Cezayir Devrimi ve Fransızların Cezayir Soykırımı

Fransızlar, Cezayir’i sömürge emperyalizmin başlamasından çok önce ele geçirmişlerdi. Cezayir’in ele geçirilmesini daha önce ilk kez I. Napolyon tasarlamıştı ama bunu gerçekleştiren X. Charles oldu.

Her şey 1827 yılında Cezayir Dayısı Hüseyin Paşa ile Fransız konsolosu General De Faulle arasında geçen sert bir tartışma ile başladı. Bu tartışma Cezayirli tarımcıların Fransa’ya gönderdikleri buğdayların parasının ödenmesi ile ilgiliydi. Hüseyin Paşa, konsolosun küstahça tavırlarına dayanamayıp elindeki yelpaze ile suratına vurmuş, sonra da kovmuştu. Bu durumu mükemmel bir bahane olarak kullanan Fransız hükümeti, yapılan bu davranışı kendi şahsına yapılmış kabul etti ve Cezayir’i kuşattı. Yaklaşık 3 yıllık bir savaşın ardından 5 Temmuz 1830 tarihinde Hüseyin Paşa’nın Fransızlara kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kalmasıyla, 1514 yılından beri Osmanlı egemenliğinde olan Cezayir’in artık bir Fransız sömürgesi olduğu ilan ediliyordu. Fransızlar bu istilayı “uygar dünyanın çıkarları adına yaptıklarını”, Cezayir’in ele geçirilmesiyle Cezayir korsanlığına son verdiklerini öne sürüyorlardı.

Fransızlar sömürge yapmak için Cezayir’e geldikleri 1830 yılından, ellerinde bulundurdukları 1962 yılına kadar olan sürede insanlık tarihinin en büyük suçlarından birini işlediler. 132 yıllık bu işgal süresinde Cezayir’in tüm kaynaklarını yağmaladılar, 1.5 milyonu 8 yıl süren Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında olmak üzere yaklaşık 5 milyon Cezayirliyi soykırımıma tabi tuttular. Cezayir halkını sosyal, kültürel, dilsel ve Cezayir yönetimini de yapısal olarak Fransızlaştırmak planı çerçevesinde Cezayir’de ne kadar Arap-Berber, İslam ve Türk kültürü varsa bunun sistemli bir şekilde, pasif (zamana yayarak yok etme) ve aktif (o anda yok etme) soykırımcı yöntemler kullanarak, Fransızlara ait olmayan her türlü kültür ve yapılanmanın yok edilmesini kendilerine ilk hedef seçtiler.

Fransızlar bu hedef doğrultusundaki planları çerçevesinde, Fransız kültürü, sosyal yaşamı, dil ve düşünce tarzının Cezayir halkına kabul ettirilmesi ve bu kabulden doğacak sosyal, kültürel ve yapısal boşluğun, ülke halkının aktif asimile sürecinden sonra, Fransız tarzında bir yaşamın doldurabileceğini sanıyorlardı. Fransızlar, Cezayir için tasarladıkları ve arkasında, önce sömürge yapma ve daha sonra Cezayir’i Fransa’ya ilhak etme planlarının yattığı Fransız Cezayir’i oluşturma projesi çerçevesinde, kendi sömürgeci amaçlarına da uygun olarak Cezayir halkı üzerinde 1830’dan itibaren sistemli bir sosyal-kültürel asimilasyon ve insan beyninin sömürgeleştirilmesi politikası ürettiler. Bu politikanın içeriğinde ve pratiğinde izlenen metotlardan en önemlisini ise, Cezayir’de yaşayan herkesin yaşamın her alanında Fransızca konuşması, Fransızca düşünmesi, Fransızca okuyup Fransızca eğitimi alması teşkil ediyordu.

