Paskalya Adası’nın Gizemli Heykelleri

Okyanusun ortasında kaybolmuş lavlardan oluşan küçücük bir ada olan Paskalya Adası, dünyamızın en büyük bilmecelerinden birisidir. Haritada Büyük Okyanus’un doğusunda bulunan Paskalya Adası en yakın yerleşim yeri olan Pitcairn’in (Bounty gemisi isyancılarının sığınmış oldukları ada) 2.000 km. kadar doğusunda ve 1888 yılından bu yana ait bulunduğu Şili kıyılarından 3.700 km uzaklıkta olan bu ada, dağınık Polinezya Takım Adaları grubunun en doğusunda yer almaktadır. Dünyanın en ıssız köşelerinden birisi olan bu ada, öteki Polinezya Adaları’ndan geniş bir okyanus bölgesi ile ayrılmıştır. Bu ada, deniz tabanında bulunan bir volkanın patlaması ile oluşmuştur ve bir zamanların zengin ve verimli bir yeri olduğu bilindiği halde, şimdilerde burada bitki örtüsü ve hayvansal yaşam çok nadirdir. Ne bir sürüngen, ne bir ekmek meyvesi ağacı, ne de bir ırmak vardır burada. Volkanik adalarda, bol miktarda çalılar olmasına rağmen, ağaç çok ender bulunmaktadır.

Bu sapa ve kayalık adada, tropik bir adanın güzellikleri bulunmamaktadır.

Dondurucu bir iklimi ile sert rüzgârları vardır.

Diğer adaları çekici kılan, şöyle huzur verici sakin bir gölü de yoktur. Yalnızca bir uçurumla çevrelenmiş küçük bir kumsala sahiptir. Burası, bir Pasifik Adası’ndan daha çok, Cornwall kıyılarına benzer. Ancak, makilerin sarı renkli kayaları kapladığı taşlık vadilerden ve volkanik tepelerden oluşan bir Cornwall’dir. Burada koyunlar ve vahşi atlar otlamakta ve dev fenerlere benzeyen muazzam heykeller etrafı kaplamaktadır.

Bu dev taşlara “moai” denilir. Abartılmış derecede uzun kulakları, güçlü çıkıntılı çeneleri, büyük başları ve kolsuz gövdeleri ile insanı etkileyen görkemli heykellerdir bunlar. Araştırmalar, günümüze kadar bunların bin kadarını ortaya çıkartmıştır. Çoğu, yaklaşık olarak 20 ton ağırlığında ve 3.5 metre ile 4.5 metre arasındaki boylardadır.

Fakat insanı hayrete düşüren olay, onların boylarından daha çok, bunların orada bulunma nedenleridir. Gelişmiş teknolojiye sahip uygarlıklardan binlerce kilometre uzaklıkta yalıtılmış olmasına karşın bu küçük hayal adasında bu dev Gulliver’lerin bulunma sebebi ne olabilir ki? Bu muazzam kaya bloklarını yontmuş olanlar kimlerdi? Paskalya Adası uygarlığının kaynağı neresiydi?

Onları taşımak ve dikmek için gerekli olan kereste nereden sağlanmıştı? Hepsinden de önemlisi, neden bu kadar çok heykel vardı, bunlar neden bu denli büyüklerdi ve ne anlama geliyorlardı?

Paskalya Adası’nın Keşfi

Adayı keşfetmiş olan ilk Avrupalı bu sorulara bir yanıt bulmayı düşünmemişti. Jakob Roggeveen adlı Hollandalı bir amiraldi (1659-1729) bu kişi. Efsanevi Davis Adası’nı aramak amacıyla çıktığı bir keşif yolculuğunda, 1722 yılının Paskalya bayramının arifesinde bu adaya rastladı. Uzaktan görmüş olduğu şekillerin, yontulmuş taştan olduğuna inanmadı ve onların içi taşla doldurulmuş olan kilden yapılmış olduğuna karar verdi.

