık etmekte iken onun saltanatında bu yöntem terk edilmiş, bundan sonra toplantılar vezir-i azamın başkanlığında yürütülmeye başlanmıştır. Fakat padişah toplantıları tamamen terk etmeyip, Divanhane’ye yakın “Kasr-ı Adi” adı verilen kafesli bir bölme arkasından toplantıları izlemeyi sürdürmüştür. Padişah toplantının başkanlığından çekildiği için toplantıda alınan kararların padişah ile görüşülüp onaylatılması zorunluluğu ortaya çıktığından, belirli günlerdeki toplantıların ertesinde bu çeşit işler için “arz günleri” belirlenmiştir.

I. Bayezid ve Yavuz dönemlerinde de gelişmesini sürdüren Divan-ı Hümayun en mükemmel dönemine Kanuni Sultan Süleyman zamanında kavuşmuştur. Bu güçlü dönemi XVII. yüzyıl ortalarına kadar sürmüştür. Bundan sonra sadrazamların kendi konaklarında yaptıkları divan önem kazanarak yavaş yavaş Divan-ı Hümayun’un yetkilerine sahip olmuştur.

1650 yılında sadrazamlara mahsus sürekli bir konak tahsis edilmiş, Divan-ı Hümayun bürokrasisinin reisülküttaplığa bağlı kısmının burada da hizmet görmeye başlamasıyla Divan-ı Hümayun’un önemi daha da azalmıştır. XVIII. yüzyılda “Paşakapısı”, daha sonraları ise “Babıali” adıyla anılacak olan bu merkez kısa zamanda bütün devlet işlerinin görüldüğü, merkezi bürokrasinin büyük bir kısmının toplandığı yer haline gelmiştir.

Divan-ı Humayun hiçbir zaman tam olarak kaldırılmasa bile, II. Mahmut döneminde 11 Muharrem 1254/1837’de yapılan reformlarla asli işlevlerini başka kurumlara bırakmıştır. Devletin gereksinim duyduğu çeşitli idari, adli ve mali konularda gerekli düzenlemeleri yapma yetkisi Meclisi Ahkâmı Adliye Divanı’na, devletin yönetsel işlevlerini yerine getirme görevi ise Dârı Şûrâyı Bab-ı Ali’ye devredilmiştir. Divan-ı Hümayun bu tarihten sonra yalnızca elçilerin ağırlanması, ulufe dağıtımı ve yeni tayin edilen devlet ricalinin eskiden beri süregelen bir adet olarak padişah tarafından arzlarda kabulü merasiminden ibaret kalmıştır.

Divan-ı Hümayun Toplantı Zamanları

Divan-ı Hümayun’un normal toplantı zamanları devirlere göre değişiklikler göstermiştir. Orhan Bey zamanından Fatih devrine kadar her gün sabah namazından öğlene kadar toplandığı bilinmektedir. Fatih zamanında haftada dört gün vezirler kazaskerler ve defterdarı padişah arza kabul edebilirdi. XVI. yüzyılın sonlarına doğru toplantı günleri Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri olmak üzere haftada dört güne indirilmiştir. III. Murad devrinde her divan günü arz yapılması yöntemi terk edilerek Pazar ve Salı arz günü kabul edilmiş, diğer iki gün sadece Divan-ı Hümayun toplantısı olarak devam etmiştir. 1768 tarihinden sonra divan toplantıları altı haftada bir gün yapılmaya başlanmış, XIX. yüzyılda divan sadece ulufe dağıtımı ve elçi kabulleri için toplanmıştır.

Padişah nerede bulunursa divan da orada kurulurdu. Başkentte olduğunda Divan-ı Hümayun XVI. yüzyıla kadar sarayın ikinci avlusunda yeni divanhanenin arka tarafında yer alan Eski Divanhanede toplanmaktaydı. Kanuni zamanında “Kubbealtı” adı verilen yeni bir binanın yapılmasıyla buraya taşınmış, toplantılar burada yürütülmeye başlanmıştır.