Fransızlar, Cezayir’de de diğer Fransız sömürgelerinde olduğu gibi, ekonomik, kültürel, askeri ve siyasi çıkar elde etmek için zor kullanma yöntemini benimsemişlerdi. Fransız sömürgeciliğinin amacının ne olduğunu, bizzat Fransız Sömürge Bakanı Albert Sarraut 1923 yılında Sömürge Okulunda (Paris’teki) yaptığı bir konuşmada şu şekilde tarif ediyordu: “Gerçeği gizlemeye ne gerek var? Sömürgecilik bir uygarlık hareketi değildir. Çıkarların yönlendirdiği bir zor hareketidir.”

Fransız Sömürge Bakanı Albert Sarraut’un 1923 yılındaki sözlerini doğrulayıcı bir biçimde, Fransızlar 1870-1871’de, Fransız-Alman savaşının bir sonucu olarak, Alsace ve Lorraine bölgesinin, Almanlara bırakılmasından doğan etnik göç sorununun aşılması için, zamanın Fransız hükümeti olarak, Alsace ve Lorraine’de yaşayan, daha sonraları Cezayir’de Kara Ayaklı diye anılan (pieds-noirs) 750.000 (bazı verilerde ise. 1.000.000) Fransızı, 1830’dan itibaren, Fransız sömürgesi olan Cezayir’e, Cezayir’in en verimli topaklarına göçmen olarak yerleştirdi. Bu durum, Fransızların, sadece kültürel asimilasyon ile yetinmeyip, aynı zamanda, Cezayir’i Fransa’nın egemenliği altında, Alsace ve Lorraine’deki savaşın akıbetinden dolayı, göç sorununu da çözen, ebedi yerleşeceği bir eyaleti ve sayfiye yeri gibi görme hedefinin bir sonucuydu. Bu düşünceyle hareket eden Fransız sömürgecilerinin Fransız vatandaşlarına Cezayir’de verdiği önemli imtiyazlardan dolayı, Fransa’dan Cezayir’e göç akını daha sonra da yıllarca devam etti. Fransa’dan ve Alsace ve Lorraine’den gelen Fransızlar, Cezayir’de en iyi olanaklar çerçevesinde imtiyazlı olarak şehirlerde ve en verimli toprakların bulunduğu çiftliklerde iş kurmaya ve yaşamaya başladılar. Fakir ve desteksiz Cezayir’in Arap-Berber köylüsü ve esnafı, Fransız sömürgecilerin ürettikleri ve bunların pazarlanması ile rekabet edemedi. Bu nedenlerden dolayı, Cezayir köylüsü ve esnafı, Fransızlara karşı ekonomik dinamiklerini önemli ölçüde yitirdi (ekonomik soykırım-economicide).

Bağımsızlık Savaşı’nın Dönüm Noktası: Setif ve Guelma Katliamı

Cezayirliler ve Fransızlar arasındaki eşit olmayan rekabet durumundan dolayı, Cezayir köylüsü üretim alanlarım ve bir kısım Cezayirli esnaf işyerlerini terk etmek zorunda bırakıldı. Bunlardan 300.000’i, Avrupa’daki, Fransızlara ait fabrikalarda yevmiyeli işçi olarak çalışma yolunu seçmek zorunda kaldı. Bu süreç içerisinde Fransızlar, bir yandan kendi ekonomilerinin gelişimi için Cezayirlileri ucuz iş gücü olarak Fransa’daki fabrikalarında çalıştırırken, bir yandan da Cezayir’deki sömürgeci siyaset ve stratejileriyle, yerli halk üzerindeki Fransızlaştırma operasyonu olan kültürel, sosyal, dilsel ve yapısal soykırımcı asimilasyonu kısmi olarak başardılar. Bu sürecin Fransızlar lehine ilerlemesi sırasında, Fransız sömürgecileri Akdeniz’in karşı kıyısındaki Cezayir’i, kendilerinin o kadar ayrılmaz bir parçası olduklarına inandırmışlardı ki, bu yüzden Cezayir’i mutlak bir Fransız sayfiye bölgesi olarak görmeye başladılar. 1830’dan ulusal kurtuluş savaşının başladığı 1954 yılına kadar olan süreç içerisinde lehlerine olan bütün bu gelişmelerden dolayı 1.000.000 Fransız, artık bir daha ayrılmamak düşüncesiyle Cezayir’e iyice yerleşmişti.

