Şeyh Sait Neden Ayaklandı, Sonuçları Ne Oldu?
Kendi adıyla anılan ayaklanmanın lideri olan Şeyh Mehmet Sait Efendi, 1865’te Palu’da doğdu. Dedesi Ali Septi de, babası Mahmut da kendisi gibi şeyhti. Dedesi Şeyh Ali Septi çok uzun yıllar önce Palu’ya yerleşmiş, burada büyük bir nüfuz kurmayı başarmıştı. Şeyh Sait de babası ve dedesi gibi medresede bedi, fıkıh, istiare, sarf ve nahiv okuduktan sonra, şeyhliğin yanısıra bölgenin geleneklerine uyarak ticaretle de ilgilenmeye başladı. Hayvancılıkla uğraştı ve sürülerinin satımından bir hayli gelir elde etti. Yalnızca sürülerini otlatmakla görevli 100’ü aşkın çobanı vardı.
Doğuda, o yıllardaki şeyhlik kurumunu yalnızca dini bir kurum olarak görmemek lazımdır. Şeyhler tekkelerinde oturan, müritlerinin kendilerine getirdiği armağanlarla geçinen yaşlılar değildir. Ata binen, kılıç kullanmakta usta, gözüpek derebeyleriydi aynı zamanda. Müritlerinin üzerinde ayrıca sağlam otorite kurarlardı. Şeyh Sait’in böylesine zenginleşmesi, sürülerine her yıl yenisini eklemesi elbette cahil yöre halkının cennetteki yerlerini sağlamlaştırmak için kendi hayvanlarını seve seve ona armağan etmelerinin sonucudur. Şeyh aynı zamanda orada devlettir. Bu nedenle bu armağanlar da bir bakıma vergi sayılabilirdi. Kuzeydeki meralarda yetiştirdiği bu sürüleri satmak için güneye götürürken bölge ahalisinin neredeyse tamamını tanımış, birçok Nakşibendi şeyhinden çok daha büyük bir nüfuz kurmuştu. Beşi kız, beşi erkek toplam on çocuğuyla Şeyh Sait, adeta bir hanedanlığın başında gibiydi.
Şeyh bu arada bölücülük çalışmalarının da içerisinde bulundu. 1924 Eylülünde patlak veren ve ordu birliklerimizce bastırılan Nasturi İsyanı’nda rol oynadıysa da, kanıt yetersizliğinden hakkında bir işlem yapılamadı. Uzun süredir süren bağımsız Kürdistan kurma çalışmalarında liderlik görevlerini yüklenenlerden biriydi. Oğullarıyla birlikte, çevredeki otoritesinin de gücüyle, hazırlıkları tamamlamaya çalışıyor ve İstanbul’daki grubun dış destek sağlama çalışmalarından bir sonuç elde edilmesini bekliyordu.
Şeyh Sait İsyanı’nın Nedenleri
Türkiye’nin laik bir kimlik alması, saltanattan sonra hilâfet kurumunun kaldırılması ve halifeyle birlikte hanedan üyelerinin de yurt dışına çıkarılması üzerine, çeşitli kaynaklardan destek gören gerici hareketler, yurt içinde ve dışında gizlice çalışmalara başlamışlardı. Devrimlerin uygulamaya konulmasından sonra, yurt içindeki gerici çevrelerde duyulan hoşnutsuzluk ve bu çevrelerin dışardaki kuruluşlarla işbirliğinde bulunarak oluşturulan yeni düzene karşı gizli hareketler örgütlemeleri, 1920’li yılların ikinci yarısında, Türkiye’nin bazı bölgelerinde çıkacağı hissedilen karışıklıkların ön habercileri niteliğini taşıyordu.
Özellikle Doğu Anadolu’da uzun yıllardan beri süregelen gizli bölücülük hareketlerinin, bu gerici çevrelerle işbirliği yapıp dışarıdan sağlanan desteklerle eyleme dönüşmesi ve bölgede ayrı bir devletin kuruluşuna ilişkin planların uygulanmaya geçilmesi için gerekli ortam hazırlanıyor ve yurt içindeki örgütlenme tamamlanarak, dış ilişkiler kurulması dönemi başlıyordu.
Şeyh Sait İsyanı’nın diğer bir nedeni de, saltanat ve hilafetin kaldırılmasına ve diğer Cumhuriyet devrimlerine karşı olanların Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda kümelenmesiydi. Partinin adında gerçi “ilerici” ve “cumhuriyet” sözcükleri geçiyordu ama adını oluşturan bu sözcüklerin partinin ideolojisiyle hiçbir ilgisi yoktu. TCF muhafazakardı, cumhuriyetçi değil. Saltanat özlemi çekenler, hilafet yanlıları gibi tüm rejim düşmanları partiye sızmış, “dinimizi kurtaralım” sözlerini dillerinden düşürmez olmuştular. TCF’nin halk üzerinde büyük bir etkisi vardı. TCF paravanı arkasından çalışmayı daha akıllıca bulan bu karşıdevrim yandaşları, yurt çapında yoğun bir propagandayla ehli dini devrimlere karşı konumlanmaya çağırıyor, halkı dini duyguları kullanarak tahrik ediyor, bu ise Şeyh Sait gibi gericilere ayaklanmak için cesaret veriyordu. Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy,Refet Bele gibi partinin önde gelenlerinin Cumhuriyet’le bir sorunu olmasa da, alt tabakalar nedeniyle TCF farkında olmadan hem isyanın nedenlerinden, hem en büyük destekçilerinden biri olarak kendini bulacaktı.
İsyanın nedenlerinden birinin de bölgede bağımsız bir Kürdistan kurmak isteği olduğu, ayaklanmanın bastırılmasından sonra yakalanan asilerin ifadelerinden anlaşılmaktadır. Eğer önceden tutuklanmamış olsaydı, ayaklanmanın silahlı komutanlığı görevini Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti (Kürt Bağımsızlık Derneği) Başkanı Albay Cibranlı Halit’in yürütecekti ki, derneğin tek amacı bağımsız bir Kürdistan kurmaktı. Damadının tutuklanması ile Şeyh Sait zorunlu olarak isyanın başına geçmişti. Şeyh Sait de amansız bir Türk düşmanıydı ve “Bir Türk öldürmek, yetmişgavur öldürmekten daha erdemli bir harekettir (efdaldır)” sözüyle bunu göstermişti. Ayaklanmanın elebaşlarından Bitlisli Kemal Feyzi de ifadesinde “Ben bağımsız bir Kürdistan kurulması için çok çalıştım” demiş ve bu amaçla yıllarca aşiretler içinde, illerde uğraştığını eklemişti. Kemal Feyzi bu amaçla 1921’de iki Ingiliz subayıyla birlikte Kürdistan dedikleri bölgeyi dolaşmış,halkı isyana davet eden bildiriler dağıtmıştı. Keza aynı şekilde Şırnak Aşiret Başkanı Abdurrahman Ağa’nın Bağdat’taki İngiliz Başkomiserliğine silah desteği sağlamak için gönderdiği mektuptaki “Bağımsızlığımızın sağlanması konusunda gizli yardımda bulunulacağı umudunu taşımaktaydık” ifadeleri bölgede bağımsız bir Kürdistan kurulmasının amaçlandığını göstermektedir.