Devlet merkezinde bu şekilde toplanan divan, padişahla birlikte ordu seferde olduğu zamanlar sefer şartları dolayısıyla ihtiyaç halinde ve toplantı için uygun şartlar sağlandığında toplanmaktaydı. Ordudaki Divan-ı Hümayun’a sadrazam başkanlık etmekte idi. Padişahın katılmadığı seferlerde ise yine orduda sadrazamın başkanlığında divan toplanmakla birlikte Divan-ı Hümayun’un asıl başkanı padişah olduğu için Divan-ı Hümayun padişahın bulunduğu merkezde de ayrıca toplanırdı. Sadrazamın yerine merkezde kalan sadaret kaymakamının başkanlığındaki bu divana merkezde kalan divan üyeleri ile sefere gidenlerin yerine vekil olarak kalanlar katılmaktaydılar.

Divan-ı Hümayun toplantıları sabah namazından sonra başlar, genellikle öğlene kadar sürerdi. O günkü divan görüşmelerinin sona ermesinden sonra padişaha arza çıkılması gereken arz günü ise reisülküttab arza gireceklerin kabulüne izin verilmesi için sadrazamın emriyle telhis hazırlardı.

Divan-ı Hümayun toplantısı

Divan-ı Hümayun Üyeleri ve Yardımcıları

Divan-ı Humayun üyeleri üç temel sınıfa ayrılır:

  • Seyfiye:Yönetim ve askerlik görevi olan asker sınıfı ifade eder. Divandaki temsilcileri Veziriazam, Vezirler (Kubbealtı Vezirleri) ve Kaptan-ı Derya’dır.
  • İlmiye: Eğitim-öğretim, yargı, fetva çıkarma ve yönetimi denetleme görevi bulunan ilmiye sınıfının divandaki temsilcileri Kazaskerler’dir
  • Kalemiye: Mali ve idari işlerin yönetilmesinden sorumludurlar. Divandaki temsilcileri Defterdarlar, Nişancı ve Reisülküttab’dır

Vezir-i Azam: Osmanlı’nın kuruluş döneminde yalnızca bir tane vezir bulunurken I. Murat döneminden itibaren bu sayı arttı, ilk vezir Vezir-i Azam olarak adlandırılmaya başlandı. Vezir-i Azam her türlü devlet işlerinde Başdefterdarın görev alanı dışında padişahın mutlak vekili kabul edilir, “mühr-i hümayun” ile padişahın vekilliği sıfatına sahip olurdu. Fatih zamanından itibaren padişahların fiili olarak Divan-ı Hümayun’a başkanlık etmeyi terk etmeleri üzerine Divan-ı Hümayun’un başkanı ve yürütücüsü olmuştur. Sadrazam bütün yetkilerini padişahtan alır, yasama, yargı ve yürütmeyle ilgili alanlarda bu yetkileri kullanırdı. Önemli devlet meselelerini Divan-ı Hümayun’da diğer devlet erkânıyla müzâkere eder, konunun önemine göre genellikle nihai karar için yine padişaha müracaat ederdi. Yetki alanı içerisinde almış olduğu kararlar padişah kararıymış gibi kabul edilirdi.

Kubbealtı Vezirleri: Orhan Bey zamanından itibaren vezirler genellikle ilmiye sınıfından seçilmekteydi. Vezirler Kanuni zamanına kadar, genellikle devlet merkezinde bulunurlardı. Kanuni zamanında ise taşraya gönderilmeye başlanmıştır. Vezirlerin taşraya gönderilmeye başlanması ve Kanuni zamanında İbrahim Paşa’nın sadaretinde “Kubbealtı” adı verilen Divan-ı Hümayun’un toplandığı binanın inşasıyla birlikte, merkezde bulunup divana katılan vezirlere “kubbealtı vezirleri” adı verilmiştir. Sayıları zaman zaman üç ile sekiz arasında değişirdi. Bu vezirler Divan-ı Hümayun esnasında davaların yürütülmesine müdahale etmezler, sadece önemli konularda sadrazamın sorması halinde fikirlerini beyan ederlerdi. Nişancının işlerinin yoğun olduğu divan toplantısı esnasında yine sadrazamın izniyle fermanların üzerine tuğra çekerlerdi. Divan-ı Hümayun’da bulunmaları hem danışmanlık yapmak hem de devlet yönetimi hususunda deneyim kazanmaları içindir.

Divan-ı Humayun’un önemini yitirmesiyle Kubbealtı Vezirlerinin sayısı ve önemi de azalmış, 1731’den itibaren Kubbealtı Veziri tayin edilmemiştir.

Kazaskerler: Fatih Sultan Mehmet zamanına kadar bir tane olan kazaskerlerin sayısı devletin büyümesinin de etkisiyle 1480 yılından itibaren Rumeli ve Anadolu Kazaskerliği olarak ikiye çıkarılmıştır.