Fransa, İkinci Dünya Savaşı süresince on binlerce Cezayirliyi tıpkı diğer sömürgelerinden getirttiği insanlar gibi cephelere yollamış, on binlerce Cezayirli hiçbir ilgilerinin olmadığı bir savaşta yaşamlarını yitirmişti. Daha Birinci Dünya Savaşı sonundan başlayan ve İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra artarak devam eden ve dünyanın dört bir yanında sömürgeciliğe karşı hızla gelişen ve bağımsız bir ulus olmak için esen bağımsızlık rüzgarı, Fransa’nın savaştan büyük yaralar da alması nedeniyle Cezayir’de de etkisini gösterdi. 8 Mayıs 1945 tarihinde Fransız sömürgesi olmaları nedeniyle kendilerini içinde buldukları İkinci Dünya Savaşı’nın bitişini kutlayan Cezayir halkının, ellerinde Cezayir bayrakları ve “Müslümanlar Uyanın!” pankartları ile başlattıkları kutlama, bir Fransız subayının bir Arap’ı soğukkanlılıkla öldürmesi ile yerine şiddete, katliama bıraktı.  8 Mayıs 1945’te gerçekleşen Setif ve Guelma Katliamı’nda, halkın üzerine ateş açıldı ve 102 Fransızın öldüğü olaylarda bazı kaynaklara göre 45 bin Cezayirli de Fransızlar tarafından katledildi. Ülkede olağanüstü durum ilan edildi, partiler kapatılıp belli başlı politik liderler tutuklandı.

Fakat bu katliam bağımsızlık rüzgarını söndürmek bir yana halkın öfkesinin artmasını ve Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın hızlanmasını sağladı. Bir grup Cezayirli köylü, işçi, çiftçi, esnaf, din adamı, asker ve entellektüel, dünyadaki ilk kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndaki taktiklerinden de esinlenerek, Fransa’nın Cezayir’den vazgeçmeyeceğinin ortaya çıkması üzerine 1954 yılının 31 Ekim’ini 1 Kasım’ına bağlayan gece Cezayir’de büyük bir ayaklanma başladı. Fransızlara ait karakollara, kışlalara ve belli başlı kişilere karşı eylemeler düzenlendi. Ayaklanmayı örgütleyen ve başlatanlar, 1954 yaz aylarında Messalici “Demokratik Özgürlüklerin Zaferi Hareketi” kongresinde çıkan anlaşmazlık üzerine bu partiden ayrılanlardı.

Ayaklanma patlak verir vermez, Cezayir halkına hitaben bir bildiri yayınlandı. Bildiride FLN’nin (Ulusal Kurtuluş Cephesi) kurulduğu ilan ediliyor ce tüm Cezayir halkından ulusun kurtuluşu için savaşmayı amaçlayan bir eyleme katılmaları isteniyordu. Ayrıca FLN’ye bağlı olarak bir de ALN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) kurulmuştu.

Fransa’daki Cezayirli işçiler, daha sonraki mücadele aşamalarında FLN’nin (Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi) tüm finansal masraflarını üstlendi.  Mustafa Kemal Atatürk’ü bu konuda örnek alan Cezayirli ulusalcılar, bazı dış destekler almalarına rağmen, bu anlamda da kendi halklarına güvenmeyi yeğlediler. Sekiz yıl süren, fiili bağımsızlık savaşını, tamamen Avrupa’daki fabrika ve diğer küçük işletmelerde çalışan Cezayirli işçilerin paralarıyla ve savaşa ve sömürgeciliğe karşı çıkan dönemin Fransız sol kesimlerinden destekle sağladılar. Bunun dışında hiç bir yabancı güçten destek almamaya özenle dikkat ettiler.