Sazdan yapılmış evlerde Taş Devri koşullarında yaşamakta olan bir topluluk buldu. Bütün vücutları dövmelerle kaplı, kulakları delinmiş, aşağı doğru uzamış kulakları omuzlarına değen insanlar ile karşılaştı.

Roggeveen’den sonra, buraya pek Avrupalı seyyah gelmedi. İngiliz kaşif kaptan Cook ve Fransız denizci La Perouse da adaya geldiler ve adayı Roggeveen’den daha iyi incelemelerine karşın, bulguları abartılı ve çok kısa idi.

Mağaralar ile dolu olan adada kadınlarını ve şeflerini saklayan yedi yüz ile üç bin kişi arasında sayıları olan bir toplum olduklarını iddia ettiler. Paskalya Adası’nın sakinleri, yamyamlık ve buna benzer vahşilikler ile dolu olan bir anarşi çağı yaşamakta idiler. Yine bu dönemler arasında kabileler arası savaşlar olmaktadır. Bu yüzden de heykellerin çoğu yıkılmış ve yüzleri parçalanmış duruma gelmiştir.

1805’te Connecticut, New London’dan gelen Nancy yelkenli gemisi, yirmi iki ada sakinini, adadan köle olarak götürmüştür. 12 Aralık 1862’de “Blackbird”cüler olarak adlandırılan Perulu köle tacirleri, kral ve rahipler de dahil olmak üzere 1.000’e yakın ada sakinini kazılarda kullanmak üzere Peru’ya götürdüler. Adalıların bir kısmı, sonradan geri döndüler, fakat beraberlerinde çiçek hastalığını da getirdiler ve salgınlar halkın büyük bir kısmını telef etti. Fransız antropolog Alfred Metraux’un yazdığına göre, Paskalya Adası uygarlığı, 1862 ile 1870 yılları arasında tamamen ortadan kalkmıştır. Misyoner ve koloniciler on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru adaya geldiklerinde uygarlığın tüm izleri tamamen ortadan kaybolmuş durumdaydı.

Ancak, bu andan sonra da Avrupalıların Paskalya Adası’na olan ilgisi başladı; bu tutku bir yandan abartılmış efsanelerin doğmasına yol açarken, öte yandan da ada hakkında ciddi ve yoğun araştırmaların başlamasına neden olmuştur. Amerikalı W.J. Thomson (1886), İngiliz Katherine Routledge (1914-1915), Fransız Henry Lavachery ve Alfred Metraux (1934-1935) 1947’de Kontiki araştırma gezisini yürüten Norveçli Thor Heyerdahl ve Wyoming Üniversitesi’nden Dr. William Mullay bu araştırmacıların bir kısmıdır.

Bu araştırmalar sonucu, adanın zenginlikleri sınıflandırılarak kataloglandı. Moai’ler klasik ve çöküntü halinde olarak iki gruba ayrıldı.

Dev Bir Stüdyo

Klasik “Moai”ler adanın doğu kıyısında bulunan Rano Raraku volkanından alınmış olan kayalardan yapılmışlardır. Rano Raraku, heykeltraşlar için adeta dev bir atölye gibidir. Buradaki taş yontmaların dağınıklığı ve düzensizliği, bölgenin aniden boşaltılmış olduğu izlenimini vermektedir. Burası, gerçek bir yontma tekniği müzesi gibidir. Heykeltraşların yapmış oldukları her hareketi burada sezinlemek mümkündür. Rano Raraku’da yaklaşık olarak 200 adet heykel kalmıştır, fakat bunların birçoğunun da taşocağının altında gömülü olduğu sanılmaktadır. Heykellerin çoğu yarım kalmış durumdadır, bir kısmı ise nerede ise taslak aşamasındadır.

Kraterin dışında bulunan heykeller, çarpıcı bir örnek grup oluşturmakta ve yontma tekniğinin son aşamalarının örneklerini gözler önüne sermektedirler. Göz delikleri bulunmadığından “Kör Devler” olarak adlandırılan bu heykellerin gövdeleri, dövmeleri anımsatan simgelerle kaplıdır.