İşte, Cumhuriyet tarihimizin en önemli iç ayaklanmalarından biri olan Şeyh Sait Ayaklanması, böyle bir ortamda başlayarak gelişti ve başlangıcında olduğu gibi bitiminde de çok yönlü sonuçlar doğurdu.
İsyanın Gelişimi
Sonradan tarihlerimize “Şeyh Sait Ayaklanması” olarak geçen isyan, 13 Şubat 1925’te patladı. Palu’daki dedesinin mezarını ziyaret için Hınıs’tan yola çıkan Şeyh, o zaman Elazığ’a bağlı olan Eğil bucağının Piran Köyü’nde bir süre dinlenmek için bir eve yerleşti. Yanındaki adamlarından 10’u hakkında cinayetten tutuklama emri bulunduğundan, bu kişileri yakalamak için köye gelen Üsteğmen Hüsnü Efendi komutasındaki bir jandarma müfrezesinin üzerine ateş açılması, isyanı başlatan kıvılcım oldu.
Aslında isyan erken başlamıştı. Hazırlıklar tam bitirilmemiş olduğu halde, olayların birden bu şekilde gelişmesi, Şeyh Sait ve adamlarını geriye dönülmesi olanaksız bir yola çıkartmıştı ve hareketin sürdürülmesi gerekiyordu.
Gerçek niyetlerini “Din elden gidiyor”, “Türkiye saltanatsız ve hilafetsiz olamaz” gibi sloganların ardına gizleyen asiler, ellerinde yeşil bayraklar ve Kur’an’lar olduğu halde isyanı genişletme harekâtına girişerek Genç vilayetinin bir kazası olan Darahini’yi ele geçirdiler. Valiyi ve resmi görevlileri tutsak alan Şeyh Sait, yayınladığı bildiri ile tüm vergilerin artık Genç’te toplanacağını, tüm dinsel ve dünyevi yetkilerin kendinde olduğunu duyurdu. Mistan aşireti lideri Faki Hasan’ı da kaymakamlığa atadı.
20 Şubat’ta Palu düştü. Ertesi gün, hareketi bastırmakla görevlendirilen iki süvari alayının asilerce esir edilmesinden sonra, Elazığ yolu açılmış oluyordu. Birkaç gün sonra Elazığ da isyancıların eline geçti ve şehirde büyük bir yağma başladı.
Ayaklanma haberi Ankara’da duyulduğunda yöredeki birliklerce bunun bastırılacağı düşünülmüştü. Bu nedenle 2. Tümen Komutanı ve Bitlis Vali Vekili Kâzım Dirik bu işle görevlendirilmişti. Ancak ayaklanmacılar karşılarına çıkan askeri birlikleri yenerek ilerlemeye devam edince, daha geniş önlemlerin alınması ve daha büyük güçlerin harekete geçirilmesi zorunlu olmuştu. Mustafa Kemal’in İnönü ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’la yaptığı toplantıda, ayaklanmanın süratle bastırılması için girişilecek askeri hareketin ayrıntıları saptandı, Şeyh Sait İsyanı’nı bastırma
görevi Ordu Müfettişi Kâzım Orbay komutasındaki birliklere verildi.
Diyarbakır Kuşatması Yolun Sonu Oluyor
İsyancıların başarıları, Diyarbakır’ı kuşatmalarına kadar sürdü. Şeyh Sait Diyarbakır kuşatmasını bizzat yönetiyordu. Fakat Fakat Ordu Komutanı Kâzım Orbay ile Kolordu Komutanı Mürsel Bakû komutasındaki Türk ordusu tüm saldırıları püskürtmeyi başardı. Her ne kadar bir grup isyancı kente sızmayı başarsa da, varlıkları fark edildi ve 7-8 Mart tarihleri arasındaki ağır çatışmalarda neredeyse hepsi öldürüldü. Şeyh Sait için Diyarbakır dönüm noktasıydı ve kuşatmanın başarısız olacağını anlayınca geri çekilmek zorunda kaldı. Bu arada Elazığ’da yaptığı yağma nedeniyle diğer Kürt aşiretleri de artık Şeyh Sait’e sırt çevirmişlerdi. Örneğin, Taban, Varesizi, Miran, Devriye, Pişri, Alevkân, Reşan,Serbatan kabile ve aşiret başkanlarının imzalanyla Cizre’den çekilen
telgrafta, “Şeyh Sait adlı hain”in hükümete karşı ayaklanması yerilerek şöyle deniliyordu: “Her türlü lekeden arınmış olarak Cumhuriyet hükümetimizin emirlerine bağlı ve vatan hizmeti yapmaya hazır olduğumuzu arzederiz.”
Hükümet kuvvetleri 26 Martta üç koldan Varto, Elazığ ve Diyarbakır’a doğru harekete başlamışlardı. Böylece Piran, Hani, Palu, Çapakçur (Bingöl) ve Darahani arka arkaya ele geçirilmişti. Bozguna uğrayan ayaklanmacı liderlerinden bir kısmı Irak’a sığınmış, içlerinden Üsteğmen Mihri de hükümet kuvvetlerine sığınarak Şeyh Sait hakkında bilgiler vermişti. Yanında kalan 400 kişi ile İran’a sığınmaya karar veren Şeyh Sait, Muş Ovasına doğru hareket etmişti. Ancak Bnb. Kasım teslim olma yanlısıydı. Grup Murat Nehri üzerindeki Abdurrahman Paşa Köprüsü’ne vardığında Şeyh Sait, Bnb. Kasım’ın hazırladığı tuzak sonucu hükümet kuvvetlerine yakalandı.