FLN önderliğine karşı harekete geçen Fransız hükümeti, bağımsızlık yanlılarına ancak savaşla karşılık vereceklerini ilan etti. Dönemin Fransız hükümetinin sosyalist İçişleri Bakanı François Mitterand (daha sonra Fransa’nın sosyalist Cumhurbaşkanı) 5 Kasım 1954’de yaptığı siyasi analizde, Fransız hükümetinin, Cezayir’in bağımsızlığını engellemesinin tek yolunun ulusalcılarla, “ancak savaşta görüşmeyle” mümkün olacağını belirtti. Zamanın, Pierre Mendes-France hükümeti de, 12 Kasım 1954’de, Fransız Millet Meclisinde yaptığı konuşmadaki; “İç barış, birlik ve beraberlik tehlike altında olduğunda bu konuda hiç bir uzlaşma kabul etmeyiz. Cezayir Fransa’nın ayrılmaz bir parçasıdır. Cezayir ebediyen Fransızdır” vurgusuyla, Cezayir ulusalcılarına karşı savaş için harekete geçti. 31 Mart 1955’de olağanüstü durum ilan edilerek Fransa’daki yedekler silah altına çağrıldı. Bu sırada, zamanın Fransız Cumhurbaşkanı olan Coty, durumun ciddiyetini görüp, General De Gaulle’ün tekrar iktidara gelmesi için çaba harcadı. De Gaulle ise, kendisinin siyasi partilerle bu konuda (Cezayir konusunda) ilişki kurmaması kaydıyla, görevi kabul edeceğini bildirdi.

İşbirlikçi Cezayirliler

Cezayir'de Bağımsızlık Günü kutlamalarıCezayir Bağımsızlık Savaşı’nın fiilen başlaması ve sıcak çatışma ortamının Cezayir’in tüm bölgelerine yayılmasıyla birlikte Fransızlar, ilk önce bölgeye 50.000 asker gönderdiler. Daha sonra, Cezayir’e gönderilen asker sayısı, 1956 yılında 500.000’e kadar çıktı. Bunlardan 170.000 kadarını, Harkis denilen yerli işbirlikçi Cezayirliler (Harkis sadece işbirlikçi yerli Müslüman olanlar için o dönemde kullanılan bir terim, Cezayir’de o dönemde Hristiyan ve Yahudi azınlık da vardı) oluşturuyordu. Daha sonraları ise, içine düştükleri zor şartlardan ve karşılaştıkları şiddetli direnişlerden dolayı, Fransızların, sadece asker olarak savaşmak için, Cezayir’de bulundurdukları asker sayısının toplamının 1.700.000’e kadar çıktığı belirtilmektedir. Bunların önemli bir kısmı, diğer sömürgelerden getirilen Fransız olmayan askerlerdi. Savaşın şiddetlendiği 1956 başlarında, FLN gerillalarının kendisinden kat kat daha büyük bir asker sayısına ve modern silahlara sahip Fransız kuvvetlerine karşı aktif savaşan savaşçı sayıları ise ancak 10.000 kadardı.

Sistemli İşkence Uygulaması

Fransızların Cezayir’in bağımsızlık savaşında ulusalcılara ve yerli halka karşı en çok başvurdukları savaş yöntemini ise sistemli ve gittikçe katmerleşerek geliştirilen, kurumsal işkence uygulamasıydı.

İşkenceyi bir savaş metodu olarak resmen benimseyen Fransızlar (günümüzde aynı yöntemi İsrail, İngiltere ve ABD’nin de kullandığı gibi), Cezayir’de bu yüzden, 1954 (bazı veriler bunu 1950 yılına kadar götürmektedir) yılından başlayarak, sayıları on binlere kadar varan çok sayıda Cezayirli insanı (kadın-erkek-yaşlıyı), sistemli bir biçimde işkenceden geçirdiler. Fransızlar bununla da kalmayıp, Arap-Müslüman halkın arasında çeşitli çıkarlar oluşturarak büyük bir ajan ağı örgütlediler.