Kazaskerler Divan-ı Hümayun’da Kubbealtı Vezirleri’nden sonra gelen, Osmanlı yargı kurumunun en üst makamında bulunan kimselerdir. Askeri sınıfa ait davalar, veraset işleri ve bazı hukuki ve şer’i davalara bakarlardı. Bu davaları öncelikle Rumeli Kazaskeri dinler ve gerekli kararı vezir, işlerin yoğun olduğu durumda sadrazamın izniyle Anadolu Kazaskeri de bir kısmına bakabilirdi. Kazaskerin gördüğü bir davaya itiraz olursa veya tarafsız olamayacağı düşünülürse sadrazam davayı kadıaskerlikten mazul veya emekli birine havale ederdi. Vezir-i Azam ayrıca istediğinde kazaskerlerin aldığı kararları denetleyebilirdi.

Ayrıca taht kadısı dışında kalan bütün kadı ve müderrislerin atamasından sorumluydu.

Nişancı: Temel görevi fermanlar üzerine padişahın tuğrasını çekmek olduğu için ayrıca tevki’î, muvakki, tuğraî, tuğrakeş gibi adlarla anılmakta idi. XVII. yüzyıl ortalarına kadar Divan-ı Hümayun’da maliye haricindeki bürokrasinin başı durumunda idi. XVII. yüzyıl sonlarından itibaren yavaş yavaş Divan-ı Hümayun’un önemini yitirmesine paralel olarak nişancı da eski önemini kaybetmiş, özellikle bürokrasi üzerindeki denetim görevi bu dönemde yavaş yavaş önem kazanmaya başlayan reisülküttâblığa geçmiştir. Nişancının başlıca görevleri, önemli fermanları yazmak, reisülküttâb tarafından yazılan veya yazdırılan fermanların tashih ve kontrollerini yapmak, fermanlar üzerine padişahın tuğrasını çekmek, örfî hukukla ilgili kanunları tespit etmek, Tapu-Tahrir Defterleri’nde herhangi bir değişiklik olursa bizzat kendisi bu değişikliği deftere işlemektir. Nişancı, reisülküttâb, defter emîni ile bunlara bağlı kâtiplerin âmiri idi. XVI. yüzyıla kadar genellikle ulemâ içerisinden seçilen kimselere verilen nişancılık sonraları kâtiplikten yetişme kimselere verilmeye başlanmıştır.

Defterdar: Önceleri bir defterdar mevcut iken devletin sınırlarının genişlemesiyle ikinci bir defterdara daha ihtiyaç duyularak yeni bir defterdarlık daha ihdas edilmiştir. Birinciye başdefterdar ve Rumeli defterdarı ismi verilmiş, İkincisine ise Anadolu defterdarı denilmiştir.

Fatih Kanunnamesi ile başdefterdara mali konularda geniş yetkiler verilmiştir. Daha sonraki kanunnamelerde de yer alan bu yetkiler ile başdefterdâr padişahın malının vekili sayılmış, mâliyeye ait konularda hüküm yazabilmek, çeşitli kimselere çavuşluk, sipahilik, kâtiplik, sancak ve zeamet verilmesini sadrazama teklif edebilmek, padişaha arzetmeden ulûfelilerin ulûfesine günlük iki akça zam yapabilmek haklarına sahip idi. Mal ve defter hâzinelerinin açılması gerektiğinde ancak onun huzurunda açılır ve kapanırdı.

Başdefterdarlar Divan-ı Hümayun’un üyelerinden olup teşrifattaki sıraları eğer vezir rütbesinde değilse kazaskerlerden sonra gelirdi.

Reisülküttâb: Divan-ı Hümayun üyesi sayılmamakla birlikte her divan toplantısına katılır, divanın bürokratik işlerinin önemli bir kısmını kendi idaresi altında bulunan beylikçi, rûüs, tahvil ve amedi adı verilen şubelerden oluşan Divan-ı Hümayun kalemi ile yürütürdü. Önceleri nişancıya bağlı iken XVI. yüzyıl sonlarından itibaren önemi artmaya başlamış, nişancının emrinden çıkıp doğrudan sadrazama bağlı bir önemli bir memuriyet haline gelmiştir. Divan’ın toplantı günlerinde herhangi bir engel yok ise kapucular kethüdasıyla birlikte en erken onun gelmesi, toplantının bitiminde geç gitmesi kanun idi. Defterdarlığın görev alanına girmeyen, Divan-ı Hümayun’dan çıkan her türlü fermanın müsveddesini kaleme almak, kâtipler tarafından yazılan fermanları kontrol ederek “resid” adı verilen işaretini koymak görevleri arasındaydı.