Bu olayı Diyarbakır’da daha sonra gazetecilere şöyle anlatacaktı:
Her taraf karla kaplıydı. Ordu birliklerinin bu dönemde karşımıza çıkacağını düşünmüyorduk. Ama yetiştiler. Çoğumuz Menesküt kazasında toplanmıştık. Bir karar almak zorundaydık. Önce Van’a gitmeyi, orda Nuh Bey’i bulmayı düşündük. Van’dan kolaylıkla İran’a veya Irak’a geçebilirdik. Ama Van’a bu karlar arasında gitmek güçtü. Yolda öldürülebilirdik. Artık her taraf askerle dolmuştu. Sonunda askere teslim olmayı kararlaştırdık. En yakınımızdaki büyük komutan Osman Nuri Paşa’ydı. Ona haber gönderdik.
Osman Nuri Koptagel Paşa, isyancıların teslim olma dileğini öğrenince güçlü bir kuvvetle onların yanına giderek hepsini Cumhuriyet hükümeti adına yakalamıştı, Şeyh Sait bu yakalanma için, “Tüfeklerimizi ve paralarımızı aldılar” diyordu. Paşa gerçekten bunları almış ve bir zapta geçirerek Diyarbakır’da İstiklal Mahkemesi’ne bildirmişti.
Bu tutuklamanın olduğu gün Ankara’da da son bildiri yayınlanmıştı. Artık ayaklanma bölgesinde askeri harekatın tamamlandığı açıklanıyor, sadece orada burada kalmış isyancıların toparlanacağı bildiriliyordu.
Anadolu’nun doğusunda bu olaylar sürerken, isyancıların İstanbul’daki bir kolu da, İngiltere’yle ilişki kurarak gelecekteki bir Kürt devletine gereken zemini hazırlamaya çalışmışlardı. Eski şurayı devlet reislerinden (Danıştay Başkanı) Seyit Abdülkadir ve arkadaşlarının oluşturduğu bu grup, ayrıca asilere gerekli silah, para, bildiri gibi ihtiyaçları da sağlama çabasındaydı. Harekat sırasında sürdürülen soruşturma sonucunda, bu kişiler de kanıtlarla birlikte İstiklal Mahkemesi’ne sevk edildiler.
İsyancıları 19. Alay Diyarbakır’a getirmişti. Hepsi at üzerinde ve yanlarında bir de süvari vardı. Diyarbakır’da onlarla ilk konuşmayı Kolordu Komutanı Mürsel Paşa yaptı.
26 Mayıs sabahı isyancıların yargılanmasına başlandı. Savcı Süreyya Bey onları şöyle suçluyordu: “Şeyh Sait yüzlerce ve binlerce askerin, halkın, Müslümanların can ve mallarını alan ayaklanmayı yönetmiştir. İnatçı bir mezhep izleyicisi ve vatan hainidir.”
Mahkeme çalışmaları şeffaftı ve yerli-yabancı çok sayıdaki gazeteci davaları izliyor, fotoğraf ve film çekimi yapıyorlardı. Görülen ilk dava, Seyit Abdülkadir ve adamları hakkındaydı. Abdülkadir, eskiden beri bağımsız bir Kürdistan için çalıştığını, bu amaçla yabancı elçiliklerle görüştüğünü kabul etmekle birlikte, son ayaklanma ile ilgisinin bulunmadığını öne sürmüştü. Buna karşın oğlu Mehmet, “Kürtlük lehine hükümete karşı nümayiş” yaptıklarını, Anadolu’daki Kürt kulüpleri ile haberleşmek için şifre kullandıklarını kabul etmişti. İkisinin de cezası idam olacaktı.
Şeyh Sait, ilk soruşturma sırasında Savcı Süreyya Örgeevren’e kendisinin şeriat yanlısı olduğunu ancak Kürtçülükle ilgisinin bulunmadığını, ayaklanmanın daha önce düşünülmediğini söylüyor ve kendisini affettirmeye çalışıyordu:
Ben adalet istemiyorum: merhamet, atıfet istiyorum. Adalet uygulanırsa benim halim nice olur? Beni sizin buyurduğunuz gibi bir yerde, bir şehirde ikamete memur kılsalardı olmaz mıydı?
Sürgüne razı olan Şeyh Sait af dileniyordu ama mahkemenin bu yetkisinin bulunmadığını anlayınca, kalan duruşmalarda yalnızca şeriat istediğini söyleyerek kendisini savunacaktı.
Şeyh Sait neden ayaklandığını mahkemede şöyle anlatıyordu:
Çocukluğumda medresede Şafiiliğe ait bilgileri aldım. Şeriat hükümlerine göre, şeriat yozlaştırılırsa ayaklanma gerekir. Alınyazım beni bu ayaklanmanın içine soktu. Sebilürreşat ve Tevhidi Efkâr gazetelerini okudukça dinsizlere karşı nefretim daha da artıyordu. Şeriat uğruna ölürsek, öteki dünyaya dinsiz gitmeyeceğimiz inancı içindeydik.
Savcı Süreyya Özgeevren, ‘‘Şeyh Sait ve arkadaşlarının ifadelerinden onların ayaklanmalarında bazı gazetelerin ve yazarların etkisi olduğu ileri sürülüyor. Onların da yargılanmaları gerekir” deyince Savcının bu isteği kabul edilerek 6 gazete kapatılacak, 10’a yakın gazeteci Diyarbakır İstiklal Mahkemesi karşısına çıkarılacaktı.
Şeyh Sait’in sorgusu sürüyordu. Başkan Mazhar Müfit sordu: “İslamiyet’in yozlaştırıldığını ileri sürüyorsunuz. Ayaklanma gerekliydi diyorsunuz. Sizler pek çok insan öldürdünüz, bu günah değil mi?”
Şeyh Sait bunun günah olduğunu kabul etti.
…Ve Kolordu Komutanı Mürsel Paşa da ona soracaktı: “Din kalktı diyorsun. Namazını kılmıyor muydun, camilerde ezan okunmuyor muydu?”
Şeyh Sait ibadete kimsenin karışmadığını söyledi. Sonra başını eğerek şöyle konuştu: “Fena yaptık. Bundan sonrası iyi olur inşallah!”
Şeyh Sait ayaklanmaya kaderinin kendisini sürüklediğini öne sürmüştü. Ama ele geçen mektuplar da onun birçok şeyhi ayaklandırmaya özendirdiğini belgeliyordu.
Savcı Süreyya Bey 27 Haziran günü iddianamesini okudu ve Şeyh Sait ile 50’den fazla arkadaşının idamını istedi, öğleden sonra da sanıkların son savunmalarına geçildi. Şeyh Sait suçsuzluğunu öne sürüyor ve serbest bırakılmasını istiyordu. Ama diğer arkadaşları öyle konuşmuyorlardı. Kendilerinin ayaklanmaya Şeyh Sait tarafından sürüklendiğini hatta tehdit bile edildiklerini söylüyorlardı.