İşkenceden geçirilenlerin birçoğu, yapılan ve sürekli geliştirilen özel işkence uygulamaları sırasında öldü, ya da fiziki veya ruhen sakat kaldı.

O dönemde işkencede öldürülenler arasında FLN’in en önemli ve efsane liderlerinden, şehir gerilla savaşlarının önderlerinden Ben Mehdi de vardı. 1957 yılında Fransızların 10. paraşüt tümenine kumanda eden General Jacques Massu’nun yardımcısı, Cezayir’deki Fransız İstihbaratının başında bulunan General Paul Aussaresses, Fransızların ünlü gazetesi Le Monde’a verdiği sözlü mülakatta Cezayir’in bağımsızlığı için savaşan ulusalcılardan olup da kayıp listelerine girenlerden 3.000 kişinin, kayıp olmadığını, bunların Fransızlar tarafından idam edildiklerini anlattı. İşkence ve bu tip öldürme olaylarının Fransa’nın savaş siyasetinin önemli bir parçası olduğunu belirtti. Ayrıca Aussaresses, kendi elleriyle ve işkence ederek özellikle katlettiği 24 FLN üyesine ilişkin (bunların içerisinde FLN önderi Ben Mehdi de var) Le Monde’e verdiği cevapta “hiç bir pişmanlık duymuyorum” diyebildi. Çünkü Aussaresses, kendisini yargılamanın Fransa’yı ve savaşlarda yaptıklarını yargılamak olduğunu ve böyle bir şeyin Fransız makamları tarafından asla yapılamayacağını biliyordu. Aussaresses’e göre bu şu demekti: Cezayir’de FLN üyelerine ve sivil halka karşı yaygın bir biçimde soykırımcı niteliği ve hedefi olan sistemli işkence uygulaması, resmi talimatlar doğrultusunda ve bizzat Fransa’nın onayıyla yapılmıştı. Yine Aussaresses’e göre, bunda şaşılacak bir şey yoktu ve doğaldı. Çünkü bu Fransız devletinin sömürge politikasıydı.

Cezayir’in bağımsızlık savaşında dönemin önemli işkencecilerinden bir başkası ise bugünkü Irkçı Ulusal Cephe Partisinin (Front National) lideri ve bağımsızlık savaşı sırasında Cezayir’deki Fransız gizli servis subaylarından Jean Marie Le Pen idi. O da ulusal kurtuluşa destek veren Cezayirli sivillerin ve FLN üyelerinin katledilmesi süreçlerindeki işkence uygulamalarında bizzat yer aldı. Fransa’nın günlük Le Monde gazetesinde dönemin dört işkence mağduruyla yapılan mülakatta, Le Pen hakkında tanık ifadeleri yer aldı. Bağımsızlık savaşı sırasında Fransızlar tarafından kendisine işkence yapılan Muhammed Abdullah, 1957 yılında Le Pen’in vücuduna elektriği bizzat verdiğini, aynı zamanda işkence sırasında Le Pen’in mahkumların üzerine oturarak zevkle çeşmeden su içtiğini belirtiyordu.

1955   yılında Wuillaume tarafından Cezayir’deki işkence ile ilgili yapılan araştırma raporunda, Cezayir’de yapılan işkencenin en tehlikeli olan teröristleri en efektif biçimde nötralize etme metodu olduğu açıklanıyordu. Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında Cezayir’de görevli Fransız asker ve subayları ise işkencenin aşırı derecede yaygın olduğunu kendi ailelerine gönderdikleri mektuplarda da sürekli ve açıkça anlatıyorlardı.

