Beyaz Adam Cennet Tahiti’yi Nasıl Cehenneme Çevirdi?

Yeryüzünde cennete en yakın yeri hayal etmeye kalkışırsanız, aklınıza mutlaka Tahiti Adası gelir. Pasifik Okyanusu’nun uçsuz bucaksız sularının ortasındaki bu küçücük nokta, yüzyıllardır oraya uğrayanlar tarafından yeryüzünün en güzel köşesi olarak nitelenir.

Tahiti’ye yaklaşan bir geminin güvertesinden bakıldığında ada, okyanusun ortasında periler ülkesinden bir hayal gibi belirir insanın gözüne. Ada, yalnızca 35 mil uzunluğunda olmasına rağmen 2500 metrelik, dağının tepesi bulutlar arasında kaybolur. Dağın yamaçları tropik ormanların içinden akan ırmaklarla gümüş gibi parıldar.

Dağın eteğinde, mercan kayalıkları, gri volkanik kum ve dalgalarla çevrili bir düzlük vardır. Adanın tek yolunun iki yanındaki kulübelerin palmiye yapraklarından örülmüş duvarları, en hafif bir rüzgârda bile nazlı nazlı sallanır.

Günümüzde sevimli beyaz yatları ve beyaz derili tatilcileriyle Papetee Limanı da vardır. Ama 200 yıl önce ne liman vardı, ne de beyaz insanlar. Yalnızca ilk denizcilerin “İkinci Cennet Bahçesi” diye adlandırdıkları ada…

Tahitililer de cennette yaşayan insanlardı. Güneş yanığı tenleri ile güzeldiler, şehvet düşkünüydüler. Aşk doğal ve paylaşılan, gizliliği gerektirmeyen bir şeydi. İlk kâşifler arasındaki günlük tutanlar, erkeklerin parlak beyaz dişli, uzun boylu, pürüzsüz derili, kadınların da, özellikle aylarca kadın yüzü görmemiş denizciler için, kusursuz olduklarını yazarlar. Bu kadınlar parlak renkli ve vücutlarının bütün güzelliklerini ortaya seren bol giysiler giymekteydiler. Genellikle göğüsleri çıplaktı ve uzun kara saçlarının arasına çiçekler yerleştirirlerdi.

Çiçek ve meyve boldu adada. Özellikle Hindistancevizi ve ekmekağacı meyvesi. Denizde de inanılmayacak kadar çok ve çeşitli balık vardı. İki yüzyıl önce adada yaşayan 40.000 Tahitilinin yaşamak için çok çalışmalarına gerek yoktu. Yiyecek ve içme suyunu doğa sağlıyordu. İklim ılımandı. Hastalık diye bir şey bilinmiyordu. Tehlike yoktu. Yaşam, aşk ve sevişme demekti. Hangi ölçüyle ele alınırsa alınsın, Tahiti gerçek bir cennetti.

Beyaz Adam Tahiti’ye Ayak Basıyor

Ama sonra beyazlar geldiler. 13 Nisan 1769’da Kaptan James Cook, Endeavour gemisiyle Papetee yakınlarında Matavi Koyu’na girip demir attı.

Gemi mürettebatı Tahiti’ye ayak basan ilk beyazlar değildi. Bir yıl önce Louis Antoine de Bougainville, La Boudeuse gemisiyle ikmal için adaya uğramıştı. 1767’ de de İngiliz donanmasından Kaptan Wallis komutasındaki Dolphin gelmişti. Ama Bougainville kıyıya ayak bile basmamış sayılırdı, Wallis ise yalnızca bir ay kalmış, bu sürenin deçoğunu hasta yatağında geçirmişti. Cook’un daha uzun süren ziyareti ve adaya bir daha dönüşü, Tahiti’yi sonsuza dek değiştirecekti.

Cook, otuz dokuz yaşında bir serüvenciydi. Denizcilik mesleğine Krallık Donanması’nda tayfa olarak başlamıştı. Newfoundland haritasını çizince seyir subayı olarak ün yapmış ve bütün beklentilerin tersine Tahiti’de astronomik araştırmalar yapmak, sonra da ünlü Güney Kıtası’nı aramak üzere görevlendirilip Endeavour’un kaptanlığına getirilmişti.

Gemi, koya demir attığında, o güne kadar ancak kano kullanan Tahitililere çok büyük görünmüş olmalıydı. Ancak Krallık Donanması standartlarına göre pek o kadar etkin değildi. Otuz metre boyunda, on iki topu olan, 350 tonluk eski bir kömür gemisiydi. Endeavour, Plymouth limanından sekiz ay önce ayrıldığından, tayfalar taze yiyecek, heyecan ve kadın açlığı çekmekteydiler. Tahitili kızların efsaneleşmiş güzelliklerini duydukları için adalıların kanoları tekneye yaklaşırken heyecanla denize bakıyorlardı. Cook’un demir atmadan önceki son sözleri de kendilerini mutlu kılmıştı: “Tüm iyi yolları deneyerek yerlilerle dostluk kurun ve onlara insanca davranın!