Öteden beri yabancı devletler ile yürütülen diplomatik faaliyetler reisülküttâba bağlı bürokrasi aracılığıyla olmaktaydı. XVII. yüzyıl sonlarından itibaren yabancı devletler ile artmaya başlayan bu diplomatik münasebetler reisülküttâblığa ayrıca bir önem kazandırmış, dışişleriyle ilgili faaliyetlerin yürütülmesi bu makamın sorumluluk alanına girmiştir. Bu gelişmeye bağlı olarak 1836 yılında ismi “Hariciye Nezareti” olarak değiştirilmiştir.

Çavuşbaşı: Divan-ı Hümayun hizmetkârları arasında sayılan çavuşbaşılar ile ilgili açıklığı olan ilk bilgilere Fatih Kanunnamesi’nde rastlanmaktadır. Divan-ı Hümayun toplantılarının kanunlara uygun şekilde cereyanının temini, yabancı devlet elçilerinin karşılanarak divana getirilmesi başlıca vazifelerindendir. Yüksek rütbeli devlet adamlarından haklarında tutuklanmaları ve hapsedilmeleri veya sürgün edilmeleri gibi hususlarda verilen emirlerin yerine getirilmesinde, çeşitli adli konularda alınan kararların uygulanmasında da görevleri vardı. Ayrıca her divan toplantısında defterhanelerin mührünün açılması da görevleri arasındaydı.

Büyük ve Küçük Tezkireci: XVI. yüzyılda Divan bürokrasisinin nişancıya bağlı kısmı içerisinde gelişen tezkireciliğe ilâve olarak XVII. yüzyılın ilk yarısında yeni bir tezkirecilik daha ortaya çıkmış, önceki büyük tezkireci (tezkire-i evvel) sonraki ise küçük tezkireci (tezkire-i sânî) adıyla anılmaya başlanmıştır. Her ikisi de çavuşbaşının maiyetinde sayılmaktadır. Divan-ı Hümayun toplantıları, Paşakapısı (Bâbıâlî) ve çavuşbaşı divanında görev icra etmekte idiler. Buralardaki başlıca vazifeleri halkın sunduğu arzuhalleri önemine göre tasnif etmek, arzuhal sahiplerini bir sıra dahilinde divan mahalline getirmektir. Divan-ı Hümayunda sadrıazam huzurunda zikredilen arzuhalleri büyük ve küçük tezkireciler sırayla, tasnif ettikleri şekilde okurlardı.

Kapucular Kethüdası: Genellikle Enderûn erkânından kimselerin seçildiği kapucular kethüdâsı Divan-ı Hümayun’a ayakta hizmet eden üst makamlardan birisidir. Divan-ı Hümayun toplantılarından önce saraya girmekte olan sadrıazamı, vezirleri ve diğer bazı devlet erkânını kapı önünde karşılayarak Kubbealtı’na götürmek gibi teşrifatla ilgili birtakım görevleri yanında divana katılan devlet erkânıyla padişah arasındaki muhabereyi yürütmek, sadrıazamın padişaha gönderdiği telhisleri götürüp cevabını getirmek Divan-ı Hümayun ile ilgili temel görevlerinden idi. Çavuşbaşı gibi elinde bir asa ile dolaşırdı. Cuma ve bayram namazları için saray dışına çıkan padişaha halk tarafından verilen arzuhalleri toplardı. XVII. yüzyılın ikinci yarısına kadar sadrazam değişikliklerinde mührün eskisinden alınıp yenisine verilmesi kapucular kethüdâsı vasıtasıyla olurdu.