Fransızların Cezayir’deki işkence uygulamalarına karşı tavır alanlardan, Fransızların ünlü filozofu Jean-Paul Sartre, 1958’de Cezayir’deki veya başka yerlerdeki işkencenin sadece Fransızlar tarafından insanlara karşı yapılan bir yöntem değil, aynı zamanda dünyada ne kadar yaygın olduğunu şu sözlerle açıklıyordu: “İşkence ne sivillere, ne askerlere ne de özel olarak Fransızlara aittir. Bu öyle bir şeydir ki tüm yerleşim bölgelerini saran bir veba gibidir.

Fakat Fransızların Cezayir’deki işkencelerine ve insan üzerindeki zor aşılan sonuçlarına karşı mücadele eden ünlü Martinique’li psikiyatrist Franz Fanon gibi ünlü tarihçi yazar ve Cezayir uzmanı Alistair Horne da,  Jean-Paul Sartre’nin işkence uygulamalarını genelleştirme tanımlamasının aksine, konuyu somuta indirgemeye çalışıyordu. Örnek olarak da işkencenin Cezayir’de Fransızlar tarafından yaygınlaştırıldığını ve kurumsallaştırıldığını belirtiyordu. Savaş karşıtı grupta yer alan Fransa’nın ünlü savaş karşıtı aydınlarından Andre Breton, Simone Signoret, Simone de Beauvoir ve Jules Roy ise Fransa’nın Cezayir’deki uygulamalarının, Nazilerin iktidarı sırasında başka milletlere yaptıklarından hiç bir farkı olmadığını vurguluyorlardı. Bu Fransız aydınlar, “Manifest 121” adı altında sömürgeci savaşa karşı aktif bir şekilde mücadeleyi örgütlüyorlardı. Fransız tarihçi Pierre Vidal Naquet ise, “Torture dans la Republique” (Cumhuriyetin İçindeki İşkence) adlı eserinde, Fransa’nın özgürlükleri ayaklar altına aldığını yazıyordu. Observateur gazetesi ise, Aralık 1951 tarihli haber yazısında Cezayir’deki sistemli olarak yapılan işkencelerin tarihsel varlığını daha da gerilere götürüyor ve Fransızların sistemli olarak Cezayir’de işkence yaptığını belirtiyordu.

Bu anlamda, tüm savaş ve sömürgecilik karşıtı Fransızlar, kendi ülkelerinin yönetimini suçluyor ve Fransa’nın savaş sırasında Cezayir halkına karşı yapmış olduğu işkence, kurşuna dizme, toplu mezar oluşturma ve bombalama uygulamalarını savaş suçu olarak görüyorlardı. Fransa, Cenevre Sözleşmesi’nin altına imza koymasına rağmen, savaş sırasındaki Fransız askerlerinin elindeki Cezayirli esirleri Uluslararası Kızıl Haç’ın görünürde denetlemesine izin verirken, aynı zamanda Fransa sürekli toplu şekilde yapılan idamları ve Fransa’nın savaş sırasında resmi emirlerle yaptığı diğer savaş suçlarının tespitlerini gizliyor ve Fransa’nın bu yaptığı insanlık suçları, bu yüzden bir türlü Uluslararası Kızıl Haç’ın yayınladığı raporlarda gerektiği ölçüde gözükmüyordu.

Cezayir Soykırımın Bilançosu

FLNFransızların, Cezayir’in bağımsızlık savaşı sırasında sistemli sindirme ve teslim alma stratejilerinden biri de 2.5 milyon Cezayirli sivili toplama kampları şeklinde kurdukları ve Fransız askeri kontrolündeki belli bir bölgeye tehcir etmek ve tecrit hayatı yaşatmak oldu. 3.000 Cezayirli ise izine bir daha rastlanılmamak üzere yok edildi (bunlar esasında Fransız General Aussaresses’in ve adamlarının işkencede katlettikleri ve toplu olarak gömdükleri Cezayirli yurtseverlerdi). Savaştan sonra ilerleyen yıllarda, Cezayir hükümetinin yaptığı kurtuluş savaşında meydana gelen kayıpları arama çalışmalarında, Tunus yakınlarındaki Tebessa bölgesinde, Fransızlar tarafından işkenceden geçirilerek öldürüldüğü tespit edilen 300 Cezayirlinin cesedi toplu mezarlara gömülü olarak bulundu.