“Çökme halinde” olarak adlandırılan heykeller ise, 19. yy’nin başlarındaki iç savaşlar sonucu devrilmiş olan yaklaşık 300 heykelden oluşan bir gruptur. Rano Raraku’ya altı ile on iki mil uzaklıkta olan bir bölge üzerine dağılmışlardır. İyice belirli olan göz delikleri ile düz burunları ile hepsi aynı biçimdedir. Düz biçimli kafaları, güneybatıdaki Punapau volkanından alınmış olan kırmızı tüften yapılmış parçalardan oluşmaktadır.

“Çökme dönemi” heykeller, ahu olarak adlandırılan anıt mezarların üzerinde durmaktaydılar: Ahular genellikle ada kıyıları boyunca bulunmakta idiler. Bir anlamda mozoleler olan ahular, öte yandan eski kabilelerin kutsal bir yer olarak kabul ettikleri odak taşı olarak da kullanılırdı. Marae adlı benzer yapılara, Polinezya’da da rastlanmıştır, fakat Paskalya Adası’ndakilerin sayısı çok daha fazladır. Bugüne kadar, bunlardan 300 adet bulunmuştur.

Bu ahuların, en mükemmeli Vinapu olarak bilinmektedir. Vinapu’nun her yanı inceden inceye cilalanmış olan mozaik şeklinde sıralanmış olan taşlar ile kaplıdır. Bu mimari tarz, Polinezya yerlilerinden çok İnka tarzına yakındır.

Elde edilen buluntular, işçiliğin İnkaların sanatına çok benzediğini göstermiştir. Bu heykellere eski anlamına gelen “archaic” adı verilmiştir. Bu gruba ait bir örnek, ellerinin üzerinde oturan sakallı bir adamın heykelidir.

Fakat Paskalya Adası’ndaki tek zenginlik, heykellerden ibaret değildir. Adalıların gizli bir güç ile kaplı olduğuna inandıkları yontulmuş taş koleksiyonlar da mevcuttur. Kuşaklar boyunca, bu taşlar adadaki mağaralarda saklanmıştı. Bu mağaralar yalnızca tehlike anlarında kullanılan birer sığınak olmayıp, aynı zamanda adalıların hazinelerini sakladıkları gizli yerlerdir.

1914 yılında, Katherine Routledge, mağaraları araştırmasına rağmen sihirli taşları bulamadı. Daha sonra, Thor Heyerdahl taş koleksiyonlarını ortaya çıkarmıştır. Ancak adada daha keşfedilmemiş olan hazineler dolu binlerce adet daha mağara olduğu sanılmaktadır.

Kutsal Çalılardan Yapılan Oymalar

Paskalya Adası'nın haritadaki yeriKutsal çalılardan yapılmış oyma heykellere Kavakava Moai adı verilir. Bunların atalarının ruhlarını simgelediğine inanılmaktaydı.

Paskalya Adası hazinelerinden en gizemlisi, belki de “konuşan tahtalar”dır. Yirmi altı adet yapıttan oluşan bu grup, insan ve hayvan şekillerinden oluşan yontmalarla kaplı olup, bunların simgesel birer anlamlarının olduğu sanılmaktadır. Yirmi bir adet yazılı levha, tören malzemesi ve süslü sandık bulunmuştur.

“Konuşan tahtalar” veya öteki adı ile Rongorongo tahtalarının dinsel törenler için kullandıkları sanılmaktadır. Thomas Barthel adlı bir Alman öğrencinin araştırmasına göre “konuşan tahtalar” Polinezya kökenlidir. Sorun, sadece birkaç adet parçanın günümüze kadar kalmış olması ve bunları tekrardan birbirleriyle birleştirme görevinin, Chaucer ve Dickens’ın sayfaları kullanarak İngilizceyi yeniden yaratmak kadar zor ve hatta imkânsız olduğudur.

Moai’leri, yontulmuş taşları, “konuşan tahtaları”, kimler, neden ve ne zaman yaptılar?