Tahitililer ilk başta utangaç davranıp barışçı niyetlerini belirtmek için palmiye dalları sunuyorlardı. Ama kısa zamanda beyazlara güven duymaya başlayıp onları evlerine çağırmaya başladılar. Joseph Banks geldikleri yerin güzelliği karşısında dehşete kapılmıştı. Günlüğüne şöyle yazıyordu: “Karşımda gerçek bir cennet vardı ve biz de burasının kralları olacaktık.

Cook’un ilk işi, kıyıda bir kamp kurmak oldu. Burada astronomik gözlemlerini yapacak, en önemlisi 3 Haziran’da Venüs gezegeninin güneşin önünden geçişini izleyecekti. Ancak yerlilerin küçük hırsızlıkları yüzünden çalışmalar aksıyordu. Gemide sürekli nöbetçi bulundurmak zorundaydılar, aksi halde Tahitililer kayıklarıyla gelip sıkıca bağlı olmayan her şeyi götürüyorlardı. Yerlilerin reisinin evinde yemek yerken Banks’ın teleskopu ve enfiye kutusu çalınmıştı. Cook da sonradan geri aldığı değerli yükseklik ölçen aletini çaldırmıştı.

Ama en ciddisi, bir grup yerlinin nöbetçiden tüfeğini çalmalarıydı. Bunun üzerine bütün nöbetçiler ateşe başlamışlardı.

Cook, seyir defterinde olayın üzerinde pek durmamışsa da, adanın bitkilerinin çizimlerini yapmak üzere Banks’ın getirdiği ressam Sydney Parkinson olayların içyüzünü ayrıntılı olarak anlattı. Parkinson’a göre, ateş emrini alan nöbetçiler, “sanki yaban ördeklerine ateş edermiş gibi emri sevinçle karşılamışlardı. Bir yerliyi öldürmüşler, pek çoğunu da yaralamışlardı.”

Tahiti

Cennette ilk çatlaklar belirmeye başlamıştı.

İkinci darbe bir hafta sonra indi. İngilizlerle pek dost olan bir reis Endeavour’un aşçısının, karısını tehdit ettiğinden yakındı. Cook, aşçıyı direğe bağlattı ve reis ile ailesini gemiye, adamın cezalandırılmasını seyre çağırdı. Ceza kırbaçlanmaktı. Tahitililer bunu görünce ağlamaya ve Cook’a adamı bırakması için yalvarmaya başladılar. Ama Cook kararında direndi ve aşçı, Tahitililerin ağlamalarına rağmen cezasını çekti. Yerliler beyaz adamın adaletinin anlamını öğreniyorlardı.

Tahitilileri en çok şaşırtan şey, konuklarının sevişmeye karşı tutumlarıydı. Adalılar arasında sevişmek yemek içmek gibi doğaldı ve özellikle 11-12 yaşlarında çocuklar herkesin gözü önünde sevişirlerdi. Tahitililer İngiliz denizcilerinin kadınları ormana götürmekte neden ısrar ettiklerini anlayamıyorlardı. Bunda utanacak ne vardı ki?

İlk başlarda beyazlara aşk karşılıksız sunuluyordu. Yerli kadınlar isteklerini, hatta kampın çevresindeki nöbetçilere bile, açıkça belirtmekteydiler. Ne var ki, Wallis ve Bougainville’in gemileri, adalılara uygar dünyanın ilk damgasını vurmuş bulunuyorlardı: Zührevi hastalıklar. Endeavour üç ay sonra adadan ayrılırken mürettebatın yarısı hastalık kapmıştı. Ve Tahiti’de aşk artık karşılıksız değildi. İlk başlarda sevişmenin bedeli bir çiviydi. Sonra iki çivi oldu. Daha sonra bir avuç. Sonunda tayfalar geminin bu çok gerekli ihtiyacını kullandıkları için cezaya çarptırılmaya başlandı.

Endeavour 13 Temmuz’da Avusturalya ve Antarktika’ya doğru yola çıkarken çevresi kendilerine el sallayan ve ağlayan yerlilerle dolu kayıklarla sarılmıştı. Gemide, Cook’la birlikte gelmekte ısrar eden bir yerli reisi ile hizmetçisi de bulunuyordu. Ancak yerliler iki yıllık yolculuğa dayanamayıp yolda öldüler. Endeavour’un yeryüzünün her yanına taşıdığı hastalıktan ölen 32 tayfa da bir daha memleketlerini göremedi.

Onların Ahlaklarını Bozduk…

Kaptan James CookCook, Pasifik’e iki yolculuk daha yaptı. 1773 Ağustos’unda yine eski bir kömür nakliye gemisi olan Resolution’la, yanında 117 tayfası olduğu halde Matavai Koyuna demir attı. Wallis ile ilk Tahiti seferine katılmış olan Yüzbaşı Tobias Furneaux komutasındaki 83 kişilik Adventure gemisi ile birlikte gelmişlerdi. Cook ile Fumeaux bu kez yalnızca 16 gün kalıp Antarktika ve Yeni Zelanda’yı keşfe çıktılar. Tahiti’ye bir daha 1774 Nisan’ında geldiler ve altı hafta kaldılar.

