Cazın Satchmo’su Louis Armstrong

Louis Armstrong 4 Ağustos 1901’de New Orleans’ın fakir semtlerinden Perdido’da dünyaya geldiğinde kimse elbette bu çocuğun 20. yüzyılın en büyük müzisyenlerinden birisi olacağını tahmin edemezdi. Oysa Satchmo (çanta ağız) ve Pops takma adlarıyla anılacak Armstrong, cazın en büyük ustalarından biri olacak; trompetçi, şarkıcı ve orkestra şefi olarak yarım yüzyıl boyunca, trompetinin dokunaklı vibrato’suyla, aralıksız swing’iyle, ateşli ama boğuk sesiyle kalabalık kitleleri heyecanlandıracaktı.

Tuhaftır ki, birçok ünlü sanatçı gibi Armstrong’un çocukluğu da oldukça sıkıntılı geçti. Bir işçi olan babası daha küçük yaşta kendisini terk etti. Zaten zorlukla geçinen annesi gündelikçilikten kazandığı parayla çocuklarına bakamayacağını anlayınca onu ve küçük kız kardeşi Beatrice Armstrong Collins’i babaannelerine bırakmak zorunda kaldı.

Henüz 7 yaşında olan Louis Armstrong’un hayatının bu döneminde, ona adeta anne-baba gibi davranan başka bir aile belirdi: Litvanya göçmeni olan Yahudi Karnofskys ailesi. Çöp toplama ya da teslimatçılık gibi ufak işler vererek onu sokaklardan uzak tutmaya çalışıyorlardı. Karşılığında sıcak bir ev ortamında yemek, uyku ve bir miktar harçlık. Hepsinden önemlisi ise bir çocuğun en çok isteyeceği şey olan şefkat. Louis Armstrong’un ömrü boyunca boynundan çıkarmayacağı Davut Yıldızı kolye, o dönemlerin anısıdır. Tıpkı müzikle ve ilk müzik aleti olan Cornet’le Karnofskys ailesi sayesinde tanışması gibi.

Fakat yoksulluk ve gerçek ailenin olmayışı tipik hayat öyküsünü birlikte getirdi: Serserilik ve bir yılbaşı gecesi babasından kalan silahla sağa sola ateş açtığı için daha 13 yaşında iken Coloured Waif’s Home ıslahevi ile tanışma. Aslında ıslahevi Louis Armstrong’un hayatı için bir dönüm noktasıydı. Trompet çalmayı orada öğrendi. On dört yaşında oradan salıverildiğinde artık tek düşündüğü kendisine ait enstrümanı satın alabilecek kadar para kazanmaktı. Bunun için Storyville kabarelerinde çalıştı, at arabasıyla kömür dağıttı. Daha sonra Mississippi üzerinde yolcu gezdiren gemilerde çaldı.

Armstrong’un meslek hayatının gerçek başlangıcı 1922’ye rastlar. Mississippi gemilerinde birlikte çalıştığı Fate Marable adlı gruptaki performansıyla adını duyurmuştu ve kendisinden etkilenen Joe “King” Oliver’ın daveti üzerine Chicago’ya gitti. Tipik bir New Orleans topluluğu olan King Oliver’ın Creole Jazz Band’ında ikinci trompet olarak çalmaya başladı. Oliver ile çalışmaya başlaması Louis Armstrong’un hayatı için başka bir başka dönüm noktasıydı aslında. Grubun piyanisti Lillian Hardin ile aralarında başlayan ilişki 1924 yılında evlilikle sonuçlandı. Armstrong 1938’de ilk karısından boşanarak Alpha Smith’le, daha sonra 1942’de bir kez daha boşanıp geri kalan yaşamını birlikte geçireceği Lucille Wilson’la evlenecekti. İlk eşinin yönlendirmesi ve Fletcher Henderson’ın çağrısı üzerine zamanın en ünlü Afrikan-Amerikan grubu Fletcher Henderson orkestrasıyla çalışmak üzere New York’a gitti; orada özellikle Sessie Smith ve Ma Rainey’le plak doldurdu; ama plaklara henüz kendi adını koyduramıyordu.