Bu konuda birçok fantastik kuram ortaya atılmıştır. Paskalya Adası, kaybolan kıta Atlantis idi… Uzaydan gelenlerin bıraktığı eserlerdi bunlar… Batmış bir takımadalar grubunun dini bir merkeziydi orası. Sund adlı bir Norveçli, Paskalya Adası’nın eskiden Mısır’ın bir parçası olabileceğini bile ileri sürdü.

Ancak günümüzdeki bilim adamlarının hemen hemen üzerinde mutabık kalmış oldukları görüş, Moai’leri yapanların Polinezya yerlileri olduğu şeklindedir.

Bu heykellerin kökenini bulmak için, ilk adım, engin Pasifik’in ortasındaki bu küçük noktaya ilk gelenlerle ilgili ada yerlilerinin efsaneleridir. Bir söylenceye göre, Hiva Takımadalarından Marae Renga’daki Hotu Matua adlı bir reis, kaybetmiş olduğu bir savaş sonucu, ülkesini terk ederek buraya gelmiştir. Ya da Hiva Adaları’nın doğal bir felaket sonucunda yok olmasıyla buraya gelmiş olabilir. Bütün bu efsaneler, Marae Renga’nın güneşin battığı yanda ve iklimin sıcak olduğu bir yerlerde olduğu konusunda hemfikir idiler.

Hotu Matua bir rüya görmüş ve altı öncüyü mağaralarla dolu bir adanın keşfine yollamış ve Paskalya Adası’nı bulmuştur.

Reis ve onun yanındakiler, beraberlerinde bitkiler, ağaçlar ve hayvanlar getirmişler, fakat bunların hepsi zamanla zor koşullar altında ölmüşlerdir. Hotu Matua öleceğini hissettiğinde, adayı oğullarının arasında pay etmiştir. Bu adada yaşayan on veya on iki kabilenin kökenini oluşturmuştur.

Thor Heyerdahl’ın Kon-Tiki Yolculuğu

Paskalya Adası'nın gizemli heykelleriBu Polinezya yerlilerinin Paskalya Adası’nın ilk sakinleri olduğunu iddia eden teoriyi sağlamlaştırmaktadır. Ada yerlilerinin kökenleri üzerindeki bu fikir ayrılıkları, genelde okyanus adaları halklarının kökenleri üzerindeki tartışmaları yansıtmaktadır. İlk yazarlar, onların Amerika’dan geldiklerini iddia etmişlerdir. Birçok uzman ise bu görüşü reddetmiş, ancak Norveçli antropolog ve kaşif Thor Heyerdahl 1947 yılında Kon-Tiki adını verdiği bir sal ile yaklaşık 8.000 km yol alarak Peru’dan Tuamotu Takımadaları’na ulaşarak bunun mümkün olabileceğini kanıtlamıştır.

Yolculuğun aslına uygun olması için Kon-Tiki adını verdikleri sal balsa ağacından ve yerel malzemelerden ilkel biçimde yapılmıştı. Salın tasarımı eski belgelere ve İnka uygarlığını haritadan silen İspanyol fatihlerin çizimlerine dayanıyordu. Heyerdahl ve ellerinde yalnızca zıpkın olan 5 kişilik mürettebatı yaklaşık 101 gün süren bu yolculuk sırasında dev gibi bu köpekbalıklarıyla boğuştu, içme suyu iki ay içinde tuzlandı ama yağmur sayesinde su stokları yenilendi. Kahvaltı çoğu kez palamut ve gece boyunca güverteye düşen uçan balıktan oluşuyordu.

Heyerdahl’ın hipotezi birçok varsayıma dayanmaktadır. Bunlar, on altıncı yüzyıldaki İspanyol fatihlerinin belgelerinden alınan İnkalar ile ilgili efsanelere, Pasifik akıntılarının incelenmesine, bazı botanik bilgilerine ve kan grupları analizlerine da-yanmaktadır. Fakat onun iddialarını destekleyen en önemli husus, Vinapu adlı İnka tapınağı ve adada bulunan İnka tarzı heykellerdir.