Antarktika’nın güç koşullarından gelip de adada yapacak önemli bir işi olmayan Cook, beyazlarla ilişkinin yerliler üzerindeki etkilerini incelemeye başladı. Kendileri yokken adaya bir İspanyol teknesi uğramış ve adalılar zührevi hastalıkların yanı sıra gripten de ölmüşlerdi. Sevişmek bu kez çivi karşılığında olmuyordu. Çıplaklıklarının güzelliği ile gurur duyan kızlar, şimdi denizcilerden Batılı giysileri istiyorlardı.

Cook’un vicdanı rahatsız olmuştu. Şöyle yazıyordu seyir defterine:

Onların ahlaklarını bozduk, daha önce bilmedikleri hastalıklar ve istekler aşıladık kendilerine, mutluluk dolu huzurlarını bozduk…

Cook, kendi yokluğunda adaya iki İspanyol teknesinin geldiğini öğrenmişti. Bunların amacı bir misyonerlik merkezi kurmaktı, ama adalıları din değiştirmeye zorlayamayınca bir yıl kalmadan gitmişlerdi. Geride derme çatma bir kilise kalmıştı. (Ancak misyonerler daha sonra bir daha gelecekler ve bu kez etkileri çok daha sürekli olacaktı.)

Cook, adadan 1777 Eylül’ünde ayrıldı. Oradan gittiği Hawaii adasında, henüz elli yaşındayken, yerliler tarafından mızraklanarak öldürüldü.

Cook’un ardından gelen beyazlar Tahiti’nin “soylu vahşi”lerine bir daha böyle anlayış ve acıma göstermeyeceklerdi.

1778’de Kaptan Bligh’ın Bounty’si adada altı ay kalınca tayfalardan bir kısmı Tahitili kızlarla sürekli bir ilişkiye girdiler. Fletcher Christian’ın başında olduğu bir grup gemi adadan ayrıldıktan sonra isyan edip Bounty’yi ele geçirdiler. Kaptan Bligh ve diğerleri bir filikaya konulup denize bırakıldılar. Bounty bundan sonra Tahiti’ye döndü. İsyancılardan bir kısmı orada kaldı, bir kısmı da Pitcaim adalarına gittiler.

1791’de Amirallik Dairesi, isyancıları aramak üzere Pandora’yı gönderdi. İsyancılar ise artık ada yaşamına iyice karışmışlardı. Pandora’nın tayfası, bu geçen süre içinde adaya yüzlerce Amerikan balina avcı teknesinin uğramış olduğunu öğrendi. Bunun adalılar üzerindeki etkisi korkunçtu. Tahitililer artık eski geleneklerini ve yaşam biçimlerini unutmuşlar, beyazların eski giysilerini giyen, yıkanmayı unutmuş sarhoşlar olmuşlardı.

1792’de Bligh Tahiti’ye dönünce adada çiçek, dizanteri ve zührevi hastalıkların kol gezdiğini bildirdi.

Misyonerler Cennete Son Darbeyi İndiriyor

Cennet adaya son darbe, 1797’de, başlarında bağnaz Protestan Henry Nott’un bulunduğu dört rahip ve 34 İngiliz’i getiren The Duff gemisinin gelmesiyle indi. Bunların görevi adalıları Hıristiyan yapmaktı. Olmayan acımasını bağnazlığı ile gideren bir Hıristiyanlıktı bu.

Misyonerler bir kilise yapıp ilkönce bütün reisleri ele geçirerek adalıları Hıristiyanlığa kazandırdılar. 20 yıl içinde öylesine başarılı olmuşlardı ki, Hıristiyanlık adanın pek çok yerinde zorunlu olmuş ve “dinsizler” kendi insanları tarafından öldürülmeye başlanmıştı. Evlilik dışı cinsel ilişki, dans, müzik ve hatta çiçek takma yasaklanmıştı. Tahitililerin hiç bilmedikleri suçluluk duygusu adaya getirilmişti artık.

Misyonerler sonsuz yaşam vaadi getirmişlerdi ama Tahitililerin yeryüzünde yaşam sürelerini uzatacak hiçbir şey yapmamışlardı. Kaptan Cook adaya ilk geldiğinde nüfusu 40.000 olarak tahmin etmişti. Yüzyılın sonunda bu rakam 13.000’e düşmüştü. 1843’te ada Fransızlar tarafından ilhak edildiğinde nüfus 9.000 kişiydi. Bir zamanların gururlu ve üretken ırkı giderek daha da azalacaktı.

Cook’tan yüz yıl sonra ressam Paul Gauguin, cennetin resimlerini yapmak üzere geldiğinde çok geç kalmış olduğunu gördü. Gauguin şöyle yazıyordu:

Her gün, göz göre göre eksiliyorlar. Avrupa hastalıkları halkı kırıp geçiriyor. Yerlilerin yalnızca içmekten başka yapacak ve düşünecek hiçbir şeyleri yok. Burada zamanında pek çok garip ve ilginç şeyler varmış ama şimdi bunlardan bir iz bile kalmamış. Hepsi yok olup gitmiş.

Cennet sonsuza dek yitirilmişti.

2 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.