Fransızlar, Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasındaki sistemli soykırım uygulamalarında, halkın yerleştiği coğrafi alanları da yok etmeyi kurumsallaştırdılar. Bu uygulamalarda 8.000 köyü yok ettiler (Daha sonra De Gaulle, bu konuda Fransa adına tazminat ödedi). Fransızlar tüm bunları yaparken, yurtseverleri yok etmek için Cezayirli Ulusal Kurtuluşçu gerillalara ve sivil halka ellerindeki en son model silahlarla saldırıyorlardı. Eldeki verilere göre bu saldırılar sonucu, o dönemdeki Cezayirli köylü nüfusun hemen hemen yarısı (bazı rakamlara göre de 1.8 milyon), Fransızların savaş sırasında, özellikle yok etmek ve yakıp yıkmak için kullandıkları napalm bombalarının etkisiyle yok edilen evlerini ve kıraçlaşıp verimsizleşen topraklarını terk etmek zorunda kaldı.

Eldeki verilere göre, Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığı için verdikleri savaş sonrasında, birçok Cezayirli bağımsızlık savaşçısı ve sempatizanı Fransızlar tarafından yapılan ağır işkencelerde katledildi. 1962 yılına gelindiğinde Fransız sömürge askerleri ve FLN gerillaları arasında Cezayir’in her yöresinde süren çatışmalarda ölenlerin sayısı 1.000.000’u buldu. 1954 yılından 1962 yılına kadar olan bu süreç, Cezayir ulusalcılarının Fransızlara verdirdikleri ağır kayıplar sonucu Fransızların Kuzey Afrika’daki en önemli tutanağı olan Fransız Cezayiri gibi çok özel bir sömürge projesinin de sonunu getirdi. Bu savaş sonunda Fransızların savaşı kaybetmesiyle birlikte, 1.000.000’a yakın Fransız ve Fransız sömürgeciler safında savaşa katılan bir kaç yüz bin Cezayirli Müslüman işbirlikçi Harkis ve bir kısım Cezayir Yahudisiyle birlikte toplam 1.400.000 kişi Cezayir’i terk etmek zorunda kaldı.

13 Mayıs 1958’de savaş karşıtlığının ve savaşın Fransa’yı içte ve Cezayir’de zorlamasından ürken ve Fransız hükümetinin Cezayir’deki bağımsızlık istekleri karşısında zayıflık gösterdiğine inanan Cezayir’deki Fransız askerleri ve Fransız yerleşimci Kara Ayaklılar (Pieds Noire) Cezyir’deki hükümet binalarını ele geçirdiler. Bu suretle Cezayir’deki iktidar tamamen Fransa’dan bağımsız olarak bu azınlık tarafından ele geçirildi. Bunun üzerine Fransa’da sömürgecilik karşıtı büyük yürüyüşler oluştu.

Olayların kontrolden çıktığı bir kargaşa dönemine girildi. Bu yüzden Fransa’da Cumhurbaşkanı Coty tarafından sıkıyönetim ilan edildi. Cumhurbaşkanı Coty, De Gaulle’ün hemen iktidara geçerek duruma el koymasını istedi. Bunun üzerine De Gaulle, 1 Haziran 1958’de meclisteki çoğunluk oylarıyla tekrar Başbakan olarak yönetime geldi, 1959 yılından itibaren de FLN gerillalarıyla gizlice görüşmelerin başlaması ve sorunun siyasi olarak çözülmesi talimatını vererek görüşmeleri başlattı.  Ne var ki De Gaulle’ün barış görüşmelerine başlaması hem ordu içindeki aşırı milliyetçileri hem de Cezayir’deki yerleşimcileri aşırı derecede rahatsız ettiğinden kendisine karşı 21 Nisan 1961’de Fransız ordusunun dört önemli generali tarafından bir darbe girişiminde bulunulur fakat başarıya ulaşmaz. İki general tutuklanırken, iki general kaçmayı başarır. De Gaulle daha sonra kaçan generallerin de içinde bulunduğu OAS (Organization de l’Armée Secrète-Gizli Ordu Örgütü) tarafından düzenlenen suikastten de kurtulur.