Diğer araştırmacılar ise bu görüşe pek güvenmemişlerdir. Bir kere, Amerikalı yerliler iyi denizciler değillerdi. Daha dağları aşmayan Güney Amerikalılar nasıl olur da okyanusu geçebilirlerdi? Öte yandan, Polinezya Takımadaları kendilerini Güney Amerika’dan ayıran bir birlik içinde idiler ve Paskalya Adası da bu birliğin kültürel, coğrafi ve dil açısından bir parçası durumundaydı. Ayrıca Paskalya Adası’nda İnka uygarlığının en tipik iki ürününün, çömlekçilik ve tekstilin hiçbir izine de rastlamamıştı.

Heyerdahl’ın 1947’deki ilk yolculuğunun ardından 1955-1956 keşif seferi ile başlayan bilimsel çözümlemeler furyası, sonunda Paskalya Adası’na ilk yerleşenlerin Güney Amerikalılar değil Polinezyalılar olduğu konusunda güçlü bir uzlaşıyla sonuçlandı. Günümüzde, adaya M.S. 690 yılları civarında Batı’dan gelen kimselerce yerleşildiği kabul edilmektedir. Bu tarih, Vinapu diye de bilinen “ahu”nun kuruluş tarihidir. Bu da, Vinapu’nun henüz İnka uygarlığı ortada yokken yapılmış olduğunu göstermektedir.

Rano Kao kraterine ve Orongo yakınlarındaki Kuş-Adam kasabasına bakıldığında, biri birlerine yakın bir şekilde sıralanmış resimli kayalar görülür. Bu şekillerin kuş-tanrı Makemake’ye şükranlarını sunmak isteyen putperestlerce yapıldığı sanılmaktadır.

Hareket Halindeki Polinezyalılar

Güneydoğu Asya’dan gelen insanlar, Solomon Adaları’na 5000 yıl kadar önce geldiler; bundan 2000 yıl kadar sonra da Yeni Kaledonya’ya ve Fiji’ye yerleştiler. M.Ö. 500 yıllarında Tanga’ya ulaştılar ve hemen sonra da oradan Samoa’ya eriştiler. Oradan ise Marquesas ve Sosyete Adalarına yayıldılar ve sonra Polinezya üçgenine vardılar. Paskalya Adası, Hawai ve Yeni Zelanda.

Bu da Marqueas, Tonga ve Paskalya Adası’nda başlayan ve Peru kıyılarına kadar yayılan megalitik bir kültürün doğuşunu belirlemektedir. O halde, Paskalya Adası’na yerleşen Polinezya yerlilerinin, İnka sanatının öncüleri oldukları iddia edilebilir. Vinapu ahu’su ve Eski Çağ’a ait heykeller, İnka sanatının ilk örnekleri olarak kabul edilebilirler. Acaba, Paskalya Adası’na M.S. 690 yıllarında ilk kez gelenler, yani Hotu Matua ve adamları bu kimseler miydi? Bu büyük heykelleri onların çocukları mı yaratmışlardı?

En yaygın olarak kabul gören kuram, Hotu Matu söylencesinin kökenini ikinci bir göç olayına bağlamaktadır. Bu varsayıma göre, ilk heykeller ve eski adak taşları, adanın yeni sakinlerine kalan miraslardı. Bu mirasçılar, kendilerinden önce gelenlerden bu işi devralmışlar, stillerini değiştirmişler ve ilerletmişlerdir. Onlar, aynı zamanda Rano Raraku’daki heykelleri de yapmışlardır. Mevcut olan taş yığınlarını yeniden biçimlendirmişler ve birçok yeni “ahu” daha inşa etmişlerdir. Ancak, bu arada dilimleri birleştirme tekniğini unuttukları anlaşılmaktadır. Daha sonra ise, “moai”leri mezarların üzerine yerleştirme modası başlamış ve zamanla heykeltraşlık tekniği de unutulmaya yüz tutmuştur.

Bu klasik dönem zaman içinde tam olarak belirlenebilir mi? Buluntulara göre, 1470 yıllarında heykeltraşlar hâlâ işbaşında bulunuyorlardı. Birçok uzmana göre, eğer olmuş ise, ikinci göç de yaklaşık olarak on ikinci yüzyılda gerçekleşmişti.