Son savunmalardan sonra Mazhar Müfit kararı açıkladı ve şöyle konuştu:
Cumhuriyet hükümetinin kararlı ve kesin tutumu, Cumhuriyet ordusunun öldürücü vurucu gücü karşısında ayaklanmanız, irticanız yok edildi. Hepiniz yakalandınız ve hesap vermek üzere adaletin karşısına çıkarıldınız. Döktüğünüz kanların, söndürdüğünüz ocakların cezasını adalet karşısında idam sehpalarında hayatınızı ödeyerek hesap vereceksiniz.
Doğu İstiklal Mahkemesi’nin Şeyh Sait ve onunla birlikte yargılanan 81 kişi hakkında verdiği karar 28 Haziran 1925’te açıklandı. Şeyh Sait ile ayaklanmanın asıl suçluları kabul edilen diğer 47 kişi idam cezasma çarptırılmışlardı. Ancak bunlardan Çapakçur (Bingöl) Kaymakamı H. Hilmi ile henüz 15 yaşını doldurmayan Salih oğlu Hasan’ın cezaları hapse çevrilmişti. Bunların dışında 5 kişiye “kürek”, birine de bir yıl hapis cezası verilmiş, bir kişi ulusal sınırlar dışına çıkartılmıştı. Geriye kalan 18 kişi de beraat etmişti.
Şeyh Sait 28 Haziran’ı 29 Haziran’a bağlayan gece idam edildi. O gece teslim olduğu gün kendisinden alınan para ve eşyanın çocuklarına verilmesini istedi. On çocuğu vardı. Beşi kız, beşi oğlan. İdam edilmeden önce bir gazetecinin defterine “Allah ve din uğruna ölüyorum, idam edilmeme üzgün değilim” diye yazdı.
Şeyh Sait Ayaklanması İngiltere’ye Yaradı
O günlerde İngiltere’nin Musul’da yapılacak olan halkoylaması sonuçlarını Türkiye’nin aleyhine çevirmek için bazı girişimlerde bulunduğu biliniyordu. Özellikle, Türk sınırları içerisinde gerçekleşen bir isyanı bahane olarak kullanıp Irak’ta, Musul bölgesinde yaşayan Kürtler üzerinde, “Türkiye’deki Kürtler yapılan baskılar sonucu isyan etmek zorunda kaldılar” şeklindeki bir propagandayla halkoylamasından istedikleri sonucu almak için çalışmalar yapıyorlardı.
Yakalanan isyancılarının üzerinde İngiliz silah firmalarına ait katalogların bulunması, İngiltere’nin doğrudan olmasa bile dolaylı olarak ayaklanmada parmağı olduğu iddialarını güçlendirmektedir. Zira Uğur Mumcu’nun da belirttiği gibi, bir İngiliz silah firmasının, hükümet onayı olmadan böyle bir ticaret girişiminde bulunabilmesi akla yatkın görünmemektedir.
Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği’nin Fransa’ya Şeyh Sait İsyanı hakkında gönderdiği 40 sayfalık bir rapor da isyanda İngiliz parmağı olduğu savlarını güçlendirici niteliktedir:
Şeyh Sait, 1918 yılından beri amacı İngiliz mandası altında bir Kürt devleti kurmak olan İstanbul Kürt Komitesi’ne bağlı olarak çalışmaktadır. Şeyh Sait,1919 yılında Kürdistan Bağımsızlığı Türk Komitesi lideri Abdullah Djendel Bey tarafından İngilizlerin Kürt politikasında temel unsur olan Binbaşı Noel ile ilişkiye geçirildi.
Kürt ayaklanması, kendiliğinden birdenbire meydana çıkmadı.Kürdistan dağları, yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Bu bölgede ortaya çıkan olaylar İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affedemedikleri Mustafa Kemal’e ve Ankara’daki Meclise karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır…
Kürt ayaklanması bundan daha iyi koşullarda patlak vermezdi.Ayaklanma Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran komisyonda Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler arasında bile huzuru sağlayamayacağını gösterecekti!
Şeyh Sait Ayaklanması’nda Hükümetin Tutumu
İsyan başladığında, dönemin Başbakanı Fethi Bey (Okyar) sertlik yanlısı değildi. Bölgedeki askeri birliklerin ayaklanmayı bastırabilecek güçte olduğunu savunuyor, yeni tedbirler alınmasını gereksiz buluyordu. Fakat ayaklanmanın kısa sürede büyümesi, öngörüsünde ne kadar yanıldığını gösteriyordu.
İstanbul’da dinlenmekte olan İsmet Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya çağrılmasından sonra, başkaldırının önemi göz önüne alınarak, bölgede sıkıyönetim ilan edildi.
Meclisteki tek muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın ileri gelenleri başbakanı destekliyordu ve uygulanması istenen sert yöntemlerin karşısındaydı. Mecliste oldukça şiddetli tartışmalarla dolu toplantılar yapılırken, Mustafa Kemal’in de ağırlığını koymasıyla Fethi Bey başkanlığındaki hükümet, tedbirler konusunda verilen bir güvensizlik oyuyla istifa etti ve yeni kabineyi İsmet Paşa kurdu.
Yeni hükümetin ilk işi, Meclis’ten bir yasa geçirmek oldu. Cumhuriyet tarihimizde önemli bir yeri olan bu yasa “Takrir-i Sükun” adını taşıyordu ve muhalefetin sert tepkisiyle karşılaşmasına rağmen Meclis’ce kabul edildi. Takrir-i Sükun yasası 1929 yılına kadar yürürlükte kaldı.
Yasanın kabulünden sonra, isyanla ilgili olarak iki yeni İstiklal Mahkemesi’nin kurulması kararlaştırıldı. Bunlardan biri isyan bölgesinde, diğeri de Ankara’da çalışacaktı. Ayaklanma sırasında hükümetin kararlarına Meclis’te muhalefet eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın geleceği konusundaki tartışmalar tüm yoğunluğuyla sürüyordu ve parti 3 Haziran’da Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı.
Şeyh Sait Ayaklanması’nın Sonuçları
Şeyh Sait İsyanı’nın hem iç politikada hem dış politikada iki önemli etkisi oldu.