Divan-ı Hümayun’un adı geçen asli üyelerinden başka, bu üyeler arasına “yeniçeri ağaları” ve “kaptan-ı deryalar” da şartlı olarak dâhil olmaktadırlar. Yeniçeri ağaları vezir rütbesi taşıyorlar ise Divan-ı Hümayun’daki görüşmelere katılmakta idiler. Vezaret rütbesi olsun olmasın arza yalnız başına çıkabilmekteydiler. Kaptan-ı deryalık görevinde bulunanlar aynı zamanda vezirlik rütbesini taşırlarsa İstanbul’da bulunduklarında Divan-ı Hümayun toplantılarına katılabilme hakkına sahiptiler

Divan-ı Hümayun’un yürütülmesinde hizmet eden daha başka görevliler de bulmaktaydı. Bunlardan Divan-ı Hümayun tercümanı yabancı devlet elçileriyle yapılan görüşmeleri tercüme ederdi. Teşrifatçı Divan-ı Hümayun toplantılarındaki teşrifatın kanunlara uygun olarak cereyan etmesini sağlardı. Divan-ı Hümayun haceganı adı verilen bir grup makam sahibi ise maliye ve divan kalemlerinin müdürleri olup, kalemlerdeki bürokratik faaliyetlerin kontrolü, yürütülmesi, kâtiplerin denetlenmeleri, yetiştirilmeleri gibi bürokrasiyle ilgili çeşitli görevleri yerine getirirlerdi.

Divan-ı Hümayun’un Görevleri

Bugünkü anlamda Bakanlar Kurulu, Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi devlet kurumlarının görevlerini yerine getiren Divan-ı Hümayun uzun zaman Osmanlı Devleti’nin en güçlü kurumlarından biri olmuştur. Divân-ı Hümayun’un doğal başkanı olan padişahın, kendi yönetim yetkisini yine kendi denetiminde olarak bu teşkilât ile paylaşması Divan-ı Hümayun’a kanun koyma, yürütme ve mahkeme edebilme gibi hususlarda çok geniş yetkiler vermekteydi.

Burada alınan kararlar, Osmanlı hukuk sistemi gereğince kanun sayılmıştır. Ancak alınan kararların kanun hükmüne girebilmesi için gerekli koşulları taşıyıp taşımadığına bakılırdı. Divan-ı Hümayun’da kabul edilen yasaların genellikle müderris kökenli kimselerden seçilmiş olan nişancılar tarafından şeriata uygunluğu denetlenmiş, tereddütlü konularda şeyhülislama başvurularak onun fetvasının alınması yönüne gidilmiştir.

Osmanlı topraklarında adaletin sağlanmasının yürütülmesi ve denetlenmesi de Divan-ı Hümayun aracılığıyla olmuştur. Taşra yöneticileri Divan-ı Hümayun’dan atandığı gibi bunlar hakkında yapılan en küçük şikâyetler bile yakından takip edilmiş, adaletsizliği tespit edilen yöneticiler hakkında araştırma yapılması için Divan-ı Hümayun’dan çeşitli kimseler görevlendirilmiş veya ilgili kimse bizzat Divan-ı Hümayun’a çağrılarak sorgusu alınmıştır. Bunlardan suçları sabit görülenler makamları ne olursa olsun azil ve uzaklaştırmayla yetinilmeyip suçlarına göre gerekli cezalara çarptırılmışlardır. Ayrıca padişahın isteğiyle zaman zaman taşradaki yöneticilere onları uyarmak, halka zulmetmelerinin önüne geçmek için Divan-ı Humayun tarafından “adâletnâme” denilen fermanlar gönderilmiştir.

Divan-ı Hümayun’un en fazla uğraştığı konuların başında adli davaların görüşülmesi gelmekteydi. Çünkü divan hangi din ya da mezhepten olursa olsun cinsiyetine ya da makamına bakılmaksızın herkese açıktı. Herhangi bir karardan memnun olmayan halk, mahallindeki mahkemeleri atlayarak doğrudan Divan-ı Hümayun’a başvurabilmekteydi. Yerel mahkemelerin adaletle hükmedemeyeceğine inanan kişiler veya orada yapılmış mahkemenin sonucuna itiraz edenler Divan-ı Hümayun’da davanın yeniden görülmesini talep edebilirlerdi. Bu özelliği dolayısıyla bir bakıma temyiz mahkemesi durumundaydı. Gerçeğin ortaya çıkması için titizlikle incelenen davalarda olanak varsa davacı ve davalı bir araya getirilir, mümkün değilse mahallin kadısından iddia edilen konuda bilgi istenir, gerekirse divandan çavuşlar veya “mübaşir” adı verilen, o iş için görevlendirilmiş kişiler gönderilerek geniş araştırma yapılırdı.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.