Louis Armstrong İlk Orkestrasını Kuruyor

1925’te Chicoga’ya dönünce bir süre Erskine Tate’in orkestrasında çalıştı; sonra da gene aynı yıl Hot Five adını verdiği ilk orkestrasını kurdu ve kendi adını taşıyan ilk plakları doldurdu. Müthiş bir enerjiye sahip olan Armstrong için bundan böyle artık art arda zaferlerle süslü bir hayat başlıyordu. Daha 1927 yılında gerek müzisyenler, gerekse halk tarafından kuşağının en iyi enstrümantisti kabul edilen Armstrong’un müzik kariyeri 1929 yılından itibaren uluslararası bir boyuta ulaşacaktı.

Gerçekten de o yıl New York’ta üç ayrı salonda konserler veren büyük sanatçı, bütün Harlem’in tanrısıydı artık; plakları üst üste satış rekorları kırıyordu. 1932’de Avrupa’ya gelen Armstrong, London Palladium’da büyük bir zafer kazandı. Bir yıl sonra ise İngiltere, İskandinavya, Hollanda ve Paris’i kapsayan büyük bir turneye çıkacaktı. Bu turneyi Almanya ve İtalya’ya doğru uzatmak istedi; ama dudaklarının şişmesi üzerine vazgeçmek zorunda kaldı. 1930’lu yılların ortalarından itibaren Swing kasırgası müzik piyasasını ele geçirip Armstrong’un kariyerini etkilese de yine de Armstrong’un yükselişinin önünü kesemedi. Gerçekten de akıl almaz yoğunlukta bir etkinlikle dolacaktı günleri bundan böyle. 1940’ta Sidney Bechet ile birlikte New Orleans üslubunu ortaya atan sanatçı, sonra, büyük topluluk “All-Stars”ı yeniden kurmuş, turne ve konserlerinde hep bu toplulukla çalışmıştır. Gerek Amerika içinde gerekse Avrupa’da, çağının en iyi enstrümantistleri eşliğinde çıktığı turneler de birbirini kovalıyordu. 1948 yılında Nice festivalinin, 1949’da New Orleans karnavalının, 1957-58-60-61 yıllarında da Newport festivallerinin kahramanıydı. Hemen her yıl çıktığı Avrupa turnelerine ek olarak 1953’te Japonya’da, 1954’te Avustralya’da, 1957 ve 1960’ta Gana’da, 1957’de Jamaika’da, gene 1957’de Latin Amerika’da ve 1965 yılında da Doğu Avrupa’da çaldı, söyledi. 1968’de “What A Wonderful World” şarkısı İngiltere’de müzik listelerinde 1 numaraya yerleşmişti.

Konserlerinin yanı sıra çok çeşitli türlerde plak doldurmaktaydı. Bilinen repertuarının yanı sıra, belli başlı kreasyonlarını yeniden çaldığı-söylediği bir müzikal otobiyografi yapmıştı. Ayrıca, en başta Blueberry Hill, la Vie en Rose, C’est si bon, Kiss of Fire ve Hello Dolly olmak üzere birçok popüler şarkıyı kendi üslubuna uyarlamıştı. 1956’da Bing Crosby, Danny Kaye, Frank Sinatra ve Ella Fitzgerald’la çaldı-söyledi; 1958’de “Negro Spirituals” okudu; 1961 yılında ise Duke Ellington’la işbirliği yaptı.

1964 yılında Kapp Records,  Louis Armstrong’un eşsiz yorumuyla Hello Dolly’yi piyasaya sürdüğünde ABD müzik listelerinde adeta bir deprem yaşandı.  Billboard Hot 100 listelerinde 14 haftadır aralıksız lider olan efsanevi Beatles grubu, tahtını Cazın Satchmo’suna terk etmişti. Bu single aynı zamanda Louis Armstrong’un müzik kariyerinin en başarılı parçası olacaktı.

Armstrong bütün bu etkinlik içinde, filmlerde rol almayı da ihmal etmedi; kırka yakın filmde oynadı, çaldı-söyledi. Bu yapıtlar arasında Rhapsody in Black and Blue (Siyah-Mavi Rapsodi, 1932), Artists and Models (Sanatçılar ve Modeller, 1937), Doctor Rhythm (Doktor Ritim, 1938), Jam Session (Kendimize Çalalım, 1944), Neus Orleans (1946), la Route du Bonheur (Mutluluğun Yolu, 1952), Glenn Miller Story (Glenn Miller’in Hayatı, 1954), High Society (Yüksek Sosyete, 1956), Jazz at Newport (Newport’ta Caz, 1958), The Five Pennies (Bir Beş Kuruş Ver Bana, 1959), Paris Blues (Paris Geceleri, 1960) ve Louis Armstrong (1962) başlıklı yapıtları özellikle anmak gerekir.