Dış Politikaya Etkisi: Cumhuriyet’e karşı düzenlenen ilk büyük ayaklanmanın en önemli sonucu hiç kuşkusuz Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan Musul’un artık tamamıyla İngilizlerin eline geçmesi oldu. Ayaklanma nedeniyle hem Türk ordusu gereğinden fazla yıprandı hem de tüm dikkatini ayaklanmaya vermek zorunda bırakıldığından Musul üzerine yeteri kadar eğilemedi. İsyan nedeniyle, İngiltere ile yaşanabilecek anlaşmazlık durumunda Atatürk’ün yapmayı planladığı askeri harekat artık tümüyle rafa kaldırılmış, zorunlu olarak masa başında bir anlaşma yapılmak zorunda kalınmıştır. Musul Sorunu 5 Haziran 1926’da Ankara Anlaşması ile çözüme kavuştuğunda Türkiye artık Musul üzerindeki haklarından vazgeçmek zorunda bırakılmıştı. Yalnızca Irak hükümetine Musul’da çıkarılacak petrolden gelen vergi gelirinin %10’unu 25 yıl süreyle alabilecekti ki, maddi sıkıntılar yüzünden 500.000 sterlin karşılığı bu hakkından da vazgeçti.
İç Politikaya Etkisi: Ayaklanmanın kanıtladığı bir diğer gerçek ise Cumhuriyet’in henüz daha çok partili hayata geçişe hazır olmadığıydı. Devrimleri benimseyemeyen büyük bir bilinçsiz kitlenin, kendilerine ufak da olsa ödün gösterebilecek bir siyasi partinin peşinden gidebileceğini gösteriyordu. Şeyh Sait mahkemedeki ifadesinde hem Halk Fırkası’nın hem de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programlarını okuduğunu, “içki ve fuhşu yasaklayacağını” yazan Terakkiperver Fırka’yı beğendiğini söylüyordu. Şeyh Sait’e göre Terakkiperver Fırka dine saygılıydı. Kısacası bilinçsiz kitle özellikle din konusunda istismara son derece açıktı. Sonuçta isyanın ardından Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapanmasıyla ilk çok partili hayata geçiş denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış oluyordu.
bence bu yazıyı yazanlar taraflı hareket etmiştir. Şeyh Said in kürtlükle bir alakası yoktu, o sadece din adına ayaklanma yapmıştı. burada önemli olan Şeyh Said’in haksız yada haklı olması değil, tarihin gerçekleriyle objektif olarak yansıltılmadıdır. lütfen objektin olun.
İslam adına mı cihat etmiş? Güldürmeyin, gerçekten komiksiniz. Şeyh Said’in üye olduğu İngiliz örgütler var. Ayaklanmada çetelerin elinde İngilizlerce verilmiş İngiliz malı silahlar var ve zamanlaması da tam İngiltere’nin istediği gibi…
Aklınızı çalıştırın ve düşünün; eğer tarihçi değilseniz de bilip bilmeden yorumlar yazmayın. En acısı da Rıza Nur’un da dediği gibi “Şeyh Said Türk ve Kürt arasına müthiş bir intikam sokmuştur ki akıbeti vahimdir.” Bu cümle her şeyi açıklıyor. Türk’le Kürt’ü birbirine düşüren bir adam isterse Müslüman olsun, iki millet arasına fitne fesat getiriyorsa kusura bakmayın İslam adına hiç bir şey yapmamış, tam tersine şeytanlık etmiş bir teröristtir.
İslam adına cihat etmiş bir insanı tarihe böyle geçemezsiniz. Din adına hiç bir şey yapmayan paşaları kahraman gösterin, sonra da Allah dostlarını böyle kötü ve çirkin. O tarihin paşalarına bir bakın. Allah için alnı secdeye gelmiş mi hiç?
Okuduğunuzu bile anlamıyor, sonra da yorum yapıyorsunuz. Sana göre din adına binlerce kişiyi öldürmekte hiç sorun yok. Adam Şeyh Sait’in mahkeme tutanaklarındaki sözlerini yayınlamış, sen tarihe böyle geçiremez diyorsun. Kafasından Şeyh Sait’in ağzından çıkmış gibi sözler mi uydursaydı yani? Şeyh Sait bile “fena yaptık” derken sen kahraman yaratmaya çalışıyorsun.
Şeyh Sait din elden gidiyor gerekçesiyle ayaklanmış olabilir ama isyana katılan herkesin tek derdinin din olmadığı açık. Örneğin Şeyh Sait isyanının elebaşlarından Hacı Ahta’nın idam sehpasında söylediği “Yaşasın Kürt mefkuresi! Yaşasın Kürdistan!” sözleri bazılarının neden ayaklanmaya katıldığını, ayaklanmanın yalnızca dini kökenli olmadığının göstergesidir. Şeyh Sait dini nedenlerle ayaklanmış ama ona katılanların bazılarının tek amacı bölücülük.
Şeyh Sait “din elden gidiyor” diye isyan yapabilir, Kürdistan kurmak için de yapabilir. Ama eğer düşmanla işbirliği yapmışsa vatan hainidir ve dinimize göre infazı farzdır.
Şeyh Sait Mazhar Müfit’e karşı İstiklal Mahkemesi’nde neden ayaklandığını çok net bir şekilde ifade etmiştir: “Siz şeriatı kaldırdınız, bizim size itaatimiz vacip olmaktan çıktı,isyanımız vacip oldu.” Maalesef o zamanlar ülkemiz “Elhamdülillah Müslüman’ın” sözünü “Ne mutlu Türk’üm diyene”ye çevirip yavaş yavaş dini yok etmeye çalışan insanların yönetimindeydi. Bu günleri gösteren Rabbime yarattığı yıldız sayısınca şükürler olsun…
Şeyh Sait İsyanı başarılı olsa yanımızda İngiliz güdümlü devlet olurdu. Fazla değinilmemiş ama Seyit Abdülkadir ve Kürt Teali Cemiyeti konularını araştırırsanız isyanın hazırlıklarında Bağımsız Kürdistan davasının hiç bir rolü olmadığını iddialarının asılsız ya da Şeyh Sait İsyanı’nın nedeninin yalnızca din olmadığını görürsünüz. Seyit Abdülkadir bir Türk casusunu İngiliz sandığı için her şeyi bir bir anlatıp yardım istemiştir.
Ama şu da var Kürtçülük o yıllarda Doğu’daki Kürt yurttaşların ülküsü olmamıştır. Bu akım emperyalist devletlerce desteklenmiş, şeyhler ve ağaların bir kısmı, bilhassa onların okumuş çocukları özel duygularla bu akıma kendilerini kaptırmışlardır. Bunlar her çok partili rejime geçiş denemesinde muhalefetteki partiyi kendi çıkarlarına hizmet ettirtmek için ona sızmaya çalışmışlardır. İstanbul’daki Kürt Teali Cemiyeti ve Seyit Abdülkadir ile olan görüşmeleri de bizzat Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza yapmıştır. Oğlunun babasından habersiz böyle bir görüşmeyi yaptığını düşünmek hayal olur.