Bu dönemden sonra, birbirlerinden Pasifik’in enginliği yüzünden soyutlanmış olan her Polinezya kolonisi, kendi kültürlerini oluşturmuşlardır. Hawai, Yeni Zelanda ve Paskalya Adası gibi iyice birbirlerine uzak olan bölgelerde de en özgün ve çeşitli sanatsal tarzlar oluşmuştur.

Paskalya Adası’nda, yontmaya uygun taşların fazlalığı, kereste bulunmaması, dini ayinler gibi sosyal faktörlerin hepsi, bu taş yontuculuğu geleneğinin gelişmesine yol açmıştır. Ağaç yokluğu yüzünden, ada halkı uzun yolculuklar için gerekli olan gemileri de inşa etmekten yoksun idiler ve ada içinde iyice izole oldular.

Moai’ler, sadece birkaç yüzyıl önce ve binlerce yıl süren krallıklarla karşılaştırılırsa göreceli olarak çok kısa bir süre içinde inşa edildiler. Arkaik çağa ait olmayan heykellerin, yontulma tarzındaki bütünlük ve uyum, bu sanatın kısa süre içindeki gelişimini gösteren bir kanıt durumundadır. Heykellerin fiziki durumu da, onların yakın zamanlarda yapıldığını göstermektedir, çünkü volkanik kil, erozyona dayanıklı olmayan çok hassas bir malzemedir.

Moai’lerin anlamı ve yapılış sebebi neydi? En ilgi çeken moai’ler, Rano Raraku kraterinin çevresinde bulunanlardı. Araştırmacılara göre, burası her kabilenin tanrılaşmış olan kahramanları adına anıtlar diktikleri bir çeşit Pantheon’du. Fakat bulgular bu fikri desteklemektedir. Dağın yamaçlarında bulunan yetmiş heykel üzerinde yapılan bir arkeolojik inceleme, moai’lerin zeminlerinin düz olduğunu ve bunların önceden hazırlanmış olan çukurların içine yerleştirildiklerini göstermiştir. Görünüşe göre, bunlar geçici bir süre için buralara konulmuşlar ve tamamlandıktan sonra başka yerlere taşınmaları amacı güdülmüştür, fakat bu amaca hiçbir zaman ulaşılamamıştır.

Ada üzerinde dağılmış halde bulunan tek tek heykellerin sebebi neydi? 15 yılını moai’lerin araştırılmasına ayıran Dr. William Mulloy’a göre, bu heykeller yapıldıkları taş ocakları bölgesinden ahu’lara doğru taşınırlarken kırılmışlar ve bu nedenle de oldukları yerde bırakılmışlardır.

Ahu moai’lerin Marquesas’larda da kopyaları bulunmaktadır ve tanrı simgesi yerine büyük reisleri ve ünlü rahipleri simgeledikleri düşünülmektedir. Ölen kahramanlarının ruhlarının, bu heykellerin içerisinde olduğuna ve kabileyi buradan koruduklarına inanılmaktaydı. Bu heykellerin üzerinde bulunan kırmızı renkli başörtülerinin, dönemin yerlilerinin taşıdıkları başlıkları simgelediği sanılıyor.

Buraya kadar olan bilgilerin anlaşılması kolaydır. Ancak belirsiz olan şey, Paskalya Adası sakinlerinin, bu heykellerin ne kadar zamanda yaptıkları ve bunları nasıl taşıdıklarıdır.

Günümüzdeki varsayımlar, yontma işleminin 50 ila 300 adam-yıl arası sürdüğünü göstermektedir. Bu varsayımlar, Paskalya Adası yerlilerinin usta birer yontucu oldukları esasına dayanmaktadır ve adaya ilk gelen Polinezya yerlilerinin geliş tarihi ile 19. yy’de heykellerin devrilmelerine kadar geçen süre içinde yapılmış oldukları inancına dayanmaktadır.