Louis Armstrong

Caz Sanatına Yön Veren Dahi

Dahi bir doğaçtan çalıcı olan Louis Armstrong, sadece caz sanatının oluşumunda belirleyici bir rol oynamakla kalmamış ama aynı zamanda, yarattığı melodiler ve ritim gücü olduğu hareket ve topluluklarla çağımıza rengini ve damgasını vuran ender büyük sanatçılardan biri olmuştur. New Orleans okulunda oluşan üslubu gittikçe biraz daha arınmış ve sonunda yetkinliğe ulaşmıştır. Seçtiği temayı, ortada sadece özü kalıncaya değin budayıp yontar sonra da soluk kesici çeşitlemelerle, tramplen olarak kullandığı bu ilk melodiden kat kat daha güzel yepyeni bir melodi yaratır. Parlak ve görkemli sonoritesi, sololarına, geniş vibratolarla vurgulanan apayrı bir derinlik kazandırır. Çalış gücünün yanı sıra cümlelerine kazandırmayı başardığı ölçülülük ve denge, Armstrong’un müziğini en büyük ustaların kompozisyonları ayarına yükseltmektedir. Armstrong tekniği olağanüstü bir çalgıcı (özellikle tizde), doğaçtan çalabilen bir yaratıcıydı.

Büyük sanatçı, şarkıcı olarak da tıpkı trompetiyle dile getirdiği müzikal idelere benzer ideleri geliştirmiştir. Biraz boğuk ve insanda “yüreğinden kopmuş da geliyor” duygusunu uyandıran sesi, okuduğu her parçaya bambaşka bir renk getirip katar. Yaşadığı heyecanı ve esinlendiği halk kaynaklarının yüceliğini dinleyiciye aktarmakta, Armstrong’un üstüne yoktur. Sesinin ve doğaçtan söylediği türkülerin büyük halk yığınları tarafından olduğu kadar en kılı kırk yarar müzikologlar tarafından da coşkunluk içinde dinlenmesini, işte bu özdenliğine ve gönül cömertliğine borçlu olsa gerektir.

Louis Armstrong’un doldurmuş olduğu birbirinden güzel plaklar arasından, caz sanatının tarihinde bir çeşit dönemeç rolü oynamış olanları sıralamakla yetinelim: Chimes Blues (1923’te King Oliver’le), Saint Louis Blues (1925’te Bessie Smith’le), West End Blues (1928), Confession (1930), Basin Street Blues (1933), Darling Nelly Gray (1937), Harlem Stomp (1940), Back o, Town Blues (1944), New Orleans Function (1950), Saint Louis Blues (1954), Porgy and Bess (1957’de Ella Fitzgerald’la) ve It Don’t Mean a Thing (1961’de Duke Ellington’la).

Louis Armstrong’un hayatı 6 Temmuz 1971 günü uykusunda geçirdiği kalp krizi nedeniyle sona erdi. Hasta olduğunun uzun süredir farkındaydı ama müziğe olan tutkusu nedeniyle bu durumu saklamayı tercih edip konserlerini sürdürmüştü. Bedeni öylesine güçsüz düşmüştü ki, son günlerinde evinin 2. katına bile ancak yaptırdığı özel engelli asansörü ile çıkabiliyordu.

Hızla artan şöhretine ve tüm zenginliğine karşın ünlü olduktan sonra yaşamı işçi sınıfının semti olarak bilinen Corona’daki mütevazi evinde geçmişti. Armstrong’un ardından kimse o evde yaşamadı ve Queens College’in desteğiyle evi müzeye dönüştürüldü. Bugün Louis Armstrong kimdir diye sorduğumuzda rahatlıkla söyleyebiliriz ki, ister trompet ve klarnet eşliğinde, ister büyük bir toplulukla birlikte olsun, On the Sunny Side of the Street, Nobody Knows the Trouble, I’ve Seen, Bach O’town Blues, ve benzeri birçok eseri ile o “cazın kralı” olarak adını tarihe yazdırmıştır. Şurası kesindir ki, New Orleans cazı Armstrong ile müzik dünyasına girmiştir.

1 Yorum

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.