Az bile demişsin kardeşim ağzına sağlık. Mahkeme başkanı Şeyh Sait’e soruyor: “Din elden gidiyor diye ayaklandığınızı söylüyorsunuz. Peki Yunanlılar ülkeyi işgal edip binlerce Müslümanı öldürürken nerdeydiniz, niye onlarla savaşmadınız?” Şeyh Sait’in cevabına bak: “Biz o zaman fakirdik…”
Hadi oradan kimi kandırıyorsun sen! Yunanlılar işgal ederken kuzu kesilip sesini çıkarma; Cumhuriyeti yıkmak için aslan kesil! Zaten her şeye bahanesi hazır olur böylelerinin. 100 yıl önce cahil milleti kandırmayı başarmış anlarım da, hala daha bu adamı gözü kapalı savunanları anlamak mümkün değil. Allah akıl fikir ihsan eylesin böylelerine.
Gelmediğini nereden biliyorsun? Kahraman Türk ordusu savaşta “Allah Allah” naraları atarken o emri veren komutanları değil miydi? Öyle ya da böyle, Musul İngilizler tarafından para, şan ve şöhret vaat edilerek kandırılanların sonucunda kaybedilen bir şehir.
sana helal olsun Mehmed Said kardeşim çok haklısın
İhaneti açıkça belli olan biri. Daha neyin kavgasını yapıyorsunuz? İhanet etmiş, başarısız olunca da bedelini canıyla ödemiş.
Yazıyı yazan arkadaş taraflı olduğunu belli etmeden yazabilirdi.
Yazı tamamen delillere dayalı bir şekilde yazılmış görülüyor.Savcı soruyor, Sait Efendi cevap veriyor ve kayıtlarda geçenler anlatılıyor.Türk tarihine kara bir leke olarak geçilmiş bir olaydır bu isyan…
Senin Türk tarihi dediğin sahte bir tarihtir. Sen git gerçek tarihi oku, sonra gel yorumu yap. Şeriatı savunan masum insanların asılması Türk tarihinin en büyük şerefsizliğidir. Onlar hep din için savaştı. Allah nasip ederse ben de hep bunu savunacağım. İşte gerçek tarih bu. Sizin tarihiniz yanlış yazıyor!
Bence sen biraz daha okusan? Bu bilgiler nice tarihi belgelere, araştırmalara ve nice bilimadamlarına dayanıyor. Sen lise mezunu kafasıyla bilip bilmeden buraya yazamazsın.
Şeyh Sait hata yaptı. Devlet namazı yasaklamadı, orucu yasaklamadı, başını aç demedi, ezan sussun demedi. Eğer Şeyh Sait İsyanı başarılı olsaydı o bölgede Müslüman kişi kalmazdı. Hala aynı planı yapıyolar ama anlayana.
Ödevim için Şeyh Sait hakkında bilgi ararken buldum siteni. İlk kez bir ödevimden tam not aldım 🙂
Yapılan şeylerin yağma-öldürme olduğunu bile bile hala Şeyh Sait’ten sanki bir kahraman gibi bahsediyorsunuz ya anlamak mümkün değil. Hiç bir din, öldürme hakkını kimseye tanımamıştır. Ülkemize kast edecek her ne olursa olsun, benim canım da kanım da feda olsun.
Buraya bazı yazı yazan ve Şeyh Sait’e iyi gözüyle bakan insanlar o kadar kör cahil ki, bari Cumhuriyet’e inanmıyorsun aç da bir Kuran’a bak. İslamın şartlarına bak. Sen Allah’a inanıp dua edeceksen, senin Allah ile arana kim girebilir be ey deyyus… Din elden gitmişmiş de bilmem ne. İşte adama sormuşlar neden Yunan kuvvetleri işgale geldiğinde bir şey yapmadınız diye, o da sıyrılmaya kalkmış. Neden, çünkü Yunanlılara yardım eden İngilizler bu adamlara da yardım ettiler. Müslümanlık ya da ne din olursa olsun, sen dinini içinde yaşarsın. Ne yaşıyorsan o Allah ile senin aranda olandır. Sen neye inanıyorsan inan, inandığın sürece elinden de gitmez. Ayrıca, her şeyden önce insanın ulusudur önemli olan. En basit örnekle, biri gelecek senin evine girecek, yediğin içtiğine el koyacak, karına, kızına göz koyacak, seni hiçe sayıp malını paylaşacak, senin benliğini de elinden alacak ve sen hiçbir şey yapmayacaksın da; palavradan din elden gidiyor diye isyan çıkartacaksın. Yani insanların beyinleri betonla kaplı herhalde, bir türlü nüfuz edip de gerçeği gösteremiyorsun. Sana kural yazmış bu kitap, kimseyi öldürmeyeceksin, kimsenin malına göz koymayacaksın diye. Sen gideceksin, kendi vatandaşlarını vuran, kendi dininden olanın malını çalan, ırzına geçen adamı kahraman yapacaksın.
Biraz vicdanınızı, gönül gözünüzü açın be. Uyanın be ey kara cahiller. Bugün olan tüm terör olayları da bunun devamı. Öcalan yakalandığı zaman da bana imkan sağlansın çok büyük faydalar sağlarım diye yan çizen hain. Şeyh Sait denen hain de aynısı. Sen git binlerce insanı öldür, davamı savundum de, sonra da fena ettik de. Tarih döner döner aynı şeyleri yazar arkadaşlar. Bugün olanlar da aynı yolun yolcusu. O zaman İngiltere dünyaya hükmediyordu, şimdi Amerika at koşturuyor. Olay bağımsızlık, haklar vsler değil işte. Her şeyin ucu petrole dayanıyor. Ben şu anda mecburi bir görev için İngiltere’de yaşıyorum. Vatanseverim ve yurdumdan uzak kaldıkça kat be kat güzel ülkemizin ve temiz Anadolu insanımızın değerini anlıyorum. Lütfen siz de biraz ülkenizin, sahip olduklarınızın değerini anlayın ve hainleri yüceltmeyin Allah aşkına.
Öncelikle iman eden biri olarak şunu söylüyorum herkesin niyetini Allah bilir.Şeyh Sait’in hain olup olmadığını, içini dışını bilemem ama resmi kayıtlara geçen kelimeleri cihadı işaret ediyor. Bize açıp iki satır Kuran oku diyen arkadaşlar sadece iki satır okumuş galiba çünkü cihat Müslümanın üstüne farzdır. Okuduysanız bunu bilmeniz gerekir.