Bu heykellerin nasıl taşındığı sorusu ise, en gerçekçi gözlemcilerin bile hayali birtakım kuramlar geliştirmelerine neden olmuştur. Bazı kuramlara göre, bunları bir köleler ordusu kuşaklar boyunca taşımış durmuşlardır. Paskalya Adası yerlileri ise, heykellerin sihirli güçlere sahip olduğunu ve kendi kendilerine yürüdüklerine inanırlardı. Volkanik bir patlama sonucunda da büyük taşlar adanın kıyılarına ve ovalarına yayılmış olabilir. Bazı gözlemcilere göre, adada patates yetişmekteydi ve ezilmiş patates halısı üzerinde heykeller kaydırılmış da olabilirdi.

Rano Raraku’nun incelenmesi, heykellerin taşınması için bir kablo sisteminden faydalanılmış olunabileceğini göstermektedir. Kraterin tepesindeki kayalıklar boyunca oluk, çıkıntı ve delikler gözlenmiş bulunmaktadır. Soruna, diğer Polinezya kültürlerinin açısından da bakılabilir. Marquesas yerlileri, halatların ve vadilerin eğimleri yardımı ile, 10 tona kadar varan heykelleri, adakların üzerlerine yerleştirmişlerdir. Tonganlar, Haka-Manga’daki mani kapısına 10 tonluk bir heykel yerleştirmeyi başarmışlardı. Yeni Zelanda’da yaşayan moai’ler büyük gemilerin yapımında kullanılan dev ağaçları taşımışlardır. Bunların her birinin ağırlığı moai’lerinkinden daha fazlaydı.

Ancak 90 ton ağırlıktaki ve 9 metre boyundaki dev heykelin Paskalya Adası’nın bir ucundan ahu’nun bulunduğu yere kadar nasıl taşınmış olduğu tam bir bilmecedir. Böylesine olağanüstü bir çalışma nasıl yapıldı? Adanın en parlak dönemindeki nüfusu, saz kulübelerinin kalıntılarına bakılarak, on bin civarında olarak tahmin edilmektedir. 19. yy’de koyunların da girmesiyle ada yiyecek sıkıntısı çekilmeyen müreffeh bir dönem yaşamıştır. Roggeveen’e göre, bu ada dünyadaki bir cennet gibi idi. La Perause’un araştırma grubundaki botanikçiler değişik ve zengin bitki türleri belirlediler. Oldukça nadir sayıda ağaç vardı, fakat yine de hiç ağaç olmadığı söylenemezdi. Adanın 18 metre yüksekliğindeki yerlerinde okaliptüs ağacı yetiştirmek mümkündü ve Metraux da, Pasifiğin bu köşesinde okyanusun getirdiği birçok tahta enkazın olduğunu belirtmişti.

Heykellerin nasıl taşındığı da bir gizem

Paskalya Adası’nın Heykelleri Nasıl Taşındı?

İnsan gücü ve malzeme hazırdı, fakat taşıma işi nasıl gerçekleşmişti?

En yeni bilimsel varsayımlardan biri Dr. Mulloy tarafından ortaya atılmıştır. O, çalışmalarını, Paro adı ile bilinen bir moai üzerinde yoğunlaştırdı. Paro 80 ton ağırlığında ve 9 metre yüksekliğinde idi. Rano Raraku’nun 4 mil uzağında, kuzey kıyısında bulunmaktaydı. Dr. Mulloy’a göre, Paro volkanik dağdan ilk kesildiğinde, yamaç boyunca halatlar yardımıyla indirilmiş ve önceden hazırlanmış olan bir deliğe yerleştirilmişti. Daha sonra (Y) biçiminde tahtalardan bir yaparak sivri ucunu heykelin çenesinin altına, kollarını ise tabanına destek yaptılar. Tahta kızak, büyük bir olasılıkla dev bir ağacın çatal dallarından yapılmıştı. Bu şekildeki kızakların yapımı, tarih öncesi çağlara kadar uzanmaktadır.

Moai’nin çenesinin ve karnının çıkıntılı olması da, sırf bu kızak sistemi için destek sağlamak niyeti ile düşünülmüş olmalıdır. Kızakla bu şekilde desteklenen heykeller ince ve uzun baş kısmının, kalın ve kısa olan taban kısmı ile dengelenmesi sayesinde ayakta durmuşlardır.