Cezayir Soykırımında Türkiye’nin Tutumu

Türkiye’nin Cezayir’de soykırım sürerken izlediği dış politika Müslüman dünyası için tam bir düş kırıklığı olarak nitelendirilebilir.  Aralık 1958’de BM’deki Asya-Afrika ülkeleri grubunun Cezayir’in bağımsızlığının hemen tanınması yönündeki önergesine Adnan Menderes hükümetinin Fransa’yı destekleyerek verdiği çekimser oy, tarihi bir oydur. Çünkü önerge bir oy farkla reddedilmiş, bu yüzden Cezayir’deki soykırım yaklaşık üç yıl daha devam etmiştir. Türkiye daha sonraki oylamalarda da çekimser oy kullanmayı sürdürecektir. Kısacası Menderes hükümetinin çekimser oyu, dolaylı yoldan binlerce Cezayirlinin yaşamına mal olmuştu. Keza Cezayirli direnişçiler Fransız ordusu tarafından katledilirken Fransız soykırımını eleştirmek bir yana, Fransa’ya giden Adnan Menderes’e Fransız hükümeti tarafından Légion d’Honneur nişanı takılıyor, Grand Cordon rütbesi veriliyordu. Türkiye’deki gazeteler ANL’nin eylemlerini ise şiddet, terör hareketleri, eşkıyalık, isyan ve trajikomik bir şekilde çapulculuk olarak niteliyordu! Elbette Cezayir hükümeti de Türkiye’nin bu tutumunu unutmadı. 1965’te Cezayir’in ilk cumhurbaşkanı Ben Bella’yı kansız bir darbe ile devirerek cumhurbaşkanı olan Bumedyen’in ilk açıklamalarından biri, “Türkiye’ye dargın ve kızgın olduğuna” ilişkindi. Nitekim bunun göstergesi olarak 1977 yılına kadar Cezayir Türkiye’de elçilik açmadı. Türkiye-Cezayir ilişkileri ancak Turgut Özal’ın 1985 yılında Cezayir’i ziyareti sırasında Menderes dönemi politikaları için Türkiye adına özür dilemesiyle normale dönebildi.

Sonunda Cezayir halkı yıllardır sürdüğü direnişi zafere ulaştırmayı başardı. 13 Mart 1962’de ateşkes ilan edildi, 1956 yılından beri tutuklu bulunan Cezayir devriminin öncülerinden Ahmed Ben Bella ve arkadaşları Ait Ahmed, Muhammed Hıdır serbest bırakıldı. İki taraf arasında yapılan görüşmelerin ardından 18 Mart 1962’de imzalanan Evianles-Bains Antlaşması ile Fransa, Cezayir’de yapılacak halk oylaması sonucunun bağımsızlık yönünde olması durumunda bunu kabul edeceğini deklare etti. Antlaşma, sömürge döneminde Cezayir’e yerleşen Avrupalı göçmenlere de, isterlerse 3 yıl içinde bu ülkenin vatandaşlığına geçme hakkı tanıyor ve dini ve kültürel haklarını güvence altına alıyordu. 1 Temmuz 1962’de yapılan halk oylamasında halkın %91’i bağımsızlık yönünde görüş bildirmesiyle tam 132 yıl süren Fransa işgali sona ermiş oldu. 1963 yılının Eylül ayında yeni Cezayir anayasası ilan edildi ve yapılan seçimlerde Ahmed Ben bella bağımsız Cezayir’in ilk cumhurbaşkanı oldu.

YAZI HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİNİZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.