Cahillerin yanıldığı bir husus var ki o da şudur: Din kul ile Allah arasındadır derler fakat bu saçmalıktan başka bir şey değildir.Bütün dinler toplumların yaşantılarını kanunlarını ahlaklarını düzeltmek ve sosyal adaleti sağlamak için gönderilmiştir.Bu kanunları kaldırıp adaleti bozmak ise en büyük hainliktir. Modernlik laikliği gerektirir diyenler sadece kendini kandıranlardır. Çünkü inancımızda devlet millet için vardır milleti bireyler oluşturur bu durumda laiklik din ve devlet işlerini ayırmaz bu sadece insanları İslamdan uzaklaştırmak için bir oyundur. Laiklik dedikleri şeyle devlet millet için değil millet devlet için çalışmaya başladı Aksini iddaa eden varsa buyursun…
Şeriat korkunç bir şeymiş gibi gösterildi,devlet çökme noktasına geldi o yüzden şeriatı kaldırıyoruz dediler.Peki Osmanlı yıkıldığında(Fetret devri) yeniden kurulunca şeriatı mı kaldırdılar ya da insanların kıyafetleriyle, düşünceleriyle, ırklarıyla mı uğraştılar? Peki şerri hukuk kalkmadı da Osmanlı geriledi mi? Hayır tam aksine yükselme dönemine geçti. Madem şeriat bu kadar kötü bir şey ve geri kalmışlığın sembolü peki laiklik dediğiniz şey ne? Kusura bakmayın ama 600 senenin 400 senesi dünyaya hükmetmiş bir devletin yönetimiyle 100 senedir afedersiniz kıçındaki donu bile Amerika’dan alan bir devletin yönetimini kıyaslamaya bile tenezzül etmem.O yüzden kimse burada iki satır Kuran okuyun gibi tavsiyelerde bulunup ahkam kesmesin. Benim tavsiyem Kuranın tamamını okuyun işinize geleni cımbızlamayın.
Ben Elhamdülillah Müslümanım ve insan olarak bu benim için en büyük şeref köken olarak da Türkmenim ve insanlığa adalet getirmek için çabalamış neslimle de gurur duyuyorum. Bu da benim için ikinci büyük şeref. O yüzden kimsenin kaşı gözü ayrı oynamasın. Müslümanım diyorsanız ona göre konuşun ya da bilmeden öğrenmeden,okumadan, araştırmadan ve en önemlisi düşünmeden konuşmayın.Eğer bu zat dini kullanarak insanları kullandıysa ahirette Allah’ın gazabı onun üzerine olacaktır yok eğer niyeti gerçekten cihat ise bu konuştuklarınızdan ötürü sizin üzerinize olacaktır!
Şeyh Sait dediğiniz adam din savunuculuğu altında isyan çıkartmış ve yakalandıktan sonra da hata ettiğini söyleyerek iyi hal durumundan yararlanmak istemiş. Bir kere Allah size mantıklı düşünebilmeniz için akıl vermiştir. Neredeyse tüm dinlerde insan öldürmenin büyük suç olduğu aşikardır. Dinin savunuculuğunu yaparken adam öldürmek ne ölçüde doğrudur o zaman. Hiç bunu düşündünüz mü? Allah’ın buyruğu; bir can almanın, bütün canlıları öldürmek kadar büyük bir suç olduğunu işaret eder. Dolayısıyla, inanışı, mezhebi, ırkı, dili ne olursa olsun birini öldürmek suç değil midir? Suç değilse nedir? Normalde vatanınızı savunmak, evinizi savunmak durumunda kalsanız bile öldürmenin kötü bir şey olduğunu ve suç olduğunu bilirsiniz öyle değil mi?
Siz bu olayın cihadı işaret ettiğini savunuyorsunuz. Peki öldürdüğü insanlar kendi milletinden, dininden insanlar değil midir? Vatan elden gitmesin, din elden gitmesin diye canını ölümün sehpasına koyan askerlerimizi öldürerek, neyin öcünün peşindedir bu adam? Siz hiç bunu düşündünüz mü? Madem din elden gidiyor, İngilizler İstanbul’u ve Musul’u, Yunanlılar İzmir’i, Fransızlar Güneydoğu’yu, İtalyanlar Akdeniz’i işgal ederken neredeydi bu adam ve bunun gibi din sömürüsü yapanlar? Bütün bu işgallere karşı gelip düşmanı yenen bizim Türk askerimiz. Bu adam düşmana kurşun atıp kurtuluşa ortak olacağına, kendi askerini sırtından vuruyor. Bunun neresi cihat bana söyleyebilir misiniz? Asıl cihat varsa, o Çanakkale’dir, Balkan Savaşı’dır, Kanal Cephesi’dir, Sarıkamış’tır, Irak, Suriye, Filistin cepheleridir. Oralarda askerimiz kafir bilinen işgalcilere karşı savaştı.
Şeriat savunuculuğu yapmışsınız. Madem öyle, peki bugün İran’da olanlar neyin nesi? Kadınların daha doğar doğmaz fahişe gibi görüldüğü, sanatın yasaklandığı, insan haklarının uygulanmadığı, baskı ve korku rejiminden bahsediyorum. Bunları boş yere söylemiyorum, İranlı dostlarımın da anlattıkları onlarca olaya dayanarak söylüyorum. Bir tanesinin bana gelip “Ben İstanbul’u görmüştüm, ne kadar güzel bir yer, ne kadar ÖZGÜRSÜNÜZ” dediğini bilirim.