Heykeli ve kızağı hareket ettirebilmek için ise, ayrı bir sistem kullanılmıştır. A şeklinde bir tahta çerçevenin ucuna halat bağlanması suretiyle bir çentik açılmış ve bir mekanik düzen yaratılmıştır. Çerçevenin ayakları, heykelin kafasına ata biner biçimde yerleştirilmiş ve çentiğe bağlı olan halat, heykelin boynuna geçirilmiştir. Ve ipi ileriye veya geriye çekmek suretiyle, heykel yavaş yavaş itilerek hareket ettirilmiştir. Böylece heykeller, Rano Raraku’dan ahu’nun olduğu yere kadar “yürümüşlerdir.” Kızakla yer arasındaki sürtünmeyi azaltmak amacıyla, nemli çalılardan ve otlardan oluşan bir tabaka kullanılmıştır.

Mulloy’a göre, esas güçlük heykellerin taşınmalarından çok, onların yol boyunca devrilmelerini önlemekti. Ada üzerinde bulunan sayısız kırılmış heykel, bu işin ne denli zor olduğunu göstermektedir.

Mulloy’un tahminlerine göre, adalılar bu yöntemi kullanarak Paro’yu dört mil uzaklıktaki ahu’ya günde 300 metre kat ederek, bir aydan biraz daha fazla bir zamanda taşımışlardır.

Moai’ler, ahu üzerine nasıl dikilmişlerdir? Yaygın bir kurama göre bölgenin üzerindeki doğal toprak setlerden yararlanılmıştır. İçinde Mulloy’un da yer aldığı Heyerdahl’in araştırma grubu, bir düzine kadar adalıya 25 tonluk bir heykeli ahu üzerine yerleştirme görevi vermişlerdir. Adalılar iki adet 5 metrelik kalası kaldıraç olarak kullanarak ve küçük taşları heykelin gövdesi altına bir bir dizerek bu zor işi on sekiz günde başarmışlardır. Bu yöntemin oldukça pratik olduğu ve geçmişte de kullanıldığı anlaşılmaktadır, çünkü ahu’ların çevresine dağılmış olan küçük taşlara rastlanmıştır. Ancak, heykel, kaldırma işlemi sırasında hasara uğramıştır. Mulloy’a göre, o dönemde heykeller kaldırılırken korunmaları amacıyla tahta bir muhafazanın içine alınmaktaydılar.

1960 yılında, bir meslektaşının yardımı ile Gonzalo Figureoa ve adalı yerlilerden oluşan ekibi, batı yakasındaki Akivi ahu’suna ait olan 6 ton ağırlığındaki yedi adet heykeli kaldırmışlardır. Birinci heykeli ayakları üzerine oturtmak bir aydan daha uzun bir süre almıştır. Fakat biriken deneyimleri sonucu, son heykeli dikmeleri bir haftadan da kısa bir süre almıştır.

Mulloy’un hesaplarına göre, Paro moai’sini yontmak, taşımak ve dikmek 23.000 adam-günlük bir çalışmayı gerektirmiştir. Ve Paro, adanın üzerine yayılmış yüzlerce adet heykelden sadece bir tanesidir.

Mulloy ve diğer araştırmacıların çalışmaları sayesinde Paskalya Adası’nda neler olup bittiğine dair, ancak yaklaşık bir bilgi elde edilebilmiştir. Ancak Paskalya Adası’ndaki heykeller gizemini korumaktadır. Bu heykeller niçin yapılmışlardır? Bu soru hâlâ çeşitli tahminlerin yürütülmesine yol açmakta olan bir sorudur.

Biz sadece kuramlar icat edebiliyoruz ve hayranlık duymakla kalıyoruz. Aşırı kalabalıklaşmış dünyamızda yaşayan 21 yy. insanı için, Paskalya Adası’na ait gerçekler önemli bir ders niteliğinde olup, hâlâ  gizemini korumaktadır.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.