Sizin kesinlikle anlamadığınız bir nokta var. Ben şimdi size anlatmaya çalışacağım. Belki aktarabilirim ve mantıklı düşünmenize sebep olabilirim. Gerçek olay dini yok etmek değildir. Laiklik denilen şeyi anlamamışsınız. Yazdıklarınıza bakılırsa radikal bir İslam görüşüne sahip olabilirsiniz. Ama daha önce de yazdım. Allah insana akıl vermiştir ki, düşünebilsin diye. İnanç Allah ile birey arasındadır dedim. Siz bu görüşe karşı çıkmışsınız ve tüm laikliğe inanları da suçlamışsınız. Size bir şey soracağım, kimse size gelip “Bugün ne kadar dua ettin, Allah’tan ne diledin” vs şeklinde sorular ya da sorgulamalar yapıyor mu? Veyahut, siz bu tarz sorulara cevap vermek zorunluluğunda mı bulunuyorsunuz? Kim sizin Allah ile aranızda olan inanç ya da sevginin arasına girebilir. Sizi rahatsız bile etse, sizin inancınızın kuvveti zaten onu görmez. Din inançla beraber bir düşünce biçimidir aynı zamanda. Kimse sizi düşüncenizden, inancınızdan alıkoyamaz. Biri size çıkıp bugün bana inanacaksın dediğinde siz eminim ki gülüp geçeceksiniz. Eğer ki tarih seviyorsanız, ki belki de sevdiğiniz için bu sitedesiniz, tarihte Hristiyanlar bile, Osmanlı Avrupa kapılarını zorladığı zaman “dinimiz elden gidiyor” diye halkları galeyana getirip Osmanlı’ya karşı savaşa zorlamıştır. Haçlı Seferleri din kisvesi altında ganimet ve itibar arzusuyla yanıp tutuşan insanlar tarafından yapılmışlardır. Dediğim gibi bütün dinlerde öldürmek yasak kabul edildiği halde, dinleri kötü amaçlarla kullanıp ordu toplayanlar dünyayı kana bulamışlardır. Nasıl ki sepetteki bir çürük elma için tüm sepet çöpe atılamaz, dinleri de kötü kullanıp kan dökenler için bütün dinleri suçlayamayız.
Laiklik de bu noktada o ayrımı yapmanızı sağlar. Siz özgür bir bireysiniz, istediğinize inanmakta özgürsünüz. İster Müslüman olun, ister başka dinden olun bu sizin inanç ve yaşam biçiminizdir. Kaldı ki İslam zorbalık ve zorlama dini değildir denir. İsterseniz hiçbir şeye de inanmayabilirsiniz. Bunun suç olup olmayacağını biz öldükten sonra Allah karar verir. İşte o yüzden kişi dinen yaptığı şeylerden kendi mesuldür. Eğer ki cezalandırılcaksa ona Allah karar verir.
Siz Kuran’dan ayetlere bakıp yorum yaparak bir kişi hakkında hüküm verdiğinizde, o kararı kendi düşüncenize göre evrilterek vermiş olabilirsiniz. O noktada kanunlar kişinin iradesine göre değiştirebilir ya da yorumlanabilir noktaya gelir. Bir kişi bir ayeti başka yorumlarken öteki de başka yorumlayabilir. Neticede bunların sorgulanması bile bazı kişiler tarafından yasaklanabilir. Nasıl ki rüşvet alan bir hakim adalet yönünden eksik bir karar vererek suçluyu suçsuz gösterebilirken, aynı şekilde sevmediği birini, kişisel çıkarlarını veya arzularını tatmin etmek için dini kullanarak cezalandırabilir. Bunlar çok derin konulardır lakin en basitçe bu şekilde anlattım.
O yüzden laiklik dini ana yönetim biçimi kabul etmek yerine, devlet yönetimine özgü kanunlara göre yönetmektir. Tabi ki de yazılan her kanun % 100 mükemmel şekilde çalışmayacaktır. Siz de belirtmişsiniz ve apaçık ki her devrin kendine göre kanun ve kuralları vardır. Cengiz Han’ın geçmişte kendi koyduğu kurallar bugünün şartlarında baskıcı, insan haklarına aykırı ve zalimce görünürken belki de o günün şartlarında kendi halkı tarafından benimsemiş kurallar olabilir. İnsanoğlunun yaratılış amacı da doğru yolu bulmak ve gelişmektir. Laiklik dinsizlik demek değildir. Kimse dine inandığı veya dinsiz olduğu için suçlanamaz. Ben haksızsam, öldüğümde Allah benim haksız olup olmadığımın kararını zaten verecektir.
Atatürk çok yüce bir iş yapmış fakat çevresinde bile onu tam anlamıyla anlayabilen olmamıştır. Bugün bu kadar bölük pörçük düşünce olmasının sebeplerinden biri de budur. Ondan sonra gelenler de ülkeyi satılığa çıkartmaya devam etmişlerdir. O yüzdendir ki biz donumuzu bile Amerika’dan satın almaktayız. Atatürk o dönemde emperyalist güçlere karşı durmuş bir halk adamıdır. Siz belki farkında olmayabilirsiniz ama o dönemde dünyanın bir çok yerinde yüksek çoğunluğu Müslüman inanışı içinde olan ülkeler sömürge olarak kullanılıyorlardı. Atatürk’ün zayıf bir ülkeden güçlü bir ülke yaratma çabası ve emperyalist güçlere karşı verdiği mücadelede başarısı diğer sömürülen ülkelere de birer güç ve moral kaynağı olmuştur.
Son olarak siz belki beni Atatürk’ü tanrılaştırmakla, dini kötülemekle, Osmanlı’yı küçümsemekle suçlayabilirsiniz. Ben size şunu diyebilirim ki tarih insanın aynasıdır. Geçmişte yaşanan ne varsa bugün de yaşanıyordur. Osmanlı Devleti rolünü oynayıp tarih sahnesinden çekilmiştir. İyi bir insan olmanın özü bence olayları tek yönden ele almak değil, birçok yönden düşünebilmektir. Bu kadar çok farklı görüş olmasına rağmen Dünya çok basit bir yerdir. Koskoca Aztek ve Maya uygarlıklarında bile belki bu tarz konular görüşülüyordu ama şimdi onlardan geriye çok az şey kaldı.
Neredeyse 100 yıl sonra bile Şeyh Sait’i savunan yorumlar olduğunu görmek, Türk halkının halen daha kandırılmaya, sömürülmeye açık olduğunun bir kanıtı. Yazık, valla yazık. Birisi kalkıp yine “din adına ayaklanıyorum” demek ki peşine takılanlar, birey olmanın rahatlığını anlamayanlar çıkacak.
Aynen kardeşim. Cehalet almış başını gidiyor. Cahil ve fakir kalmış bir insanı sömürmek ve galeyana getirmek o kadar kolay ki! Adam kalkmış şeriatın iyi olduğunu, özgürlükçü olduğunu savunuyor. Gidip adam öldürsen suç oluyor da din için yapınca suç olmuyor işte. İnsanlar bu kadar mı düşünceden, kendi rasyonel fikirlerinden uzak olup abuk subuk dogmalara, dayatmalara dayanarak konuşur. Madem sen din elden gidiyor diye ayaklanıyorsun, neredesin kardeşim sen o zaman İzmir’e Yunanlılar asker çıkartırken? “Geri çekilirken Ege’de yakılmadık köy bırakmazlarken sen neredeydin” diye sormazlar mı adama? İşte bu cehalet varken maalesef soramıyorlar canım kardeşim. En güçlü ordudan da tehlikeli bu kara ve miskin cehalet.